Eleştiri

Meşgul Şehir: Araştırma sergilerinden ne bekleriz?

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ndeki “Meşgul Şehir” sergisini Oktay Orhun sergi tasarımı bağlamında ele aldı.

Karaköy’de geçit töreni yapan Britanyalı askerler. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu

Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na bağlı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul’un işgal yıllarını ele alan bir sergi düzenliyor. 10 Ocak’ta açılan sergi, yıl boyunca açık kalacak ve 26 Aralık’ta sonlanacak. Daha başlangıçta derlediği malzeme ve bu malzemeyi aktarış biçiminden ziyade sergi, tercih ettiği Türkçe adıyla tartışma yarattı: Meşgul Şehir.

Sergiyi hazırlayan ekip belli ki Arapçanın kök bükümlü dil olmasını seviyor, bunu Türkçeyi keyfince esneten sözcük oyunu olarak görmemizi istiyor; bu durumda ben de burada zarfa değil mazrufa bakacağımı baştan söyleyeyim: Bilindiği gibi İstanbul, 13 Kasım 1918’de kentin önemli ve stratejik noktalarının kontrol altına alınmasıyla İtilaf Devletleri tarafından fiilen işgal edilmiş oldu. Britanya’nın ağırlığı ve öncülüğünde Fransız ve İtalyan kuvvetleri de şehirde konuşlandılar. 16 Mart 1920’ye gelindiğinde yönetime de el koyan bu kuvvetler, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması sürecinde ancak 6 Ekim 1923’te kenti terk edeceklerdi. Olaylar kabaca şöyle gerçekleşti: İtilaf Devletleri Donanması, 7 Kasım’da mayınları temizlemek bahanesiyle Çanakkale Boğazı’ndan geçti ve İstanbul’a ulaştı. Altmış bir savaş gemisinden oluşan donanma, 13 Kasım 1918 günü İstanbul önlerine demir attı. On bir savaş gemisi ve bir Yunan zırhlısının da katılmasıyla, İstanbul önlerinde demirleyen gemi sayısı 73’e çıktı. Aynı gün İtilaf Filosu’ndan çoğu İngiliz 3626 asker karaya çıktı. Beyoğlu’ndaki İngiliz Kız Lisesi törenle işgal karargâhı hâline getirildi. Karargâh, ikmal ve itikal süreçlerini organize ederken işgali ilhaka yoğurmaya çalışacak adımları atmaktan geri durmadı: Gerçekten de İstanbul önlerinde demirleyen gemi sayısı 15 Kasım’a kadar 167’ye çıktı. İşgalci kuvvetlerin sayısı da bu süreçte günbegün arttı. İşte, “Meşgul Şehir: İşgal İstanbul’unda Siyaset ve Gündelik Hayat” sergisi, bu idare altındaki esir başkente ve daha ziyade onun dinamik ve çelişkilerle yüklü günlük yaşamına mercek tutuyor.

“Boğaz ve Haliç’in Girişi.” Arka planda savaş gemileri gözüküyor. Alexandre V. Pankoff, Constantinople. Original Designs and Paintings of Alexandre Pankoff, 1922–1924. Fotoğraflar: Hadiye Cangökçe. Ömer Koç Koleksiyonu

Sergileme biçimleri bağlamında “Meşgul Şehir

“Meşgul Şehir” bir araştırma sergisi. Bu da bizi ilk kritik sorumuza getiriyor: Sosyolojik ve tarihsel birikimi, görselleri, imajları ilk defa karşımıza getiren ve bize alan açan araştırma sergilerini nasıl eleştireceğiz? Bu soru sanırım iki yönlü ele alınabilir. İlki malzemeyi bütünüyle paranteze alıp sadece ziyaretçi deneyimine ve ilişkilerine odaklanarak. Bu başlık altında ancak oldukça kısıtlı sorular dillendirilebilir: “Burada toplam malzemenin teşhiri nasıl bir tasarımla sunuluyor? Mekânın fiziksel sınırları verimli kullanılmış mı? sergiyi düzenleyen kurumun maddi imkânlarıyla uyumlu bir sunum var mı?” vesaire.

