Söyleşi

“Bir bahçenin hafızası”

Dilşad Aladağ ve Eda Aslan’la 2017 yılında Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nde buluşmalarıyla başlayan “Unutma Bahçesi” serüvenini anlatıyor.

Bir bahçenin kaderi ne kadar değişebilir? Bir mekânın kamusal hafızadan silinmesi ne anlama gelir? Veya, yok edilen mirasın kent hafızasında yer edinmesi için ne yapılabilir?

Mimar ve araştırmacı Dilşad Aladağ ve sanatçı Eda Aslan’ı bir araya getiren “Unutma Bahçesi” serüveni, 2017 yılında Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nde buluşmalarıyla başlıyor.

1933 yılında yapılan üniversite reformu ile Türkiye’ye Almanya ve İsviçre’den bilim insanları geliyor. Nazi Almanya’sından kaçanların sığınağı olan Zürih’teki Notgemeinschaft Deutscher Wissenschaftler im Ausland [Yurtdışındaki Alman Bilim Adamlarına Yardım Cemiyeti] bu değerli insanların memleketleri dışında çalışmalarını devam ettirebilmeleri için kurulmuş. Alfred Heilbronn da bu dernek aracılığıyla İstanbul’a gelen bilim insanlarından biri. Günümüzde adıyla anılan Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi 1935 yılında İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi adıyla hizmete açılıyor. Aslında dört katlı bir enstitü olarak tasarlanan binanın, 1957’de Süleymaniye Camisi’nin görünümünü kapattığı gerekçesiyle üst iki katı yıkılıyor. Ardından trajedisi bitmiyor.

2017 yılında resmi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildikten sonra yıkılma ve taşınma kararı duyurulan Botanik Enstitüsü ve Bahçesi dünyanın ve Anadolu’nun her köşesinden tohum ve bitki örneklerine ev sahipliği yapıyordu. Şu an erişimi sınırlandırılmış olan bahçenin geleceği ise belirsiz.

Eda ile Dilşad’ın bahçeyi ziyaret ettikleri dönemde Botanik Bahçesi’nin ve Enstitü’nün Müftülüğe devredildiğine dair haberler yayılmaya başlamıştı. İstanbul’da yitip giden mekânlar üzerine düşünen bir sanatçı ve mimar olarak sordukları “Bu bahçeyi kaydetmek mümkün mü?” sorusu ise önümüzdeki üç yıllarını verdikleri bir projeye dönüşmüş.

İkili ilgilendikleri diğer mekânların aksine, burada direnen bitkilerlerle karşılaşıyorlar. O bitkiler, bahçe bakımsız da olsa bir şekilde bahçeyi ele geçirmiş halde. Yabaniler daha değerli olanın üstüne çıkmış, ama onlar kökleriyle bahçede olmaya direniyor gibi duruyor. Eda ve Dilşad “Kendine yer edinmiş bu florayı kaydedebilir miyiz, bahçeyi hafızada diri tutabilir miyiz?” diye sorarak çalışmaya başlıyorlar. Bir bahçeyi kaydetmek için bahçenin hikâyesini ortaya çıkarmaları gerekiyor, onlar da buradan yola koyuyorlar. Bahçenin sürgüne uğramak durumunda oluşu, taşınsın mı taşınmasın mı tartışmaları yapılırken kuruluşunu gerçekleştiren profesörlerin yerlerinden edilmiş olmaları ve bahçenin yerinden edilme ihtimali arasında bağ kurmalarına, bahçeyi yeniden okumalarına aracı oluyor. Aslında bir sergi fikriyle yola çıkılmıyor, sadece bahçenin hikâyesini anlatmak istiyorlar ve araştırmaya başlıyorlar. Bahçe arazisinin farklı katmanları neler; bugünkü kentsel, kültürel çatışma nereden doğuyor ortaya çıkarmaya çalışıyorlar.

2017 yılında SALT’ın de desteğiyle bahçenin tarihsel sürecini araştırdıkları üç yıllık projede; bahçeye, bitkilere, profesörlerin göç hikâyesine, Türkiye ve Almanya’nın 1930’lardaki tarihsel arka planına bakıldığında birbirine geçmiş pek çok tarihsel katman ve hikâye var. Bu katmanlar da projede film, araştırma, kitap, makale ve sergi gibi birbirinden farklı medyumlarda karşılık buluyor. Bu üretimler kentin ve kişilerin belleğinden silinmekte olan bir bahçe mekânını kaydetmeyi, kişilerin hafızasında, bu mekânın geçmişini, hatıralarını diri tutmayı ve bir noktada da bahçe mekânının kolektif bir mekân olduğunu hatırlatmayı hedefliyor. Projeye ismini ise Latife Tekin’in Unutma Bahçesi adlı kitabından almış.

