SAHA Yazı Dizisi 2020

Aktivizm ve sanatı yeniden bir araya getirmek mümkün mü?

SAHA Yazı Dizisi kapsamında Kültigin Kağan Akbulut, aktivizm ve sanat ilişkisini Türkiye’den örneklere değinerek ele alıyor.

Başka Bir Mimarlık Mümkün gezici atölye, Kültürel Aracılar kapsamında gerçekleştirilmiş atölye. Burak Delier, Gülsuyu, 2010.

“Kültür alanında çalışan birisi olarak bir gün insan hakları alanında ödül alacağım aklıma gelmezdi. Sayın büyükelçinin dediği gibi ‘kültürel haklar uluslararası insan hakları çerçevesinin bir öğesi olmaktan çok daha fazlasıdır. Bir yanda toplumun kültürel hayatına katılım diğer yanda ifade özgürlüğü, her insanın vazgeçilmez hakkıdır.’ Fakat Türkiye’de uzun yıllar kültürel hayata katılım ve sanatsal ifade özgürlüğü, insan hakları mücadelesinde geri planda kaldı çünkü işkence, zorla kaybetme ve hapis gibi daha acil sorunlar vardı. İnsan hakları mücadelesi, birileri başvurabilir diye İnsan Hakları Derneği’nde nöbet tutanlar, gözaltılar olduğunda karakol ve emniyet kapısına giden avukatlar, her türlü engele rağmen toplanan Cumartesi Anneleri’nin yürüttüğü mücadeleydi.”

Yıllardır Tophane’deki kültür ve sanat mekânı DEPO’da yaptığı çalışmalarıyla tanıdığımız, bir süredir de Anadolu Kültür Genel Müdürü olarak çalışmalarına devam eden Asena Günal, Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanlıkları tarafından verilen Alman-Fransız İnsan Hakları ve Hukuk Devleti Ödülü’nü aldığı konuşmasına bu sözlerle başlamıştı.

16 Aralık 2019 tarihinde Ankara Almanya Büyükelçiliği’nde düzenlenen ödül töreninde konuşan Günal konuşmasının devamında insan hakları mücadelesiyle sanatın son dönemde nasıl yan yana geldiğine değindi:

“Bugün Türkiye’de insan hakları alanı kültürü de içine alacak biçimde genişledi. Bunun iki nedeni var. İlki kültür sanata erişimi ve sanatsal ifadeyi insan hakları içerisinde düşünmenin önemi anlaşıldı. İkincisi ise kültür sanat ve sivil toplum alanındaki devlet baskısı arttı. Burada özellikle Osman Kavala’nın iki yıl önce başlayan haksız tutukluluğu ve onu takip eden baskı ve hedef göstermeleri vurgulamak isterim.”[1]

Sivil toplum, medya ve sanat alanlarının kesişimlerinde çalışmalar yapan biri olarak bir süredir aklımda dolanan, ancak bir türlü dile getiremediğim meseleyi Günal bir çırpıda özetleyivermiş.

2011 yılında “Nedir bu güncel sanat?” diye sergileri gezmeye başladığımda beni en çok etkileyen çalışmalardan biri DEPO’da gerçekleşen Ateşin Düştüğü Yer (Türkiye İnsan Hakları Vakfı 20. Yıl Sergisi) olmuştu.[2] Çalışmalarını farklı yönlerden duyduğum sanatçıların böyle bir sergi etrafında bir araya gelmeleri, sanat piyasasının gittikçe ağırlığının hissedilmeye başlandığı bir dönem için anlamlıydı. Zaten DEPO da halen insan haklarını, aktivizmi ve sanatı yan yana getiren çalışmalarına devam ediyor.

Kutuplaşma çağında aktivizm

Dünyamız gittikçe politikleşiyor. Geçen yüzyılın başından bildiğimiz politik kutuplaşmaların ve tartışmaların benzerlerini yeniden yaşıyoruz. 2000’lerin başındaki ‘Tarihin sonu’ tartışmalarından çıkıp yine savaşlarla, toplumsal ayaklanmalarla ve restleşen siyasetçilerle muhatap oluyoruz.

