Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Kurmacalar, şiirler, gelecek ve kurşun dökmek

Haritalarda görülmeyen yerler, “big data” ve nazara karşı dökülen kurşunlar; bir sergiyi tasarlamak ve sergilerde şiirsel metinler kullanmak… Her şey tanıdık, her şey yabancı!

Dijital haritalarda görülmeyen alanlar ve Etna Dağı, “big data” ve nazara karşı dökülen kurşunlar, bir sergiyi tasarlamak ve sergilerde şiirsel metinler kullanmak, her şey tanıdık ancak her şey biraz da yabancı… Evet bizim için de biraz karışık.

Yelta Köm uzun yıllardır sanat, mimari ve araştırmanın kesişiminde çalışmalar yapıyor. Türkiye’deki ilk kurumsal sosyal mimarlık inisiyatiflerinden Herkes için Mimarlık (HİM)’ın kuruculuğundan, uluslararası sergi ve araştırma projelerine kadar birçok işe imza attı. Köm’ün İstanbul’daki ilk solo sergisi “her şey tanıdık, her şey yabancı” da 21 Mart – 30 Nisan tarihleri arasında Versus Art Project’te gerçekleşti. 

Köm ve serginin küratörü Ulya Soley’le çeşitli defalar değişen sergi kurulum sürecini, sanatçı-küratör işbirliğini, bilimle irrasyonel olanı, şiirle görsel sanatların birlikteliğini konuştuk. 

Kültigin Kağan Akbulut: Ben de, birçok kişi de seni Herkes İçin Mimarlık’tan tanıyor. On yılı geçmiş kurulalı. Onun dışında Füsun Onur’un Venedik Bienali Türkiye Pavyonundaki sergisinin tasarımını yapmıştın, biz de o zaman tanıştık. The Silent University var bir yandan. Bir yandan da Türkiye’deki ilk solo sergini açtın. Neler yapıyorsun diye sorarak başlayayım. Herkes İçin Mimarlık nasıl gidiyor ayrıca merak ediyorum.

Yelta Köm: Oldum olası tek bir kalıbın içine girmekle meselem oldu. Biraz gerisine giderek anlatayım, 2007 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinde “Kayıtdışı” adında bir organizasyon düzenlemeye başlamıştık, mimarlığın kalıpları dışında başka alanlarla ilişikiler kurarak atölyeler, tartışmalar düzenliyorduk. Bu etkinlik serisi sayesinde bugünün kültür sanat ortamındaki çoğu aktörü bir araya getiriyorduk. Düzenleyen arkadaşlarımla beraber yollarımız orada kesişti. Ben de mimarlık alanının eril ve tek adama bağlı pratiğiyle derdimi orada fark etmeye başlamıştım. Seneler içinde farklı karşılaşmalar ve farklı alanlarda üretimlere, bu disiplin ötesi denebilecek işlere bulaştım. O senelerde Garanti Platform ve Garanti Galeri öğrenciliğimizi çeşitlendiren kurumlardı. Mimarlık pratiğinin başka olasılıklarını görmeye, denemeye daha çok heyecanlanıyordum. Bunların doğrultusunda da farklı alanlarda üretimlerim ortaya çıkmaya başladı. Bahsettiğin gibi başka şapkalarımı başka alanlarda takar oldum, Kerem Piker’in küratörlüğündeki Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu’nda yardımcı küratör olarak yer aldım, farklı ekiplerle projelerle Tasarım Bienali’ne katıldım, en son Füsun Onur’un sergi tasarımını yaptım. Bir yandan kendi sanat pratiğimi devam ettirdim ve yazı yazdım. Hepsinin yanında da akademide var olmaya devam ettim. Bir süre Berlin’de şehircilik ve mimarlık tarihi dersi verdim, sonra Goldsmiths ve Delft Teknik Üniversitesi’nde, bu sene İstanbul Bienali’nde de yer alan Topological Atlas Projesi’nde çalıştım. Şu an ise Bauhaus Üniversitesi Weimar’da, Görsel Temsiliyet Pratikleri ve Politikaları kürsüsünde görev yapıyorum.