Sergiye gelecek olursak, aslında projenin çıktılarından sadece biri olmasına rağmen; projenin büyük kitlelere duyurulması açısından önemli bir ayağı olduğunu söylemek mümkün. Bunda serginin sadece bir araştırma projesi dokümantasyonu olarak değil, izleyiciyle etkileşime geçmenin bir aracı olarak tasarlanmasının da etkisi var. Sergide bahçede unutulan bitkilerden oluşan bir herbaryum bulunuyor. Bitkilerin kendileriyle temas etmek, izleyiciyi bu hikâyeye daha da bağlıyor. Aynı zamanda bu bitkilerin büyütülmüş baskılarının bir blok üstünde yığınla durduğunu görüyoruz. Sergi ziyaretçileri bu baskıları alıp götürebiliyorlar. Bahçeden kalanlar evlere giriyor, belki duvarlara asılıyor. Bahçenin hafızası, ölümsüzleşiyor.

“Bir bahçeyi kaydetmek mümkün mü?” sorusuyla yola çıkan Eda Aslan ve Dilşad Aladağ ile 14 Nisan – 6 Haziran 2021 tarihleri arasında Depo’da sergilenen “Unutma Bahçesi” üzerine konuşuyoruz.

Sergide bahçede unutulan, dökülen, kuruyan bitkilerden oluşan bir herbaryum oluşturdunuz. Aynı zamanda serginin bahçenin unutulmuşluğu üzerine olduğunu söyleyebiliriz. Bu herbaryumu kısaca anlatabilir misiniz? Ve sizce bu bahçe yıllar içinde neden defalarca unutuldu ve yeniden hatırlandı. Sizin çalışmanızın bu unutulma/hatırlanma döngüsüne etkisi nedir sizce?

Sergide yer alan son yılın herbaryumu adlı iş bir sanatçı ve mimar bakışıyla alternatif bir herbaryum denemesi ya da bilindik herbaryum formunun yeniden yorumlanmış hali. Düzenli aralıklarla bahçeyi ziyaret ediyorduk. Bilimsel çalışmalarını, hayatlarını bildiğimiz, bu bahçeyi kuran bilim insanlarının -toplayıcıların- biriktirdiklerini, aynı zamanda bir coğrafyanın kaydı niteliği taşıyan nadir türleri yakından görmeyi oldukça istiyorduk. Ancak bu istediğimiz Botanik Enstitüsü tarafından pek de sıcak karşılanmadı. ISTF (İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Herbayumu) herbaryumunu ziyaret etme talebimiz enstitü tarafından bilimsel bir çalışma yapmıyoruz gerekçesiyle reddedildi. Biz de mimar ve sanatçı olarak giremediğimiz bu herbaryumu yeniden alternatif bir şekilde üretebilir miyiz diye düşündük. Tıpkı toplayıcı botanikçilerin pratiğini merkeze alarak toplayıcı olarak konumlandık ve bahçenin kapanmadan evvelki son bitki kaydını görebileceğimiz alternatif bir herbaryum oluşturduk. Zaten sürekli bahçeyi ziyaret ediyor bahçenin değişen hallerini  kaydediyorduk. 2018-2019 yılında bahçe ziyarete kapanmadan evvel bahçeden dört mevsim boyunca topladığımız bitkileri dia kasetleri içerisinde muhafaza ettik. Bilimsel alanın sınıflandırıcı, tasnifçi bir noktada dışlayıcı yaklaşımının aksine sınıfsız, tasnifsiz ve bitkiler arasında bir hiyerarşi kurmadan oluşturduğumuz bir herbaryum denemesi Son Yılın Herbaryumu.