“Meşgul Şehir”in tasarımı, Pera Müzesi başta olmak üzere birçok kurumla çalışan PATTU tarafından gerçekleştirilmiş. Mimarlık, kent araştırmaları, sergi ve grafik tasarım alanlarında işler üreten bu ekip, ANAMED’deki “Çatalhöyük” (2017) sergisinden Türkiye İş Bankası’nın “İstiklal” (2019) sergisine kadar birçok yerde karşımıza çıkmıştı. Bunlar dışında 2018’de DEPO’da “Ani: Taşın Şiiri”, 2019’da Kadir Has Üniversitesinde “Atüfetlü Efendim Hazretleri”, 2019’da Yapı Kredi Kültür Sanat’ta “Sagalassos” ve 2020’de Müze Otel Antaya’daki kalıcı sergileri, bir çırpıda akla gelen diğer örnekler. Bugüne değin en akılda kalıcı kurulumları, malzemenin de izin vermesiyle, Pera Müzesi’ndeki “İstanbul’da Bu Ne Bizantinizm” (2021) sergisiydi. “Meşgul Şehir”de de toplam materyalin sınırlı mekân içinde olabilecek en iyi şekilde sunulduğunu görüyoruz. Özellikle ağırlıklı olarak iki boyutlu olan materyale çeşitli şekillerde ufak da olsa hacim kazandırma arzuları dikkat çekici. Ekibin süregelen tüm işlerindeki bu yüksek standart aynı şekilde her zaman takdir edilmeli.

Yine de burada tercih edilen renk paleti üzerine bir şeyler söylenebilir: Erguvan, sur moru, Tyrian kırmızısı, ne isim verirseniz verin; burada Bizans imparatorluk rengi etrafında örülen bir palet söz konusu. Nitekim “İstanbul’da Bu Ne Bizantinizm” sergisinde de haliyle bu renk tercih edilmişti. Orada Bizans’ın popüler kültür içindeki yansımaları konu edildiği için maviyle sarmalanmış ve neonlarla öne çıkarılmıştı. Buradaysa ağırbaşlı takdimi sağlamak için I. Justinianus’u betimleyen mozaiği de andıran bir dengeleme var. İstanbul, işgal edildiği zaman 465 yıldır Müslüman-Türk bir hanedanın yönetimindeydi. Bunca yıl şehrin betim rengi, alımlama sureti değişmedi mi yoksa bu değişim görmezden mi gelindi? Kabul ediyorum, bu kısmen afaki bir soru. Yine de daha net bir şekilde şöyle sorabiliriz: İşgal dönemi İstanbul’unu anımsatan renk erguvan mı olmalı? Peki, sergi afişinde tercih edilen grafikle mekân içinde tam bir uyumun sağlanamamış olmasını, sergi kurulumundaki fon yazı ilişkisine ve renk tercihlerinden bağımsız bir tercihin uygulanışını bu bağlamda nasıl değerlendirmeliyiz? Kuşkusuz burada komplo aramanın manası yok; zihniyetin yapılanışıyla ilgili bir mesele. Metnin sonunda bu keyfiyete tekrar değineceğim.

Ayrıca sergide etkileşimli ekranlar sorunsuz ve hızlı çalışıyordu, daha ne olsun! (Buradaki müstehzi ifade kimi büyük sergilerde deneyimlediğimiz sürgit bir probleme işaret etmek için: Sözgelimi son İstanbul Bienali’nde dahi birçok panelle sağlıklı herhangi bir etkileşime girmek mümkün değildi.)

Araştırma sergilerinin malzemesinin sergilenme şeklini paranteze aldığımızda ele alabileceğimiz bir diğer konu da ziyaretçi ilişkileri. “Meşgul” ifadesi üzerinden dönen tartışma da bununla ilgili. Bu konu daha ziyade sosyal medyada tartışıldığı için bunu da metnin ilerleyen kısmına bırakalım. Şu noktada sergi mekânında güvenlik ve görevlilerin nazik ve güler yüzlü olduklarını yazayım, yeter; ki bu aslında oldukça önemli. Enstitü ve özel(leşmiş) kütüphaneler insanların uğrak mekânları içinde yer almıyor. Sözgelimi Pera Müzesi’ndeki sirkülasyon ile İstanbul Araştırmaları Enstitüsündeki bir değil. Bu durumda enstitü ya da kütüphaneye insanlar ilk geldiklerinde “kendilerini yakıştırmadıkları yabancı bir yerde fazlalıkmış hissi”ni yaşamamalı. Bu hissin yaygınlığını kentin ayrıcalıklı katmanları çoğunlukla unutuyor. Kurumlarla kamunun sahici etkileşiminin artması için buradaki güler yüzlü nezaketin yayılması gerek.