Herkes İçin Mimarlık, bu seyahatimdeki en önemsediğim duraklardan halen kalabalıklarla devam ediyor. Dernek on senesini tamamladı, yakın zamanda HİMBellek adında bir site açıp derneğin hafızasını kayda çalışacağız. Son zamanlarda ise aktif olarak deprem bölgesinde çalışıyor arkadaşlarım, afet sonrası yeniden yapılanma, topluluk merkezi oluşturma projeleri yürütüyorlar alanda. Bir yandan da destek arayışları devam ediyor. HimAfet adlı sitesinde hem detaylarını görebilir, hem de destek olabilirsiniz.

K.K.A.: O zamanlar Türkiye’de başka örnekler var mıydı sosyal mimarlık üzerine?

Y.K.: Herkes için mimarlık ilk kurulduğunda 10-15 kişiydik. Dünyayla eş zamanlı olarak sosyal mimarlık ve katılımcı alternatif yaklaşımlar da yükseliyordu. Dernekleşen bir örnek yoktu, ya da organizasyonel olarak bunu dile getiren. Alanın içindeki asıl dönüşüm Gezi’yle oldu diyebilirim, piknik festivallerinden #OccupyGezi Architecture çizimlerine başka bir pratik önerisi oldu.

K.K.A.: Peki, şeyi soracağım, yapı inşa ediyor muydunuz? Yoksa sadece araştırma odaklı mı çalışıyorsunuz? 

Y.K.: Herkes İçin Mimarlık, aslında yapı inşa ederek yola çıkan bir oluşum. Ekibin ana bileşenlerinden biri Taşkışla’daki “Ölçek 1/1” isimli öğrenci grubu, öğrencilik yıllarında Anadolu’nun farklı yerlerinde yapı inşa ediyordu.  

Benim kendi pratiğim ise bina inşasından çok, fikirlerle örülü diyebilirim. İşlerimde, yaptığım projelerde inşa fikirleri var, ama bunlar fikir inşası. Günün sonunda sergi tasarımı, iş üretimi, hepsi benim için bir potada eriyen bir bütünün parçaları gibi. Bunların hepsini benim kendimi ifade etme biçimlerim olarak görüyorum. Bir yandan da HİM’den öğrendiğim en önemli şey, beraber çalışma, işbirliği yapma pratikleri konusunda beni oldukça geliştirmesiydi. Mimarlığı ve sanatı bir araştırma pratiği olarak deneyimlemem de aynı senelere denk geliyor. Bunlarla beraber bu süreçlerde halen aktif olarak beraber çalıştığım, iş birlikleri yaptığım Pelin Tan ile tanıştık, mimarlığın başka dinamiklerini, sanatla olan simbiyotik ilişkisini ve disiplinler ötesi yaklaşımı onla çalıştığım çoğu projede üreterek deneyimledim.

Aldığım eğitim daha çok yapı yapmak üzerineydi, lisans sonrası İTÜ’de devam eden yüksek lisansımı Frankfurt’ta sonlandırdım. Städelschule’de geçirdiğim vakit aslında bugün yaptıklarımı şekillendirdi. Orada Mark Wigley ve Beatriz Colomina’dan aldığım seminerler, okulun karma yapısı, farklı alanlardan, disiplinlerden kişilerle bir araya gelmemiz… Bir yandan da okul bir sanat akademisi olduğu için sunduğu farklı karşılaşmalar beni çok geliştirdi. Okul geleneksel mimarlık eğitimi yapmadığı için “bireysel olarak neye odaklanmak istiyorsun,” diye soruyordu. Bir de tabii bunların yanı sıra Yıldız’dayken Bülent Tanju ve Uğur Tanyeli’nin  dünyamı nasıl değiştirdiğini söylemem lazım. İkisinin de açtığı alan ve perspektif lisans eğitimimde büyük bir değişim yarattı.

K.K.A.: Ben de onu diyecektim. Tipik mimarlık eğitimi dedin ama Yıldız Mimarlık’ın en iyi dönemlerinden biriydi galiba o dönem.

Y.K.: Evet, o dönem YTÜ’nün yıldızının parladığı senelerdi. Sadece Bülent Hoca ve Uğur Hoca değil aynı zamanda diğer bölümlerde de öyleydi. Sanat ve Tasarım Fakültesin’de İnci Eviner Hoca vardı. Ortabahçe sayesinde birbirimizle yollarımız çok kesişiyordu, Bager Akbay o sırada okuldaydı hatırladığım. Ama bunlar güzel tarafı tabii, bunların dışında mimarlık eğitimi kimi zaman öğrenciyi yok etmeye odaklı bir baskı alanı kuruyordu. İlk işlerimi o zamanlar yapmaya başlamıştım, farklı sticker’lar yapıp biraz okulun eğitimi ile dalga geçen, biraz iğneleyen seriler üretiyordum. Geçtiğimiz günlerde okula uğrayınca yine tetiklendi bazı eski hatıralarım.