Bu politikleşme dönemi de aktivizmin alanını hiç olmadığı kadar genişletiyor. Ben de çalışmalarımda gazetecilik, sanat yazarlığı ve aktivizmin arasında gidip geliyorum. İlk başta bunları birbirine teğet geçen alanlar olarak kurguluyor ve bu düşünceyle hareket ediyordum. Ancak bu alanların birbirine omuz veren, birbirinden güç alan bir yoldaşlık içinde hareket etmesi gerektiğine dair bir düşünceye ulaşmam zaman aldı.

Politik kutuplaşma, iklim krizi, yeni sağ muhafazarlık, sistematik ırkçılık, mülteci hareketliliği ve son olarak da pandemi dünyanın yeni bir paradigma arayışının sancıları. Ortadoğu’daki savaşlardan Avrupa Birliği içindeki tartışmalara kadar Sovyetler sonrası oluşturulmaya çalışılan düzenin pek de işlemediğini görmeye başladık.

Yakın zamanda Hollandalı ve Türkiyeli queer sanatçıların ve aktivistlerin bir araya geldiği bir online çalışmada sunum yaptım. Gördüm ki benzer dertleri yaşıyoruz, benzer tartışmalar içinde debeleniyoruz, benzer çözüm yolları bulmaya çalışıyoruz. Bütün dünyada, en müreffeh ülkesinden demokrasi sıralamalarında gerilerde kalanlarına kadar sanat ve aktivizm benzer yollarla bir araya geliyor, daha doğrusu gelmeye çalışıyor.

Toplumsal estetik ve taktiksel medya

Aktivizm ve sanat ilişkisini geçen yüzyılın başındaki Dadaizm’den Sitüasyonizm’e varan avangart politik sanatın bıraktığı mirasa kadar götürebiliriz elbette. Ancak bu yazı kapsamında daha yakın zamandan devam etmek istiyorum.

Yazar ve küratör Nato Thompson, İktidarı Görmek: 21. Yüzyılda Sanat ve Aktivizm kitabında[3] yakın geçmişteki sanat ve siyaset faaliyetini etkileyen öncüller olarak iki sanatsal üretim hattını ortaya koyuyor: toplumsal estetik ve taktiksel medya.

Thompson, 1990’larda ortaya çıkan toplumsal estetiği “Hem toplumsal ve kişiler arası olan, hem de gayrimaddi ve dolayımsız olmaktan çekinmeyen bir sanattı. Eylemlerle yapılan bir sanattı. İnsanları içeren ve her zaman müzede yer almayan bir sanattı” diye tanımlıyor.

Fransız küratör Nicolas Bourriaud’ın ‘ilişkisel estetik’ tanımında ya da İngiliz Sanat Tarihi Profesörü Claire Bishop’un ‘katılımcı sanat’ tanımında örneklerini gördüğümüz toplumsal estetik pratikleri çoğunlukla kolektifler ve inisiyatifler üzerinden ilerledi bizde de. Oda Projesi, bir dönem Tarlabaşı’nda faaliyetlerini yürüten PASAJ ya da Gülsuyu Gülensu Dükkânı gibi örnekler kentsel dönüşüm, aktivizm ve sanat ilişkisinde kritik örnekleri oluşturdu.

Thompson taktiksel medya içinse “belirli siyasal yapıları taciz etmeye yönelik müdahaleci bir gerilla kültürel üretim formu,” tanımını kullanıyor. Dünyada özellikle 1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme eylemlerinde örneklerini gördüğümüz taktiksel medya üretimlerini bizde de özellikle internetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmaya başladığı 2000’li yılların ortalarından Gezi hareketine kadar gördük. Anti-pop, 2/5 bz, Esat Başak’ın ve Hasan Özgür Top’un ilk dönem çalışmaları bunun örneklerini oluşturdu.

Tabii ki sanat ve aktivizm ilişkisini bu iki tanıma hapsetmek zorunda değiliz. Güncel sanatı ayrıştıran unsur zaten her zaman toplumsal cinsiyet, patriyarka, milliyetçilik, militarizm, kentsel dönüşüm ve iklim gibi meseleleri ele almasıydı. Politik ajanda sanatın içinde bir şekilde yerini buldu.

