Kültür Yöneticisi Emre Erbirer’in kültür.limited, Istanbul Art News ve altZine gibi mecralarda yayımlanmış yazıları Argonotlar Kütüphane’de. Erbirer’in yazıları önümüzdeki süreçte Argonotlar’a aktarılacak ve herkesin erişimine açık olacak.
Kültür sektörü bir süredir bir açmaz içinde. Bugüne kadar bütün bildiklerini unutturan, ezbere yapılan her şeyi bozan, insan kaynaklarından izleyici geliştirmeye, programlamadan pazarlamaya bütün tabuları yıkan bir kitle ile karşı karşıya: Milenyum Kuşağı.
Mart ayında ArtsProfessional’da yayınlanan bir makale, kültür sektörünün neden milenyum kuşağından çalışanlara ihtiyaç duyduğunu ve bu kişileri işe almanın neden bu kadar zor, ama bir o kadar da önemli olduğunun altını çiziyordu. Online müzayede sitesi Invaluable tarafından Nisan ayından yayınlanan “Sanata Yönelik Amerikan Tutumları” (American Attitudes Toward Art) araştırmasına göre ise milenyum kuşağına ait sanat takipçilerinin kültür-sanat adına yeni keşiflerini artık müzeler ve galeriler gibi fiziksel mekanlarda değil sosyal medya ve dijital mecralarda yapma eğiliminde olduğu ortaya çıktı. Araştırmadan çıkan bir başka sonuç ise, jenerasyonlar arasındaki sanat yaklaşımının farklılıklarına dikkat çekiyor. Örneğin, 18-24 yaş arası öğrenci statüsündeki milenyum kuşağı gençlerinin %42’si sanata yatırım yapmanın çok iyi bir fikir olduğunu düşünürken bu oranın 25-34 yaş arası milenyum kuşağı gençlerinde ise %36 olduğu görülüyor. International Arts Manager’da Eylül ayında yayınlanan bir makalenin başlığı ise bu konu hakkında daha çok tartışmamız gerektiğine işaret ediyor: “Y jenerasyonu neden klasik müzik konserlerine gitmiyor?”
Aslında her şey 1987 yılında William Strauss ve Neil Howe’un yazdıkları makalede “millenial” (milenyum kuşağı) terimini kullanması ile başladı. Y jenerasyonu (Generation Y) olarak da adlandırılan bu kuşak, hem kuşaksal olarak X ve Z kuşakları arasında kalmıştı, hem de fiziksel olarak bir sıkışmışlık yaşıyordu. Sosyal bilimciler ve araştırmacılar tarafından farklı tarih aralıkları kullanılsa da, genel kanı bu kuşağın 1980 yılında doğanlar ile başladığı ve 1990’ların ortasında sona erdiği. Araştırmalara göre X jenerasyonu genel olarak yaşadığı hayattan mutlu, emeklilik veya ev için para biriktiriyor, büyük bir çoğunluğu kendini girişimci olarak görmüyor. Z jenerasyonu ise ilişkiler konusunda bir önceki jenerasyonlara göre başarısız, maddi konularda temkinli, ancak çok para kazanacağı bir iştense tatmin olacağı bir işi yapmak istiyor. Bir yerde sabit çalışmaktansa kendi işinin patronu olmayı tercih ediyor. Y jenerasyonu ise X’in aksine yaşadığı hayattan “tam olarak mutlu” olduğunu söyleyemiyor, popüler kültür, müzik, moda ve teknoloji ile ilgileniyor, aile ve arkadaş kavramlarına önem veriyor, hayata daha toleranslı yaklaşıyor ve liberal düşüncelere sahip. Yine araştırmalar gösteriyor ki Y jenerasyonunun çoğunluğu topluma faydalı olmak istiyor ve kendilerini yenilikçi olarak görüyor. Bu noktada aynı tutumu çalıştıkları şirketlerden de bekliyor.
Kendilerinden bir önceki kuşakla arasında şeffaf bir çizgi olsa da o kuşağın politik duruşu, ekonomik kaygıları, dini ve toplumsal ihtiyaçları ile taban tabana zıt görüşler taşıyan, ancak kendilerinden bir sonraki kuşakla ise iletişim kurmakta zorlanan, bu kuşağı ilgisiz, kaygısız, amaçsız olmakla suçlayan, hibrit, arada kalmış bir kuşaktan söz ediyoruz. Peki bu kuşak neden diğerlerinden farklı? Neden arada kalmış? Bu arada kalmışlık nasıl bir önem teşkil ediyor? Ve tabii ki neden kültür sektörü için bu kadar önemliler?