K.K.A.: Sonrasında Türkiye dışında birçok araştırma ve sanat projesine katıldın. Aynı zamanda yazılarını da farklı mecralarda okuduk. Biraz da diğer yapıp ettiklerine gelelim mi?

Y.K.: Frankfurt’taki eğitimden sonra çok alışkın olmadığım bir çalışma ortamına girdim. Daha öncesinde sanatçılarla ortaklıklar yapmış olsam da bir atölyede çalışmamıştım. Studio Tomas Saraceno’da çalışmaya başladım, Tomas ile dünyanın farklı yerlerinde farklı projelerde kimi zaman mimar, kimi zaman görsel araştırmacı olarak çalıştım. O deneyim küresel sanat dünyasını anlamama çok yardımcı oldu, bir yandan bir pratiği bu kadar yakından deneyimlemek bana iyi geldi. Sanata doğru yönelmemi de cesaretlendirdi. 

Kendimi bildim bileli içinde olduğum bazı alanlar var, bunlardan biri video diğeri de yazı. Bir de tabii aralıksız meraklar. Bu alanların içinde çeşitli işler ürettim ve başka mecraları denedim. Kimi zaman haritalarla, kimi arşivlerle, grafik ile yazı ile harmanladığım süreçler oldu. Uzun zamandır Manifold’da yazıyorum, düzenli yazma pratiğini bana kazandıran mecradır kendisi, ondan önce daha çok sergi eleştirileri ya da görüş yazıları yazıyordum. “Berlin Notları” serisi benim göçmenlikle, kendimle, farklı alanlardaki akışlanlıklarla barışmamı ve tanımamı sağladı.

Son dönemde de farklı kolektiflerle üretime devam ettim, uzun yıllardır araştırma konularımın odağında olan bölge çıkışı Arazi Assembly ile ürettiklerim, akademik alanda çalıştığım Topolojik Atlas projesiyle buluştu ve 17. İstanbul Bienali’nde yer aldı. Yine aynı şekilde Silent University’de aktif olarak çalışmaya başladım, bu sürecin parçası oldum. Kolektif üretimler bireysel işlerimi de besledi. 

Bu serginin çıkışı ise Berlin merkezli Forecast bursunu almamla başladı. Serginin ilk isimlerinden biri “Konum Attım Yalnızlığa”ydı, bu isimle reklamı bile çıktı ama pandemi yüzünden ertelendi. Hem doktora araştırmamla hem kişisel merakımla kesişen konum meselesini, Forecast programında Evgeny Morozov ile geliştirme şansı buldum. Teknokapitalizm perspektifinden gözetleme teknolojilerine bakan fiktif büro Kentsel Gözetim Bürosu’nu da bu projeyle kurdum.

Serginin ilk duyurusu

 K.K.A.: Evet onu soracaktık biz de. Bu, sergiyle de bağlantılı zaten. Bu projeni biraz anlatır mısın?

Y.K.: Kentsel Gözetim Bürosu fikri, kentlerin nasıl metalara dönüştüğü üzerinden ilerliyordu. Kent imgesini artık akıllı aygıtlarla algılamamız ve bu algının tamamen gözetleme kapitalizminin araçlarıyla şekillenmesiyle ilgili bir derdim var. Bu süreçte gözetleme kapitalizmi ve neoliberal sistemin insanları tüketici olarak etkilemesini, soylulaştırma süreçleriyle bağlantılı olarak ele alıyorum. Akıllı cihazlar ve cep telefonları üzerinden yapılan konum izleme ve lokasyon bazlı reklamların şehirler üzerindeki etkisi üzerine yoğunlaşıyor.

Bu projede hem kurmaca bir büro yaratıyorum hem de şehrin gelecekteki imgesini nasıl olacağını algoritmanın gözünden görmeye çalışıyorum. Projenin ilk sergisini Transmediale kapsamında gerçekleşen Vorspiele’de yaptım. İzleyiciler kurmaca dünyanın içine girip büronun çalışmalarını izleyebiliyordu. 