Ahlaki ikilem, estetizasyon ve spektekülerlik

Ancak günümüzde sanat ve aktivizm ilişkisini ele almak, sanat ve aktivizm pratiklerini değerlendirmek gittikçe zorlaşıyor.

Sanat eleştirmeni ve filozof Boris Groys On Art Activism yazısında[4] sanat ve sosyal hareketliliği kaynaştırma girişimlerine iki zıt perspektif tarafından saldırıldığını vurguluyor: geleneksel sanat ve geleneksel aktivizm taraflarından. İlk taraf ahlaki amaçların sanatsal yeterliliğe sekte vurduğunu vurgularken, diğer taraf da tam tersi bir noktadan, ‘estetizasyonun’ ve ‘spektekülerliğin’ amaçlanana zarar verdiği için eleştiriyor.

Groys 2014 yılında yayınlanan makalesinde Artur Żmijewski küratörlüğündeki Berlin Bienali’ni örnek veriyor, ancak sonrasında da benzer tartışmaları Venedik Bienali başta olmak üzere çeşitli uluslararası sanat etkinliklerinde, en çok da Ai Weiwei’nin bazı eserlerinde gördük, okuduk.

Türkiye’de de aktivizm ve güncel sanat meselesinde benzer tartışmaları yaşadık. Vahit Tuna’nın YANKÖŞE’de yer alan ilhamını 2018 yılında erkekler tarafından öldürülen 440 kadına ithafen yaptığı 440 kadın ayakkabısından oluşan İsimsiz yerleştirmesine getirilen eleştiriler bunun yakın zamanlı örneği oldu.

Ancak güncel sanat alanında, yankı bulmasa ve ses getirmese de estetizasyonun ve spektekülerliğin amaçlanana zarar verdiği ya da en azından vermeye yaklaştığı örnekler çok fazla. “Öldürülen kadınlar için taştan heykel yaptı, her taşın üstüne öldürülen bir kadının ismini yazdı” diye internet aramasında bulabileceğiniz benzer birçok üretim Groys’un dile getirdiği eleştirilerin en canlı örneklerini oluşturuyor. 

Başka bir noktadan bakarsak da birçok güncel sanatçı bu tehlikenin farkında. Sanatçı Burak Delier, Aracıların Değişen Konumu ve Hoşnutsuzlukları başlıklı yazısında[5] ‘Kontratak’, ‘S.T.ARGEM.’ ve ‘Gülsuyu-Gülensu Dükkanı’ gibi deneyimlerinden öğrendiği en acı dersin “özellikle siyasi gruplarla ilişkinin, daha genel olarak sanatın öznelerinin ve siyasetin öznelerinin bir araya gelmesinin ancak yüzeysel olarak başarılabileceği” olduğunu belirtiyor. Delier şunları ekliyor: “Böyle bir birliktelik -tabii birliktelik denebilirse-, mesafe sürekli korunarak mümkün olabiliyor. Trajik olansa, güncel sanat alanında üretilen söylemin çok zengin bir siyasallık taşımasına karşın alt sınıflarla, marjinalleştirilenlerle, siyasal aktivist ve militanlarla ilişkinin hep başarısızlıkla sonuçlanması.” Delier bunun nedenlerini de güncel sanat alanının maddi ve simgesel ekonomisi, güncel sanat alanının sosyolojisi ve sanat alanının taşıdığı siyasetle alt sınıfların ve siyasal grupların siyasetinin farklı temellere, vizyonlara ve motivasyonlara sahip olması gibi üç nedene bağlıyor.

Taktiksel medya açısından da benzer çekinceleri dile getirmek çok zor değil. Türkiye’deki örneklerden bahsederken Gezi hareketine kadar sınırlandırmıştım. Çünkü Gezi’yle beraber toplumun imge üretimi çok hızlı bir şekilde ivmelendi. Gezi’den önce belki taktiksel medya içine koyabileceğimiz görsel üretimler artık kendilerine ne sanatçı ne imge üreticisi diyen, sadece sosyal medya kullanıcısı olan kişiler tarafından da üretilir, yeniden üretilir ve dolaşıma sokulur oldu. Bunu bir yandan imge üretiminin demokratikleşmesi açısından önemli buluyorum, ancak bir yandan da böyle bir düzlem içinde sanatçıların edindiği rollerin kaydırılmış olduğu da bir gerçek.