Serginin içeriği: İşgal İstanbul’unda ne görebiliriz?

Şimdiye değin kısmen yapay bir ayrıma giderek malzeme ile tasarımı birbirinden büsbütün kopardık. Kuşkusuz bunlar birbirleriyle etkileşiyor ve bir yere kadar birbirlerini tanımlıyorlar. Yine de yazının bu noktasından sonra tasarımını bir kenara bırakıp sergilenen malzemenin içeriğine odaklanacağım. Serginin küratörleri uluslararası bir danışma kurulundan destek alan Daniel-Joseph MacArthur-Seal ve Gizem Tongo. Bu durumda seçilen malzeme ve bu malzemenin birbiriyle ilişkisi başta bu iki adın eleğinden geçmiş olmalı. Bu durumda eleği gözden geçirirken yönteme ilişkin ilk ve en önemli sorumuz şu olabilir: Bir araştırma sergisi ne murat eder? Ele aldığı konuyu bütün yönleriyle izleyicisine eksiksiz aktarmayı mı? Bu olası yanıtın bütünüyle (ama bütünüyle) yanlış olduğunu herhalde artık herkes biliyordur: Sonuçta araştırma sergileri ele aldığı konu ve dönemin “kimi” ürünlerini belli bir “anlatı” şekilde sunar. Bu sunumu olabildiğince etkili ve akılda kalıcı şekilde yapmaya gayret gösterir. Malzemeyi “seçme” ve dışarıda bırakma mecburiyeti daha masabaşı üretim sürecinde amacı politize eder. Ve nihayet sergi, izleyicisi ile buluştuğu zaman onun zihnini, diyelim ki A noktasından B noktasına doğru usulca bükmeye çalışır. Eğer sergi, bütünüyle ticari ise ya da olası en geniş kitleye seslenmeye çalışıyorsa halihazırda A noktasında duran zihnin kabullerini pekiştirmeye yarar. Bu ikinciyi araştırma sergileri dışında kimi popüler bilim tarihi sergileri (örn. “Cezeri’nin Olağanüstü Makineleri” Sergisi) ya da kalıcı takdimler (örn. Panorama 1453 Tarih Müzesi) de örnekler aslında.

“Meşgul Şehir” sergisi; sergiye destek veren akademisyenler, bilim kurulu ve kurucu ekip farkında olsun olmasın, olabilecek en ürkek şekilde zihniyeti bükmeye çalışıyor. Oysa çok daha cesur olabilirler, ama bunun kanalı işgal İstanbul’u olmamalı. Sanırım bunu şu şekilde ifade edebilirim: “Meşgul Şehir” sergisi bütünüyle izleyicinin alımlamasına bırakılmış bir sergi. İzleyici sergide çok dilli, çok kültürlü, zor şartlar altında yaşasa da dinamizm kazanmış ve artık kendini (yeniden ve kısmen) özgürce göstermeye başlamış azınlıkları ve ötekileri de bulabilir. Ama aynı şekilde izleyici işgal kuvvetlerinin şehre kattığı modernlik pratiklerini ve zenginliği de fark edebilir. Öte yanda haysiyet talebi etrafında yurdunu geri kazanmaya çalışan Türk aydını ve köylüsünü de izleyici bu sergide pekâlâ görebilir. Yani izleyicinin meşrebi, onun önceden tanımlı mihenk noktasını (ya da yukarıdaki örnekle ilişkili olarak A noktasını) tanımlar ve sergi bu dayanağı pekiştirir. Denebilir ki akademik mesafe tam da bunu gerektirir, doğrudur da. Ne var ki “sergi” bunun mecrası değildir. Çünkü böyle yaparak sergi kendi sesini kısmış olur. İzleyiciye seslenme imkânını daraltmış olur. Örneğin göçmenlere kucak açan, çok kültürlü bir İstanbul tahayyülü inşa edilmek isteniyorsa bu takdim buna ne yazık ki düşünüldüğü kadar katkı sağlamaz. Bu açıkçası diğer mihenk noktaları için de geçerli.