K.K.A.: Sergiye gelecek olursak; Yelta senin Versus Art Project’le nasıl kesişti yolun? Pandemiye de denk gelen bu süreç nasıl geçti? Ulya’yla nasıl bir araya geldiğinizi de merak ediyorum. Dilersen önce senden dinleyelim, sonra Ulya’dan dinleyelim biraz.

Y.K.: Mert Ünsal ile uzun yıllara dayalı bir tanışıklığımız var, ama Versus bağlamında bir araya gelmemiz benim sanat tarafına daha fazla yönelmemle oldu. Mert ve Leyla Ünsal ile seneler içinde daha çok şey paylaşır olduk, bir yandan grup sergileri oldu. Açıkçası benim dünyamı ve üretim ritmimi çok iyi anladıklarını hissediyorum. Karşılıklı olarak iyi çalışıyoruz. Bahsettiğim gibi bu sergiyi de uzun zamanlardır aklımda döndürüyordum. Uzun toplantılar, mesailer derken bir de pandemiyle beraber ertelenince gittikçe kalabalıklaştı aklımdakiler. Bir küratörle çalışma fikri de böyle doğdu aslında. Ulya ile Eylül ayında İstanbul Bienali’nin açılış haftası sırasında Büyük Londra Oteli’ndeki Protocinema etkinliğinde tanıştık diye hatırlıyorum. Küratör olarak işlerini takip ediyordum, ortak arkadaşlarımız da vardı ama denk gelememiştik. Birbirimize daha yabancı olduğumuz dönemde çoğu şey tanıdıktı, benzer meraklarımız ve bakış açılarımız olduğunu keşfettik. İlham aldığımız şeylerin birbiriyle örtüşmesi bu sergide de ortak bir dil oluşturmamızı sağladı. 

Ulya Soley: Biz yaklaşık altı ay önce sergiyi konuşmaya başladık. Yelta ilk bahsettiğinde, üç yıl önce üzerine çalışmaya başladığı, belli bir yere gelmiş bir proje önerisi vardı. Bu öneriye Yelta’nın bütün pratiği ve işleri dahilinde bakmaya çalıştım. Onun da bahsettiği gibi düşünsel dünyalarımız çok yakın, zaten aynı konuları çalışıyorduk, okuduklarımız, izlediklerimiz çok paraleldi. Dolayısıyla görsel dünyalarımız da çok örtüşüyordu. Arka planlar birbirine çok benzer olduğu için onun dünyasına adapte olmak benim için hiç zor olmadı. Bu yüzden de hızlıca ilerleyen, kolay bir şekilde açılan bir ortak çalışma süreci başladı. Benim yaklaşımım halihazırda var olan veya olabilecek fikirleri ve projeleri, Yelta’nın pratiğini en iyi şekilde ifade edebilecek şekilde süzmek oldu. Bu ilk kişisel sergisi olduğundan, onu en doğru şekilde anlatabileceğimiz bir bütünlük kurmak, hangi yolu izleyebileceğimiz konusunda biraz yardımcı olmak ve o yolu onunla beraber çizmek gibi ilerledi benim için.

Ozan Ünlükoç: Bir de birlikte yaptığınız basın toplantısında sergiyi kurup baştan yaptığınızı anlatmışsınız. Serginin bu şekilde kurulması tesadüf değildir. Ancak daha önceki denemelerinize, ilk kurgularınıza da değinir misiniz?

U.S.: Güzel bir soru. Benim için de farklı bir çalışma pratiği olduğunu söyleyebilirim. Sürekli evrilen ve değişen, çok kez editlenen, yazarla editör arasında gidip gelen bir metin gibi biraz. Bu aslında bence çok güzel bir deneyim, çünkü Yelta’nın kafası çok hızlı bir şekilde çok olasılıklı bir dünya yaratarak çalıştığı için o olasılıkların her birini bu süreçte değerlendirdik gibi hissediyorum. Fikirler giderek biraz daha süzüldü. En başta daha kalabalıktı, daha yoğun bir dünya vardı; giderek bazı tutunduğumuz şeyleri geride bırakarak söyleyeceğimiz şeyi daha net, daha temiz şekilde söyleme yoluna gittik. 

