Günümüz Türkiye toplumunda ve sanat dünyasında genç LGBTİ+ sanatçılar ne durumda? LGBTİ+ sanatçılar hangi zorluklarla karşılaşıyor? İktidarın LGBTİ+ hareketine ve görünürlüğüne yönelik baskıları sanatçıları nasıl etkiliyor? Queer aktivist sanat kendine nasıl bir görünürlük alanı yaratabiliyor? Through The Window ekibi 2020 yılında, koronavirüs pandemisinin ortasında bu soruları önüne koyarak yola çıktı. Tabii ki pandemi kapsamında getirilen önlemler özellikle müzik ve sahne sanatları alanındaki LGBTİ+’ların sorunlarını daha da katlamıştı.
Projenin kurucularından Kübra Uzun, “Türkiyeli ve Hollandalı queer sanatçılar, düşünürler ve gece çalışanları ile birlikte düşünmeyi, üretmeyi ve eğlenmeyi odağına alarak iletişim, etkileşim ve dayanışmayla örülen ağı genişletmeyi ve bu ağın tüm bileşenlerini görünür kılmayı hedefleyen çevrimiçi bir platform” olarak tanımlıyor Through The Window’u. “Alan yaratma” düşüncesiyle hareket eden Through The Window ekibi ikinci yıllarında etki alanlarını genişleterek yola devam ediyor.
Son birkaç yıl Türkiyeli LGBTİ+ sanatçılar için hem baskılarla mücadele etmenin, hem de alternatif yollar yaratmanın mücadelesiyle geçti. Bugün belki de LGBTİ+ sanatçılar için daha önce hiç olmadığı kadar alternatif alanlar ve mekânlar mevcut. Politik ve toplumsal atmosfere karşın dayanışma yolları hiç olmadığı kadar açık. LGBTİ+ sanatçılar kendi alanlarını açıyor, çalışıyor ve üretiyor.
Şimdi biraz geriye gidelim.
Türkiye’de queer sanatın tarihi diye bir başlık açmaya çalıştığımızda sanat tarihinin gizlenmiş dosyalarında kalmış birkaç örnek dışında bir külliyat bulamıyoruz.
Yüzüncü yılına yaklaşan Cumhuriyet sürecinde gayrimüslim azınlıklar, Kürt sorunu, işçi hareketleri gibi birçok toplumsal mesela açık şekilde devlet politikası olarak konuşulur, tartışılırken LGBTİ+’ların görünürlüğü üzerine tartışmalar yakın döneme kadar yoktu. Ali Erol 2011 yılında Cogito dergisinin Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram başlıklı sayısına yazdığı “Eşcinsel Kurtuluş Hareketinin Türkiye Seyri” yazısında “eşcinsel realitesinin” Cumhuriyet dönemindeki seyrini “son inkar” olarak tarifliyor. “Eşcinsel realitesi belki de son inkardır. Cumhuriyet Türkiyesini sahiplenenlerin de onu her tondan ve kanaldan eleştirenlerin de tereddütsüz üzerinde anlaştıkları tek konu eşcinselliktir,” diyor Erol yazısında. Adlandırılması ve yüzleşme dereceleri farklı olsa da konuşulmadık konu kalmadığı halde doksanıncı yılına yaklaşırken bile sıranın eşcinselliğe gelemediğini vurguluyor.
1993 yılında bir araya gelmeye başlayan eşcinsel ve trans topluluklarının 2005 yılında ilk kez resmi bir tüzel kişiliğe kavuşması ve 2000’li yıllar boyunca İstanbul’da Lambdaistanbul’un, Ankara’da Kaos GL’nin örgütlenme çalışmaları bugün tariflediğimiz anlamda LGBTİ+ hareketinin de ilk adımlarını atmış oldu.
Dolayısıyla Türkiye’de queer sanatın, LGBTİ+ sanatçıların tarihini anlatırken de bu toplumsal hareketlilik üzerinden ilerlemek doğru olacaktır. Kaos GL dergisinin orta sayfalarında sanatçılara alan açılması, 2008 yılında Hafriyat inisiyatifiyle birlikte Onur Haftası kapsamında açılan “Makul” sergisi ve sonrasında Onur Haftası sergi geleneğinin oluşması, güncel sanat ortamında LGBTİ+ sanatçıların daha da görünür olması, deneysel işlere alan açan galerilerin ortaya çıkması, KAOS GL Derneği tarafından organize edilen “Gelecek Queer” ve “Koloni” sergileri 2000’li ve 2010’lu yıllardaki hareketliliği önümüze serer.
Son birkaç yıldırsa iktidarın politikalarının değişimiyle rüzgâr tersinden esmeye başladı. AB üyelik sürecinin kesintiye uğraması, milliyetçi ve İslamcı politikaların yükselişe geçmesiyle en büyük darbe kadın ve LGBTİ+ hareketlerine indirilmeye çalışılıyor.
Ülkenin siyasi atmosferi tersinden esmeye başlasa da cin şişeden çıktı bir kere. LGBTİ+’ların toplumsal görünürlüğünü geriye düşürmek gittikçe zorlaşıyor. Sanatı ve toplumsal hareketleri birbirini devamlı doğuran ve etkileyen unsurlar olarak ele alırsak sanatçıların da geriye çekilmesi düşünülemez.