Günümüz sanatçılarının sanat ve aktivizm arasındaki ilişkide nerede duracaklarını bulmaları hiç kolay değil. Elbette sanatçılar sanat üretmeye devam ediyor, elbette bazı sanatçılar aktivist hareketlerin içindeler. Ancak bu ikisinin buluşmasına dair tartışmalarda en çok hissettiğim duygu ‘tedirginlik’ ve ‘temkinlilik’ oluyor. SALT’ın 2017 yılında açtığı Yararlı Sanat Ofisi’nin ilk buluşmasındaki tartışmalarda bu tedirginlik ve temkinlilik halini çok net bir şekilde görmüştüm.

Gezi hareketine dönersek… Gezi döneminde birçok güncel sanatçı ‘rol çalmamak adına’ bir adım, hatta birkaç adım geri çekilmeyi uygun görmüşlerdi. Ki baktığımızda Gezi’ye dair geniş kapsamlı bir sergi görmememizin sebeplerini de burada arayabiliriz.

Ancak tabii ki işin sadece ahlaki bir geri çekilme boyutu yok. Dansçı ve performans sanatçısı Erdem Gündüz’ün Duran Adam çalışmasını hatırlatayım. “Çalışma” diyorum çünkü üzerinden yıllar geçmesine rağmen performans olarak mı, sivil itaatsizlik eylemi olarak mı tanımlayacağımızı halen bilemiyoruz. Bir yanda sanat, siyaset ve aktivizmin ince teğellerle bir araya getirilmesi, bir yanda jestüel pratiklere dönüşen sanat pratiklerine karşı tam tersi bir noktada ‘durma’. Her an dönüşen koşullarda günümüz sanatçısının en zor görevi böyle bir 4 ince çizgiyi yakalayabilmek. Ancak her an değişen politik ve toplumsal iklimde bu çizgiyi yutturabilmek hiç de kolay değil.

Alçakgönüllü bir üretkenlik mümkün mü?

Belki de bu tedirginlik ve temkinlilik halini alçakgönüllü bir üretkenlikle dönüştürebiliriz. Toplumsal hareketlerle organik ilişkiler kurarak, sanat üretimini büyük amaçlardan sıyırıp tevazuya dayanan bir dil tutturabiliriz.

Sanat pratiğini bir aktivizm yöntemi olarak belirleyen sanatçıları bir araya getirmeyi amaçlayan rezidans projesi olan Transformative Art Project for Activists (Aktivistler için Dönüştürücü Sanat Projesi)[6] bu yolda atılmış önemli bir adım mesela. Ancak atılması gereken çok adım var. Türkiye’de binlerce mülteci sanatçı var ve üretimlerine devam etmenin yollarını arıyor. Maalesef ki birkaç küçük kurum dışında mülteci sanatçıların üretimleri ya da sanat dünyasına entegrasyonuna dair çalışmalar göremedik.

Kolay değil tabii ki. Yazı boyunca değindiğim estetik ve ahlaki meseleler bir tarafta. Bunun yanında sivil topluma ve aktivizme baskılar bütün dünyada artıyor. Yıllardır sivil toplum ve sanatı bir araya getiren Osman Kavala’nın 1000 günü geçen haksız tutukluluğu hepimizin başında Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor.

SAHA Yazı Dizisi kapsamında 2020 yılının konuk yazarı Kültigin Kağan Akbulut tarafından SAHA Derneği desteğiyle yazılmıştır. Ağustos 2020 www.saha.org.tr


[1] Asena Günal’ın konuşmasına dair haber: http://bianet.org/bianet/insan-haklari/217216-alman-fransizinsan-haklari-odulu-asena-gunal-in

[2] http://www.depoistanbul.net/event/atesin-dustugu-yer-turkiye-insan-haklari-vakfi-20-yil-sergisi/

[3] https://press.ku.edu.tr/kitap/iktidari-gormek/

[4] https://www.e-flux.com/journal/56/60343/on-art-activism/

[5] https://press.ku.edu.tr/kitap/sanat-dunyasinin-senaryolari/

[6] http://transartact.org/

İlginizi Çekebilir

© 2020