İkiniz de farklı disiplinlerden geliyorsunuz. Dilşad mimari alanında çalışmalar yapıyor, Eda’yı da sanat çalışmalarından biliyoruz. Önce Eda’ya sormak istiyorum. Sen de sanatsal pratiğinde hafıza üzerine çalışıyorsun. Senin kişisel sanat çalışmalarınla bu araştırma araştırma arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

E.A. : Bireysel üretim pratiğimde de yoğun bir araştırma sürecim olduğunu söyleyebilirim bununla birlikte türlü mekânlar, nesneler, hikâyeler üretimlerimin merkezinde konumlanıyor. Aynı zamanda arşivlerde gezinmeye, bulduklarımı kaydetmeye karşı kişisel bir merak ve hassasiyetim olduğunu da  eklemeliyim. Unutma Bahçesinden söz ederken bu süreci her zaman bir yolculuk olarak tanımladık. Bu yolculuğa ek olarak şunu söyleyebiliriz bu süreç  aynı zamanda başka türlü bir düşünme ve öğrenme biçimini deneyimlediğimiz bir süreçti, bir tür okul gibi. Her ikimizin hassasiyetleri, merak ettikleri, denemek istediklerini, yapabildikleri birleşince üretimler kendi metodolojisini belirledi. Aynı zamanda bu uzun soluklu üretim sürecine ve bu bahçeyi hatırlatma mücadelesine dahil olan kişilerle süreç bir yolculuğa ve kolektif bir hatırlama mücadelesine dönüştü.

Sergilerin, üretimlerin, neredeyse her şeyin hızlı gerçekleşebildiği ve hızlıca tüketilebildiği böyle bir dönemde bu gibi uzun soluklu üretim süreçlerinin ve kolektif biraradalığın potansiyeli üzerinde düşünmeye devam ediyorum.

Dilşad sen de mimarlık alanındasın. Bu alandan bir gözle baktığında bahçenin bu tarihini ve kaderini nasıl okuyorsun?

D. A. : İstanbul çok katmanlı bir coğrafya, bu katmanlar arasında geçmişi çok eskiye dayanan kozmopolit bir kentin çok kültürlülüğü var olurken bugünün sosyal ve politik ortamında bu çok kültürlülük çok sayıda kentsel – kültürel miras çatışmasının sahasına dönüşüyor. Mimarlık, veyahut mekân da bu çatışmaların çoğu zaman öznesi haline geliyor, yıkılanlar, unutulanlar, yeniden inşa edilecekler… Tabi ki ana akım mimarlık pratiği bu durumda yapmaya odaklanıyor. Ancak mimarlığın daha eleştirel perspektifleri, mekânı yalnızca fiziksel bir veri olarak değil sosyal, kültürel ve politik ilişkileri ile okuyup tartışabiliyor. Benim mimarlık pratiğim de alanın eleştirel tarafında kalıyor diyebilirim.

Eleştirel bir yerden baktığımdaysa arazinin ve enstitünün pek çok meselenin kesiştiği karmaşık bir düğüm noktasında olduğunu söyleyebilirim. Bu arazi hep politik kırılmaların merkezinde güç sahasına dönüşmüş ve araziye yerleşen mekânlar hep güç sahipleri arasında el değiştirmiş halde. Enstitü de yine bu değişimlerden birinin, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin öznelerinden birisi. İlkin kız lisesine veriliyor arazi, üzerindeki yapı yangında yok oluyor, devam eden yıllarda da bilimsel bir alan için bir modern mimarlık “abidesi” inşa ediliyor buraya. Epey sembolik bir durum, Cumhuriyet reformlarının pek çoğuna referans olabilir. Ben buradan baktığımda bugünkü arazi değişikliğini ve restorasyon projesini yalnızca geçmişte yanmış bir yapının yeniden inşa edilmesi niyeti olarak okumuyorum. Çok daha karmaşık. Zamanında bugüne benzer yıkıcılıkta olan modernleşme projelerinin uyguladığı baskının bir aktarımı, geri dönüşümü gibi görüyorum.