İnsan kaynaklarında kilit rol: Y Jenerasyonu
Milenyum kuşağının tüm dünyada şirketler tarafından şu anda en çok tercih edilen elemanlar olarak görülmesinin başlıca nedenleri arasında bu “hibrit” durum geliyor. Kendilerinden önceki kuşakları, gelenekleri, kültürü anlama ve aktarma yetisine ve onlardan farklı olarak bunu teknoloji ve dijital veriyi kullanarak işleme yeteneğine sahip Y jenerasyonu, aynı zamanda bütün bu veriyi Z jenerasyonu için de anlamlı kılma potansiyelini taşıyor.
Kültür sektöründe ise bu durum başka bir birleşimi gerektiriyor. Teknoloji, veri yönetimi, iletişim ve müşteri ilişkileri gibi alanlarda uzmanlık ve tabii ki sanata olan tutku. İşte bu noktada topluma ve kendilerine faydalı işler yapmak isteyen ve kendilerini ve çalıştıkları kurumları “yenilikçi” olarak addeden bu kuşak devreye giriyor. Ancak bu kuşağın da çalıştıkları işlerden beklentileri bir önceki kuşaklardan oldukça farklı. Sanatı profesyonel bir kariyer olarak gören bu kuşağa göre iş tanımlarından maaşa, kariyer hedeflerinden kurum kültürüne kadar birçok şey onların bu sektörde çalışmaları için birer motivasyon aracı.
Kültür-sanat alanında faaliyet gösteren tüm kurum ve şirketlerin diğer endüstrileri oldukça geriden takip ettiği bir alan ise bu kuşağın öne çıkmasını sağlıyor: Veri analizi. İnsan kaynaklarından iletişime, pazarlamadan programlamaya kadar birçok konuda kurumların ihtiyaç duyduğu araştırma, veri girişi, analiz, arşivleme ve raporlama çalışmalarını yapmaktan kaçınan kültür kurumları, bu veriler olmadan gerçekleştirdikleri iletişim ve pazarlama çalışmaları ile doğru kitlelere ulaşamıyor, araştırma yapmadan hayata geçirdikleri programlar ve izleyici geliştirme yöntemleri ile hedeflerini gerçekleştiremiyor. Y jenerasyonu ise, işte bu noktada devreye giriyor. Onlar, kültür sektöründe çalışan kurumların daha çok kar elde etmeleri, daha iç görülü bir programlama yapmaları ve maksimum izleyici kapasitesine ulaşmaları için kilit rol üstleniyorlar.
Y-eni yaklaşımlar
Kültür sektörünün milenyum kuşağı ile ilgili bir başka dikkate alması gereken konu da bu kuşağın sektörün en büyük katılımcısı ve müşterisi olması. 2011 – 2015 yılları arasında Ulusal Farkındalık, Tutumlar ve Kullanımlar Çalışması (National Awareness, Attitudes, and Usage Study) tarafından yapılan araştırmaya göre milenyum kuşağı kültür kurumlarının en sık gelen ve en sadık ziyaretçileri. Aynı araştırmaya göre müzeler, performans sanatları merkezleri, tarihi alanlar gibi kültür mekanlarını ziyaret eden kitleler içerisinde büyük çoğunluğu oluşturan milenyum kuşağı bu kültür merkezlerini ziyaret etmekle kalmıyor, dijital olarak buralarla etkileşime giriyor, aynı yıl içerisinde burayı çoğunlukla bir kez daha ziyaret etmeyi planlıyor ve bu mekanları arkadaşlarına tavsiye ediyor.
Şu anda dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu Y jenerasyonu oluşturuyor. Dünyada nicel olarak en büyük nüfusu oluşturmanın yanı sıra; en eğitimli ancak istediği işi bulamayan, en iyimser, en uyumlu, en dindar olmayan ve demokratik kitleyi de onlar oluşturuyor. Peki bütün bu veriler ve nitelikler bize kültür sektöründe milenyum kuşağını nasıl ele almamız gerektiği ile ilgili neler söylüyor? Y jenerasyonu kültür tüketiminde neleri tercih ediyor? Hangi konularda diğer kuşaklardan ayrışıyorlar? “Kültür” onlar için ne ifade ediyor? Kültür tüketiminde ve tercihlerinde rol oynayan etmenler neler? Bu sorulardan yola çıkarak oluşturulacak bir kültürel içerik programı ve ona bağlı olarak geliştirilecek bir pazarlama ve iletişim planı şu anda kültür sektörünün üzerinde en çok çalışması gereken konu.