Yelte Köm ve Ulya Soley

Y.K.: Mekânla olan derdim oldum olası tüm pratiğimde kendini gösteriyor, bu sergi uzun yıllara yayıldığı için onlarca kez yeniden kuruldu. En başından beri serginin gelişmesinde ve araştırma sürecinde yanımda olan Kubilay Ercelep ve Serap Kaçmaz’la sergiyi kaç kere çizdik, kaç kere bozduk bilmiyorum. Olasılıkların sonu yok, bir yandan da bu akışın içinde kimi zaman durmak da gerekiyor. Benim bazı takıntılarım burada kendini gösteriyor, dijital mecrada son haline kadar modellemek, en küçük detayına kadar görmek istiyorum. Ama tabii sonra mekânda işler değişiyor, başka şekillere bürünüyor. İstanbul’da uzun süre prodüksiyon ve kurulumla zaman geçirince, mekânla başka bir ilişki kurmaya başladım, galeri mekânı bir anlamda yaşam alanım olmaya başladı.  

Sanatın bir ikna meselesi olduğunu düşünüyorum, etrafınla beraber insanın kendini de ikna etmesi gerekiyor. Ben farklı gerçeklikleri ve olasılıkları görebildikçe ikna olasılığım da artıyor aslında. Sonra kolektif bir ikna sürecine dönüyor. Mesela bu sergi içinde kendimi metin ve şiir konusunda ikna etmem gerekti. Dertlerimi metinle paylaşmak, gelecek öngörülerini şiirle araştırmak iyi geldi.

O.Ü.: Şiir, metin ya da şiirsel metin pratiğinin neresinde duruyor? Post-insan çağına atıfta bulunan şiirler görüyoruz sergide. Bir yandan da bu metinlerin dışında Ulya’nın bu krokiye yazdığı kurgusal metinler de var ve bunların bir araya gelmesi de bence çok anlamlı. Sizin birlikte çalışmanızda sanatçı-küratör işbirliğinin önemini gördüğümüzü düşünüyorum. 

Y.K.: Benim için sergiler bir davet alanı; tek başıma var olduğum bir yerden çok beraber konuştuğum, düşündüğüm, sevdiğim kişilerle bir araya geldiğim bir yer. Bu serginin daha bireysel bir tarafı var tabii ama metninin de mesafeli bir metin olmasından öte içeriden bir görüş oluşturmasını önemsiyordum. Erken bir internet çocuğu olarak ergenliğimden beri tuttuğum bloglar var; oralarda şiirler, kısa notlar yer alıyor. Ulya’nın metinleri işlerime başka bir katman daha katıyor, bu farkında olmadan üst üste gelen bir şey aslında. Ben Berlin’deki ilk solo sergimde işlerin üzerine kısa notlar, hikâyeler yazmıştım. Ulya da bu fikirle gelince şaşırmadım diyemem. Serginin müellifliğinin kaybolduğu yerlerden biri bu metinler; neyi kimin yazdığının belli olmadığı, böylece gücün ve iktidarın müellef ve üreten üzerinden bulanıklaşıp akışkanlaştığı bir alan olarak görüyorum bu metinleri.

K.K.A.: Bu arada ben de emin olamamıştım, hangi metni kim yazdı diye sormuştum. 

Y.K.: Açılış günü de benzer yorumlar geldi. Yazmakla barışmayı biraz dertlenerek yaptım, bilmiyorum bir şekilde bu çok yakın bakış, bana gereksiz bir şekilde “cringe” hissettiriyordu sanırım. Ama bir yandan bu teknoloji denen meretin kurduğu eril ve binary dünyayla nasıl baş edeceğiz sorusuna cevap olarak şiir bana iyi bir metot gibi geldi. İşlere ya da odalara eşlik eden şiirler serginin duygu spekturumunu da yansıtıyor. 

U.S.: Aslında ben şiiri “cringe” bir şey olarak görmediğim için şiirleri sergiye koymak konusunda ikna edilmesi gereken biri değildim. Bence edebiyat çok zengin bir boyut katıyor bu görsel dünyaya. Müzik de aynı şekilde, örneğin videonun sesi de böyle bir katman, şiir de böyle bir katman. Benzer düşünceleri farklı ifade biçimleriyle denemek, söylenen sözü güçlendirmenin yolları gibi geliyor bana. O yüzden de sergiye dahil olmalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Kendi metnimi de kurmaca bir formda yazmak istedim. Kurmaca zaten her fırsatta denemeye çalıştığım, çok sevdiğim bir alan ama onun dışında da, bu sergi özelinde kurulan dünyaya çok yakın bir dil gibi geldiği için böyle olmasını istedim. Alışılmış bir küratöryel metin çok açıklayıcı olabilirdi. Serginin bu gelecekten gelen kurmaca dünyasına yine o tatta bir metinle eşlik etmek istedim.