Bu konunun çeperinde başka bazı meseleler var. Örneğin Charles King’in Pera Palas’ta Gece Yarısı: Modern İstanbul’un Doğuşu kitabını düşünelim: Popüler ve son derece etkili bir tarih anlatısı olarak kitabın ilk bölümlerinde neredeyse işgalin sürmediğine üzülecek gibi olursunuz. (Netflix’teki serbest uyarlamada bunu nasıl tersine çevrilmeye çalışıldığını anımsayalım.) Bu garabet hissin belli bir toplumsal grupta zaman zaman uyanıyor olması, bu uyanışın beraberinde suçluluk duygusu uyandırması da yeni değildir üstelik. Neredeyse edebiyatımızın kurucu kuşağı çeşitli şekillerde bu sarmal konu ve onun duyguları etrafında şekillenir. Neoliberalizmin küresel zaferiyle birlikte özellikle kentlerdeki mekânsal kompartmantalizasyonun, her biri kendini “egemen” hisseden kültürel gettolar üretmesi sonucunda günümüzde de bu zihinsel yarılmalar başka başka şekillerde toplumsal yaşamda kendini göstermektedir. (Bunun Medeniyetler Çatışması tezinin “bölünmüş ülke analizi” ile de ilgisi var ama takdir edersiniz ki Huntington’dan alıntı gerçekleştirmek istemiyorum.) Bunun en yalın hali dar-grupçu, ayrıcalıklı sektörlerin “kitle” ile karşılaşıldığında yaşadığı şok durumunda karşımıza çıkar.

Sözgelimi işgal dönemi İstanbul’unda siyaset ve gündelik hayatı ele alan bir sergi yaparsınız. Serginin adında bir sözcük oyunu gerçekleştirir ve bileşenleri buna ikna edersiniz. Ama tartışma yaratabileceğini de bildiğiniz için alt başlıkta serginin adını İngilizce çevirisinden ufak bir farkla yazarsınız. (Afişi lütfen inceleyiniz.) Kendi sesinin yankısını hesap ve talep etmeyi mecbur kılan sosyal medyada sadece zarfla ilgilenen linçe meyilli kitleler reaksiyon gösterdiğinde de şaşırırsınız. Logos’a seslenen bir araştırma sergisinin kamuyla (onları kendine davet ederken) ancak ve ancak Pathos aracılığıyla ilişki kurabileceğini atlamışsınızdır. Dahası bu tercihiniz kötüdür de. Ne TDK’de ne TDD’de ne Kubbealtı’nda bu ölçekte böyle bir kullanım vardır zira. Sergide duvarda yazılıp izleyiciye belletilmeye çalışılan “meşgul”ün sözlük anlamı Kubbealtı’ndan kırpılmış. Oysa bu lügatte o kısımda tam olarak şu yazar ve dildeki olası kapsam da işaret edilmiş olunur: “2. Başkası tarafından kullanılır, işletilir, çalıştırılır durumda olan, tutulmuş, işgal edilmiş: ‘Banyo meşgul mü?’ ‘Telefonunuz meşguldü.’”

Meşgul Şehir sergisinden görünüm, Fotoğraf: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü

Üstelik yaşayan dilin kendisi (bu durumda Türkçe) kendine kattığı sözcükleri belirli anlamlarda kullanmak üzere alır. Dahası bazen gündelik hayatta sözcük kendiliğinden niyetten bambaşka anlamlar dahi kazanabilir: Galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır. Demem o ki, kamuda burjuva liberal kurumlara geniş çaplı bir güvensizlik varken tercih edilen bu keyfiyetler aslında çoğulcu bir toplum inşa etmemizi de zorlaştırmaktadır.

Sonuçta “Meşgul Şehir” sergisi bu denli çok soru sordurabildiği, tartıştırabildiği, ortak geçmişimizin hüzün dolu bir dönemini ve yaptığımız doğru ve yanlışları anımsattığı, geleceğe dair demokratik çoğulcu bir Türkiye tahayyülünü en azından bana anımsattığı için önemli bir sergi. Bitirirken araştırma sergileri, metin odaklı olduklarından ziyaretçiler için yorucu olabiliyor; o yüzden ben böyle sergilere soluklanma tabureleri konulması taraftarıyım, bunu bu vesileyle kayda geçirmek isterim.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Esra Özdoğan'ın Galeri Nev İstanbul'da gerçekleşen "Makinedeki Hayalet" sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

© 2020

Exit mobile version