Özellikle klasik müzik gibi çok net ve yaş/gelir ortalaması olarak “yüksek” seyreden bir hedef kitlesi olan alanlarla ilgilenen kültür kurumları bir süredir bu jenerasyona ulaşmak, kitlelerini genişletmek ve gençleştirmek için birçok farklı yöntem deniyor. Bu alanda adım atan ilk kurumlardan biri 2008 yılında “Dijital Konser Salonu” (Digital Concert Hall) projesini hayata geçiren Berlin Filarmoni Orkestrası (Berliner Philharmoniker) oldu. 2008’den beri her sezon 40’ın üzerinde konseri canlı yayınlayan, 50 yıldan fazla geriye dönük yüzlerce arşiv kayıtlarını açan, konserlerle ilgili açıklamalar ve röportajlar yayınlayan, sanatçı portreleri ve belgeseller ile her geçen gün içeriklerini genişleten ve son olarak aile üyelerine yönelik farklı eğitim programları hayata geçiren Berlin Filarmoni Dijital Konser Salonu, klasik müzik dinleyicilerini/izleyicilerini farklı bir yaklaşım ile ele alıyor. Dijital Konser Salonu’nun Yazılım Geliştirme Direktörü Alexander McWilliam, 2014 yılında yazdığı bir yazıda klasik müzik alanında bu projenin izleyici geliştirme konusundaki katkısını şöyle açıklıyor: “…Bazı insanlar müzik kadar sosyal teşhirden de keyif alır. Bazı insanlar koleksiyoncudur. Bazı insanların klasik müzikle yavaş yavaş tanıştırılması gerekir. Bazı insanlar HiFi konusunda duyarlıdır ve diğer insanların arabaları veya bahçeleri için hissettiklerini onlar müzik dinleme deneyimleri konusunda hissederler. Bazı insanlar eskisi kadar mobil veya varlıklı olamayabilir ve bir süre sonra orijinali yerine elverişli olanı tercih edebilirler. Bazı insanların ise yaşadıkları şehirlerde iyi müzik enstitüleri yoktur, tabii eğer bir şehirde yaşıyorlarsa.” Bu noktada Dijital Konser Salonu’nun Berlin Filarmoni’nin konser salonlarındaki koltukları doldurmak amacıyla yaratılmış bir promosyon aracı olduğunu düşünmek yanlış olur. Bu proje, en başından itibaren klasik müziği farklı kitleler ile buluşturmak, yeni bir klasik müzik deneyimi oluşturmak ve yeni bir klasik müzik dinleyici kitlesi kazanmak için tasarlanmıştır.
Klasik müzik alanında bir başka örnek de yeni jenerasyonlara ulaşmak konusunda çözümü doğrudan seyircilere sorarak, projeyi de onlarla birlikte geliştiren Amsterdam Royal Concertgebouw Orktrestrası’ndan. RCO tarafından yapılan araştırmalar ve sorulan “Bir klasik müzik konseri 2.5 saat sürmeli mi, yoksa bir saatte de müziğin değerini göstermek mümkün mü? Ara olmalı mı, olmamalı mı? Gelen izleyicileri nasıl ağırlamalıyız?” gibi sorular Orkestra’nın 2009 yılında programına yeni konser serileri eklemesini sağlamış. Orkestra tarafından 2009 yılında hayata geçirilen “Tracks” adını taşıyan konser serisi bu yeni nesil klasik müzik seyircilerini hedefliyor. Saat 9’da başlayan, sadece 1 saat süren, ara verilmeyen bu konserler çoğu zaman multimedya, ışık ve projeksiyon gibi aracılarla destekleniyor. Ayrıca konserlerde müzisyenler seçtikleri eserlerle ilgili açıklamalar yapıyor ve bu eserleri neden seçtiklerini izleyicilere anlatıyorlar, bu da Y jenerasyonunun en temel motivasyonlarından biri olan etkileşime olanak sağlıyor. Yine aynı dönem hayata geçirilen “Classics” konser serileri de bu mantıkla yola çıkan, ancak tamamen başka bir yaklaşım sergileyen bir seri. Kırmızı halı formatında, yemekli ve masalı bir etkinlik olan bu konser serisinde çeşitli opera ve senfonilerin en popüler ve dikkat çeken eserleri bir arada sunuluyor. Bu serinin amacı ise klasik müziğe aşina olmayan yeni jenerasyonların neyi sevip neyi sevmediklerini deneyimleyerek anlaması ve buna göre kendilerine en uygun klasik müzik seçeneklerini bulmaları.