O.Ü.: Biraz sergideki işlerden de bahsedelim istiyorum. Serginin girişinde Etna’dan topladığın taşların üzerine döktüğün kurşunlar var. Sergi metninde de “bilimsel olmayan ritüeller dünyayı zenginleştiriyor” diye bir cümle var. Bu bilimsel olmayan ritüeller, bir şekilde geleceği görmeyi ya da tahayyül ettiğimiz bir gelecek öğesini de içinde mi barındırıyor?

Y.K.: Serginin girişinde gerçekliğinden kopmuş bir taşın olması fikrini seviyorum. Sanki laboratuvar ortamına girmiş gibi karşılaşıyor ziyaretçiyi. Kurduğu estetik dünya renkler, yaklaşım… Kurşunda bu bilimsel ve analitik olana, tinsel olarak irrasyonel bir yaklaşım var. Kurşun dökmek benim ailemde olan bir pratik; nazar olsun, çeşitli korunma ve gelecek okuma yöntemleri olsun içine doğduğum pratikler. Bir yandan da kurşun hem zehirli hem koruyan bir materyal. 

Kurşun dökme, eski antik çağlardan beri devam eden, geleceği görmek veya kötülükten korumak amaçlı kullanılan bir yöntem, farklı kültürlerde de karşımıza çıkıyor. Bu karşılamanın, bilimin de bir model olduğunu hatırlatan, tek bir bilimin değil bilimlerin olasılığını ortaya çıkaran bir karşılama olduğunu düşünüyorum. Böyle kurmacalar birbirinin içine geçiyor.

O.Ü.: Senin kurmaca hikâyelerin, tahayyüllerin var. Bir yandan da irrasyonel ritüeller var. Bunlar arasında bir bağ var mı?

Y.K.: Geleceği okumanın farklı metotları var ben bu metotları farklı kavramlar üzerinden kuruyorum. Pratiğim temsil ve tahayyül biçimlerinin biribirinin içine geçmesinden besleniyor. Bilim ve diğer metotların ortak özelliğini geleceği bilmek, okumak olarak düşünürsek, bu bir güç odağına da işaret ediyor. Bugün, markaların farklı trendleri tahmin etmeye çalışmaları, sosyal araştırmalarla gelecek öngörülerinde bulunmaları, hepsi bununla alakalı. Şüphesiz kapitalist sistemin de en iyi yaptığı şeylerden biri bu, geleceği hayal etmek, ettirmek. Bir yandan geleceği hayal ettikçe onu inşa ediyoruz. Oysa bu sergide söylediğim net bir gelecek tanımı yok. Bir olasılıklar bütününden bahsediyorum. Çünkü geleceği bilmek istemek iktidarla alakalı, benim derdim bunu eritmek. Kurşun bir rastlantısallık alanı, ikili sistemlerin dışında ortaya çıkan bir mesele, aynı glitch gibi. Glitch siyah ile beyazın arasındaki spektrumda renkler sunan bir gerçeklik. Sergi ne kadar Etna’daki taşla açılsa da, bir glitche, bir bozuma davet ediyor. Biraz kurşun dökmek vesaire de bilimin içerisinde açılan glitchler gibi aslında.

U.S.: Teknolojinin kendisi de zaten geleceği daha iyi tahmin edebilmek üzerine geliştiği için, o problem biraz da teknolojinin kendisinin ilerlemesi ve güç, iktidar gibi alanlardan doğuyor. Aslında kurşun gibi bir sembol de bunu kıran, buna karşı duran bir şey.

O.Ü.: Bu serginin ana mekânına gelelim. Glitchler ve gridler var. Haritada bulunamayan, görülmeyen yerleri işaretlemiştiniz. Bu mekânı serginin hangi sürecinde oluşturmaya karar verdiniz?