Bugün Cumhuriyet modernizminin öznelerinden birinin ötekileştirililmesi ve yerine geçmişte ötekileştirilen başka bir öznenin yeniden getirilmesi niyeti yalnızca bu yapıyla değil Türkiye’nin genel politik peyzajı ile ilişkili bir durum. Dolayısıyla kaderi de Türkiye’nin kaderi kadar muğlak. Yalnızca bir yapı üzerinden bir şeyi değiştirmek ne yazık ki mümkün değil. Günümüzde demokrasimizin imkân verdiği ölçüde koruma pratikleri ve miras anlatıları çoğullaşabilirse belki bu gücü olanın gücünü mekân üzerinden göstermesi döngüsü değişebilir. Bir ihtimal, ötekileştirmeden hatırlayarak, böylece farklı anlatılar aynı yerde var olabilir. Fakat tabi ki bu bahsettiğim bugünkü durumdan epey uzak bir senaryo. Enstitü binasını gözden çıkarıp, “bahçe korunacak” deyip, etrafında sürekli bir inşaat pratiği sürdürüp, bahçeyi kamuya kapatıp, bu mekânı deneyimleme ihtimalini sadece üniversite ve müftülüğün iznine tabi bırakıp ortak bir koruma senaryosundan bahsetmek mümkün değil. Bahçe korunacak dendi ama bahçe hayali bir mekâna, peyzaja dönüşmüş durumda, erişilemeyen bir korunma hali… Ne durumda bahçe? Kimse dile getirmiyor ama biz pek de iyi olmayan şeyler duyuyoruz.

Sergide seçilen objelerin formları ve enstelasyon biçimleri oldukça dikkat çekici. İzleyiciyi sürecin içine dahil ediyor ve bir parçası haline geliyor. Formları ve enstelasyonları oluşturmanızın arkasında nasıl bir düşünsel süreç gerçekleşti?

E.A. : Daha önce de söylediğim gibi aslında bu uzun üretim, araştırma ve gözlem süreci kendi metodolojisini ve kendi mecrasını belirledi. Bazen bir sergiye bazı hisleri ve anlatıları sığdıramayabiliyorsunuz. Ya da tam tersi başka bir medyumda yapılan üretim de o medyumun sınırlarında kalabiliyor ve özellikle de mekânsal kurgular için sergiyi arayabiliyorsunuz. Bu sebeple aktarmak istediğiniz şey bir mekân ve iç içe geçmiş pek çok kişinin hikâyesini barındırıyorsa ve tüm bu süreci hatırlama ve daimi olarak hatırlatma mücadelesi olarak görüyorsanız üretimlerin de birbirinden farklı mecralara taşınması gerektiğini düşündük. Bulduğumuz onca hikâyeyi, paylaşmak istediklerimizi geride bırakamazdık.Bu nedenle Unutma Bahçesi’nin kitap, sergi, makale, sunum performans, film gibi pek çok farklı durağı ve çıktısı var. 
Sergiye bakacak olursak sergide yer alan üretimler bir bahçenin hafızasını ve çeşitli göç hikâyelerini merkeze almaktadır. Bununla birlikte üretimlerin büyük çoğunluğu bilimsel alan içerisinde yeterince veri toplayamama, ulaşamama halinin yeniden bir yorumu. Bu süreçte biz de tıpkı toplayıcı botanikçiler gibi konumlandık onların toplama pratiklerini, sahada olma ve toplama tutkularını merkeze aldık ve bu motivasyonla üretmeye çabaladık ancak onların toplayıcıların aksine sınıflandırıcı, tasnif edici yaklaşımı üretimlere yansıtmadık.

D.A.: Çalışmaya başlarken bir mekânın izinde o mekânı aktarmanın yollarını arıyorduk. Yolculuk diye bahsettiğimiz süreçte başka mekânlarla karşılaştık. Bunların bazıları oldukça hayali, temsiller ve anlatılar içerisinde varolan mekânlardı. Almanya’da geride bırakılmış bir evin hatıraları, fotoğraflar, notlar… İstanbulda terkedilen başka bir ev, arkada bırakılmış peyzajlar fotoğraflarda, albümlerde, kartpostallarda kutu kutu biriktirilmiş herbaryum örneklerinde temsilleri üzerinden varolmaya devam ediyordu.

Sergi de aslında ne zaman ayrılmak zorunda kalacağımızı bilemediğimiz bir mekânı unutmaktan korkarak biriktirilmiş pek çok kaydın bir araya geldiği bir topluluk, Aslıhan’ın (Demirtaş) niteleyişiyle bir asemblaj. Bu asemblajın sergilenme formunu araştırırken bizim aklımızda hep bir arşiv ve laboratuvar arası bir mekân kurgusu vardı. Bir de bahsettiğimiz, bahçenin izinde karşılaştığımız, geride bırakılıp da anlatılarda kurulan mekânlarda olduğu gibi bugün erişemediğimiz bahçeyi yeniden, yeni bir mekânda açma niyeti.