Milenyum kuşağının çağdaş sanat konusundaki tüketim ve deneyim ile ilgili tercihleri de bu alanda çalışan kurumları yeni yaklaşımlar bulmaya ve kendilerini yenilemeye itiyor. Bir önceki kuşakların ellerini arkalarında kavuşturarak eserlere sadece baktıkları müzeler yerine, Y jenerasyonu artık etkileşime girdikleri eserler, sorguladıkları programlar, kendi kendilerine veya arkadaşlarıyla deneyimledikleri alanlar ve kendilerine farklı olanaklar sunan müzeler istiyorlar. Bu noktada günümüzdeki birçok müze ve çağdaş sanat mekanı da kendisini bu taleplere göre yeniliyor ve değiştiriyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Switch House adlı yeni binasını açan Tate Müzesi, bu yeni bina ile özellikle müze ziyaretçilerinin yarıdan fazlasını oluşturan 35 yaş altı milenyum kuşağını hedefliyor. Klasik müze anlayışının yanında deneyim odaklı sergiler ve performanslar ile Y jenerasyonun ilgisini daha da fazla çekmeyi hedefleyen müze, iletişim stratejileriyle de bu hedefini destekliyor.
ABD’de ise durum Avrupa’dan farklı bir şekilde gelişiyor. Müzeler, performans mekanları ve kültür kurumları milenyum kuşağı ile daha iyi entegre olabilmek için sosyalleşme ve etkileşim olanağı olan etkinlikler düzenliyor. MoMA’nın 18 yıldır süren arka bahçe partileri, Met’in gospel eşliğindeki Pazar brunch’ları, The Phillips Collection’ın “Phillips After 5” başlıklı akşamüstü caz partileri, Lincoln Center’ın Fridays Under 40 etkinlikleri bunlardan sadece birkaçı. Ancak bu buluşmalar ve partilerin de başarısı ve etkisi bir süredir sorgulanıyor. Bu noktada müzeler ve kültür kurumları milenyum kuşağının “sosyal fayda” ihtiyacından beslenmeye başladılar. Guggenheim Müzesi, 21-40 yaş arasındaki kişilerin üye olabildiği bir komite kurarak müzenin çağdaş sanat koleksiyonuna yeni eser alımları konusunda bu kişileri katkıda bulunmaya davet ediyor. 1000$’lık bir bedel karşılığında üye olunan bu komitede, üyeler aynı zamanda çeşitli stüdyo turlarına ve yıllık partiye de katılıyor.
Türkiye’de de bunlara benzer örnekler mevcut. İstanbul Modern’in Guggenheim ve MoMA örneklerinden yola çıkarak oluşturduğu Genç Modern programı 21-40 yaş arası, modern ve çağdaş sanata ilgi duyan kişileri İstanbul Modern bünyesinde buluşturmayı, genç sanatçılarla bir araya getirmeyi ve İstanbul sanat çevresinin bir parçası olmalarını sağlamayı amaçlıyor. Genç Modern üyelik programı aynı zamanda üyelik aidatlarından sağlanan gelir ile müzenin koleksiyonuna genç sanatçıların yapıtlarının katılması için de kaynak oluşturuyor. 2011 yılında bir grup sanatsever tarafından, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olarak kurulan SAHA Derneği’nin SAHA+ adını verdiği üyelik kategorisi de yine bu bakış açısı ile oluşturulmuş. Dernek, Türkiye çağdaş sanatının tanınırlığını ve bilinirliğini artırmayı amaçlıyor ve bu doğrultudaki projelere karşılıksız destek veriyor. Sağladığı bu destek aracılığıyla, çağdaş sanat alanında faaliyet gösteren sanatçı, küratör, sanat tarihçisi ve eleştirmenlerin eğitim ve üretim ortamlarını ve uluslararası ağlarla etkileşimlerini geliştirmeyi hedefliyor. Bu noktada yine Y jenerasyonunun “sosyal fayda” ve “yenilikçi” bakış açısı ortaya çıkıyor.
Geleceğin patronları ve bağışçıları
Kültür kurumlarının tüm dünyada Y jenerasyonu için bu tür stratejiler geliştirmesinin elbette ki yeni izleyiciler kazanmak dışında başka hedefleri var. Büyük resmi görmeyi başaran kültür kurumları, milenyum kuşağının kültür sektöründe geleceğin patronları ve bağışçıları olacağının farkında. Ancak burada üzerinde durulması gereken şey, kültür kurumlarının ziyaretçilerinin çoğunluğunu oluşturan bu kuşağın gelecekte başka nasıl roller üstleneceğinin farkında olup olmadığı. Kültür kurumları Y jenerasyonu için “ücretsiz genç müze günleri” veya “sosyalleşme olanağı sunan partiler” düzenleyerek devam edebilir mi, yoksa sürdürülebilir bir kültür politikası ile geleceğin patronları ve bağışçıları olacak bu jenerasyon için içerik ve iletişim odağında daha geniş açıdan yaklaşılan projeler geliştirmek mi gerekiyor?
Bu yazı ilk olarak Istanbul Art News dergisinin Piyasa ekinde 2016 yılı Ekim ayı sayısında yayımlandı.