Y.K.: Bir üç boyutlu objeyi iki boyuta indirmeye çalıştığımızda bazı bozulmalar olması söz konusu, hele yer küre gibi bir formu. Grid ile derdim burada başlıyor, mekânın içindeki grid, dijital haritalardaki yüklenmeyen alanlar gibi ama bir yandan da dünyayı domine eden projeksiyon sistemlerine bir referans. Gridin verdiği sonsuzluk hissi aslında tam da ana salonda biraz önce bahsettiğim bozuma referans veriyor. Mekânın içinde bunu konuştukça, tartıştıkça oraya çıkardık. Bir yandan da sonsuz bir fonun üzerinde, set hissini veren, kurmaca olduğunu doğrudan söyleyen bir mekân kurgusu var. Ben bunu samimi bir kabul ediş olarak görüyorum, mekân hem tanıdık hem de yabancı. Ne sonsuz bir yeşil fon var, ne de stüdyo ışıkları ama kurmaca bir yerin üzerindeyiz. Fonun üzerinde teleskopa benzeyen obje gelecekten bir fosil parçası, onun formu da yine köşeli. Serginin farklı noktalarında bu grid bizi karşılıyor, topolojik bir ilişki kuruyor odalar birbirleriyle. Etna’nın üzerindeki baz istasyonundaki solar panelin gridi bir yandan bununla örtüşüyor. Dünyayı işte hep bu tip köşeli yerlerden anlamaya çalıştığımız için bence içinden kaçamadığımız da bir şey o grid hali.

O.Ü.: Etna’yla olan mesele nedir peki? Çok inanılmaz bir şey. İçeriden sesler geliyor, bir yandan kontrolsüz bir şey. Yanardağ zaten kendi içinde çok büyüleyici. Özel olarak Etna’daki taşın üzerine kurşun dökmen, Etna’daki baz istasyonunu görmemiz. Yani Etna’yla başka bir bağın var mıdır? 

Y.K.: Oldum olası imge olarak yer şekillerine ve özellikle dağlara takıntılıyım. Dağ imgesinin kurduğu sonsuzluk, bir yandan erişemezlik hissi, bir yandan da yakın hali beni etkiliyor. Etna ziyaretinde de bunları hissettim, doğanın içinde yok oluyorsunuz. Ama ne yaparsanız yapın işte dağın eteğindeyken bile bir baz istasyonu sizi karşılıyor. Telefonunuz halen çekiyor, konum halen paylaşabiliyorum. Günün sonunda çeşitli teknolojik aygıtlar, doğanın içine işleyerek var olmaya devam ediyor. Sergide gördüğünüz videonun içinde orada yaptığım üç boyutlu taramalar da yer alıyor. Elif ile ziyaretimizde orada kaybettiğimiz telefon, bu sergide bir heykele dönüşüyor, gündelik olan objenin çok yakında arkeolojik bir objeye dönüşeceğini hatırlatıyor. Bir yandan dağların romantik bir tarafı da var hüzünlendiren. Hafızalarımıza dair çoğu unutturulan şeyler oralarda geçiyor. 

K.K.A.: Videoyu biraz açalım isterim. Müziği Berlin merkezli müzisyen Gözen Atila’yla işbirliğiyle gerçekleştirmişsin.

Y.K.: Video bu serginin kara kutusu gibi, kafamın içine açılan bir kanal. Çok uzun zamandır elimde kamerayla yaşadığım için video üretim süreçleri kendi kişisel arşivime bir ziyaret gibi oluyor. Farklı ekran görüntüleri kısa animasyonlar, anlamsız ya anlamlı kent imgeleri, bir gün kullanırım diye farklı cihazlarla çektiğim görüntüler. “kaybolursan hatırla” da öyle bir video, bir lucid dream gibi. Videonun müziği ise Anadol’a ait, sevgili Gözen Atila’ya. Yıllardır Gözen’in müziğini zevkle dinliyorum ve videonun dünyasına çok yakın buluyorum kendisini. “Felicita” albümünden Gizli Duygular isimli parçasını istedim ondan, videoya göre başka bir miksajını paylaştı benimle. Şarkının tonlarının, videoyla iyi oturduğunu düşünüyorum. Bir yandan da bu video, izlerken beni zorluyor kimi zaman, aslında dipten giden duygusal bir hattı da var. Yani bir robota bakarken duygulanıyorsan, böyle bir yola çıktığında, böyle bir görüntüyle karşılaşınca da aslında duygulanabilir misin ya da neler hissedersin gibi bir meselesi var. O yüzden Gözen’in Gizli Duygular adlı parçasının çok uygun olduğunu düşünüyorum.