Unutma bahçesi benim gözümde travmatik dokunuşlara yer verirken bir yandan da sağaltıcı bir etki yarattı. Sergiyi kurgularken, izleyicide uyandırmasını istediğiniz duygular, hisler nelerdi?  Ne gibi tepkiler aldı sergi?

Bir önceki sorunun cevabında da söylediğimiz gibi erişilemeyen bir mekânı hatırlama ve hatırlatma niyetimiz vardı. Bahçe çok farklı duyulara birden hitap eden, her ziyaretinizde size yeni karşılaşmaların imkanını sunan katman katman bir mekân. Katmanları kayıtlarla açıyor ve izleyiciyi bu katmanlar arasında bir geziye davet ediyor sergi. Biz çok hikâye dinledik orada ve orası hakkında, öte yandan bitkilerin kendileri, fısıltıları bu hikâyelere karıştı. Sergide de böyle olmasını, hikâyelerin ve bitki fısıltılarının mekânda dolaşmasını ve her ziyarette başka bir yerinden yakalayıp bu hikâyeleri bir daha bir daha dinlemeyi, dinletmeyi hayal ediyorduk. Öte yandan bahçe ve enstitü herbaryumu Anadolu’nun biyolojik çeşitliliğini yansıtan bir banka, toplayıcılık pratiğinin ve botanikçilerin kayıtlarının saklandığı yaşayan bir arşiv. Serginin de botanik bahçenin biyolojik çeşitliliğini, arşiv halini yansıtmasını ve bahçenin bu kimliğini hatırlatması niyetimiz en başından beri vardı. Son olarak anlatılar ile nasıl bu mekânın coğrafyalar, diller, milletler arası var olduğunu aktarmak istedik.

Çok iyi tepkiler alıyoruz, farklı kitlelerden ve pratiklerden izleyicilerin başka başka uçlarından okuduğunu, sergiye dahil olduğunu görüyoruz. Bunun ötesinde bahçeye muhteşem bir ilgi var, insanlar burayı hayal etmeye merak etmeye başladı. Bu bizi sevindiriyor. Beklentimiz, belki de bu hatırlama halinin bahçe için daha umutlu bir gelecek senaryosunu mümkün kılması.

Proje hakkında bir belgesel de çektiniz. Belgeselde neler göreceğiz? Ne zaman gösterime girecek?

Belgesel bir dedektiflik hikâyesi, biraz kitap gibi bizim ve bahçenin hikâyesini birbirine bağlayan bir anlatı. Bizim de farklı medyumların bir aradalığını keşfettiğimiz bir alan oldu film. Başka türden bir asemblaj. Bu asemblajda arşivler, laboratuvarlar, haritalar içinde dolaşan, albümleri karıştıran dedektif sonunda enstitü koridorlarına, bahçeye ulaşıyor.  Kısa ile uzun metraj arasında bir formu var belgeselin. Serginin bir sonraki gösterimine mekânsal bir kurgu ile de eşlik etmesi niyetindeyiz. Ama şimdilik hala filmin postprodüksiyonunu yapıyoruz. Gösterim de festivallere, filmin yolculuğuna bağlı şimdilik şu zaman olur diyemediğimiz bir durum ancak umarız yakında!

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

“Bir Bulut Gibi Belirir Hayaletler Sofra Üstünde” sergisi üzerine sanatçı Kayahan Kaya ve Gözde Mulla’nın yaptığı konuşmanın deşifresi Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

İMALAT-HANE'de 6 Ocak - 6 Nisan 2024 tarihleri ​​arasında yer alan TUNCA'nın "Muhatabı Olmayan Mutfak" sergisinin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

İrem Tok ile “Karanlıkla Buluşmak” üzerinden yakın dönem işlerini, insansız hikâyelerini, kültür-doğa-insan üçgenini ve SAHA Studio’daki çalışmalarını konuştuk.

Eleştiri

Merve Ünsal'ın "İçli Dışlı" sergisi aracılığıyla imgeler, metinler ve sesler arasındaki dolanık ilişkileri taşıyan çok kanallı izdüşümler hakkında Fırat Yusuf Yılmaz yazdı.

© 2020