Queer sanatın LGBTİ+ hareketinin yarattığı birikimle birlikte ilerlemesi, LGBTİ+ hareketinin de sanatın ve sanatçıların açtığı alanlarla hemhal olması gerek. Through The Window kurucularından Ömer Tevfik Erten de bu ortaklığa dikkat çekiyor. “TTW’nin alışılagelmiş bir sanat projesi olduğunu düşünmüyorum, çünkü onu ortaya çıkaran koşullar yıllardır alanda tartıştığımız ihtiyaçlarımızla şekillendi,” diye vurguluyor Erten. Sanattaki dayanışma ve birlikte hareket etme kültürünün LGBTİ+ hareketinden armağan olduğunu belirtiyor. “Through The Window projesinin içindeyim çünkü sanatımın karşılık bulabilmesi için hem alan açmaya hem de dayanışmaya ihtiyacımız olduğunun farkındayım. Bu tavrı bir kültür inşası olarak görüyorum. Sanatçıların özgürleşmesi beni de özgürleştirecek. Through The Window projesine tam da bu yüzden ihtiyacımız var. Tek başına bir çıkış yok,” diye ekliyor Erten.
Uzun da queer kişilerin, varoluşları gereği aktivizmin özneleri olduğunu vurguluyor. Through The Window’un bu ikinci fazıyla birlikte “alan yaratma” misyonunun daha da belirginleşerek projenin dayanışma ağından güç alan bir platforma dönüştüğüne vurgu yapıyor. “Tam da bu noktadan hareketle bu dönüşümün, doğası gereği farklı kümeleri de içine alarak ve gelişerek devam edeceğini söylemek/öngörebiliyor olmak daha doğru” diye ekliyor Uzun.
Through The Window çıktılarını Instagram, Facebook ve Zoom gibi dijital platformlar üzerinden sergileyen bir proje. Bu bir yandan pandemi döneminin getirdiği bir zorunluluk. Ancak Uzun’a göre bir zorunluluktan da öte erişilebilirliğin önemli bir parçası. “Sosyal medyadaki görünürlüğü, kurgusu, ana çıktılarını beslediği alt çıktıları (Queerler Konuşuyor, Queerler Soruyor, Posta Kartı) ile dijital alanda bir iletişim ağı kuruyor. Her bir yeniden paylaşım veya yeni bir “tag” aslında hem Through The Window’un alanını genişletiyor, hem de habitata yeni aktörler ekliyor,” diye özetliyor Uzun. Ayrıca bundan sonra fiziki ortamlarda sergiler planlasalar da çevrimiçinin her zaman Through The Window için ana mecra olacağını vurguluyor.
Through The Window geçen yıl Hollanda Konsolosluğu’nun desteğiyle başladı ve Konsolosluğun yanında yeni destekçilerle yoluna devam ediyor. Ancak bu maddi bir destekten öte Türkiyeli ve Hollandalı queer sanatçıları bir araya getirmek için de önemli bir fırsat yaratıyor. Ben de Through The Window’un geçen seneki ilk fazında gerçekleşen Queer Activism söyleşisinin parçası olma fırsatı bulmuştum. Radikal sağ politikaların, göçmen karşıtlığının, trans dışlayıcı akımların farklı konjonktüre sahip ülkelerde benzer etkiler yarattığını ve bunlara karşı mücadele yollarının ne gibi ortaklıklar ve farklılıklar taşıyabileceğini tartışmak ve alternatifleri ortaya koymak benim açımdan önemliydi. Tarihsel dinamiklerin, politik ve toplumsal kazanımların farklı ülkelerde yarattığı etkiler birbirimizi besleyecek önemli doneler sunuyor bize. Projenin bir diğer kurucusu olan Simon(e) van Saarloos da söyleşimizde böyle bir ortaklığın aktivizmi ve sanatı bir araya getirmede güçlü bir rol oynayacağını vurgulamıştı. Haklıydı da, iki yıllık süreçte TTW onlarca sanatçı ve aktivisti bir araya getirerek üretmelerini ve üretimlerini görünür kılmalarını sağlayacak bir platforma dönüştü. Farklı arka planlardan, üretim alanlarından video, ses, görsel ve performans sanatçılarını, DJ’leri ve aktivistlerin özgün içeriklerini platformun sosyal medya hesaplarından takip etmek mümkün.
Through The Window bu seneki ikinci fazında da Hollanda’dan ve Türkiye’den 22 queer sanatçının yeni üretimlerini ilk kez sergileyecek, dayanışma partileri ve söyleşilerle de alanını genişletecek. Her zaman olduğu gibi bugün de LGBTİ+ hareketinin ve sanatçıların dayanışmaya, birlikte üretmeye ve kendilerine yeni alanlar açmaya ihtiyacı var. Ve bu dayanışma gitgide büyüyor da. Daha fazla üretmek, tartışmak ve birlikte olmak hepimize iyi gelecek.