K.K.A.: Sergiyi bir gül emojisi kapatıyor. Metinlerde de gül emojisi yer alıyor. Ulya senin Pera Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığın, kitsch kavramına odaklanan “Zevk Meselesi” serginde de kullandığı bir imgeydi kırmızı gül. Sergiyi neden bu şekilde kapattınız onu merak ettim. Bir yandan böyle teknoloji varken en kitsch emojilerden birini kullanarak kapatmışsınız.

U.S.: Sokakta çok fazla karşımıza çıkan, gerçek haliyle çok fazla çağrışımı da olan, tarihi olan, arabesk, romantik, duygusal bir imge olarak gül var. Onu bir LED tabelada line art olarak görmek şöyle bir soru sorabilmemize alan açıyor: Bu haliyle gördüğümüz bir gül bize bir şeyler hissettirebilir mi? Zengin çağrışımlarını hatırlatabilir mi? Aslında bu, serginin diğer alanlarında da geçerli bir soru. O yüzden de tüm bu gelecek tahayülleri, teknoloji, iktidar, haritalar, bunların politikliği gibi bir yoğunluğun ardından insani bir dokunuş ve duygusal bir son gibi benim için.

Y.K.: Bu serginin sonundaki susuz bir çiçek. Serginin son koridoru içerideki tartışmaların dışında romantik bir aks oluşturuyor. Ulya’nın da dediği gibi sona doğru insani bir dokunuş. Berlin’de başka bir sergide bu işin smiley versiyonunu yapmıştım, benim için bu teknik arayüzleri duygularla birleştirmek düşündürücü bir süreç. Kimi zaman satırlarla anlatılacak bir mesele tek bir imgeyle anlatılabiliyor. Benim için sergi hem orada bitiyor, hem de yeni bir başlangıç için gidilebilecek bir geleceğe dair umut taşıyor.

K.K.A.: Son olarak belki gene başa dönebiliriz. Yelta, birçok projede yer alıyorsun. Sözünü ettiğimiz gibi İstanbul Bienali’nde de iki projede yer aldın. Bütün bu farklı disiplin ve medyumlarda farklı bir araştırma var, görselleştirme var. Hepsini tek potada nasıl eritiyorsun?

Y.K.: Bir süredir kendimi tanımlamaktan vazgeçtim. Son dönemde hayatımda da birçok değişiklik ve deneyimler oldu, farklı alanlardaki çoklu çalışma halim de bunlarla örtüşüyor. Benim için eriyen bir potanın ötesinde her şeyin çeşitlendiği bir bahçe var diyebilirim. Bir şekilde yaptığım her şey birbinin parçası. Bir yandan da disiplinler, neoliberal sistemler tarafından bize dayatılan sınırlar gibi, bu konuyu profesyonellik karşıtı bir açıdan ele almasam bile, belirli unvanlar veya alanların esnekliğini reddetmeyi ve onları sınırlara hapsederek ele almayı pek sevmiyorum. Pratiklerin belirli alanlara kısıtlanması, kapitalist gerçeklik gibi esnek olmayan ve başka olanaklar sunmayan sert yapılar yaratıyor, oysa akışkan strüktürler bize daha fazla nefes alabileceğimiz alanlar açıyor. Sadece bu çoklu disiplinli durumlarda da değil, disiplinlerin ötesinde bir tanımın peşine düşüp, geçişkenliklerle, yeni metodolojilerle alışkın olmadığımız flu tanımların peşindeyim. Benim aslında farklı noktalardaki üretimlerim, akışkan bir yüzeydeki farklı noktalar gibi birbirini tamamlıyor. Kimi zaman birbirlerine yaklaşıyor, kimi zaman birbirlerinden uzaklaşıyorlar. 

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.

Söyleşi

Dirimart Pera’daki “Öfke” sergisi vesilesiyle Shirin Neshat’la son dönem çalışmalarını, Türkiye’deki ve İran’daki kadın hakları mücadelelerini konuştuk.

Eleştiri

LGBTİ+ sanatçıların işlerinden ve kuir üretimlerinden oluşan KIRIK inisiyatifinin hazırladığı gösterim programını İrem Karaaslan ele aldı.