Geçtiğimiz yıl ilk kez “Yersiz Yurtsuz” başlığıyla düzenlenen Sanat Dünyamız Film Günleri’nin ikincisi bu yıl “Bir de Buradan Bak” başlığı altında anlatımını arşiv malzemeleri üzerinden kuran filmlere ve güncel sanat videolarına odaklanıyor. 24-27 Ocak 2025 tarihleri arasında düzenlenecek Sanat Dünyamız Film Günleri öncesinde arşiv ve sinema ilişkisinin imkânlarına baktık.
Farkında olarak ya da olmayarak, profesyonel ya da değil, mütemadiyen arşivlerle cebelleştiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda, bulutlarda, harici disklerde birikenlerle nasıl baş edeceğimizi bilemiyoruz. Ömürleri tükendiği için elden kayıp giden eski teknolojilerle rafa kalkanlar bir yanda, birikenleri bizim adımıza tasnif etmeye çalışan yapay zekâlar diğer yanda. Kayıt etmenin çok kolaylaştığı ve yaygınlaştığı bir zamanda, tasnif giderek zorlaşıyor. Öte yandan, çok sayıda resmi arşiv ellerindekileri dijitalleştirerek erişime açmaya çalışıyor. Bugüne kadar arşivlerde ‘yer almamış olanlar’ın tarihe geri kazandırılma mücadelesi sivil alanda tüm gücüyle sürüyor. Arşivin iktidarı ve iktidarın arşivi tartışmaya açılırken, arşivlerin demokratikleştirilme süreçleri, karşı arşiv çalışmaları capcanlı bir mücadele alanı. Sömürgeleştirilmiş halkların, kadınların, LGBTİ+’ların, işçi sınıfının, ezilenlerin görünmez kılınmış anlatıları arşivlere müdahale edilerek yeniden inşa ediliyor. Arşiv(ler) genişliyor, dönüşüyor. Arşivleri açarken, onlara bakarken, kaydedilmişlerden çok kaydedilmemiş olanların dikkat gerektirdiğini artık çok daha iyi biliyoruz. Arşiv, varlığı kadar, hatta daha da fazla yokluğuyla konuşuyor. Belki buradan başlamak daha anlamlı. Son yıllarda perdede, görsel işitsel arşivlerle neler yapıldığına ya da yapılamadığına bakmak için, arşiv kullanmayan, arşivi kullanamayan bir filmden yola çıkabiliriz.
Au cimetière de la pellicule’de (Sinema Mezarlığı, 2023) yönetmen Thierno Souleymane Diallo, ilk Gine filmi olarak kabul edilen 1953 tarihli kayıp Mourama- ni’nin izini sürüyor. Tek başına tam teşekküllü bir film ekibi olarak elinde kamerası, boom mikrofonu ve çıplak ayaklarıyla ülkesi boyunca yaptığı bu yolculukta, terk edilmiş sinema salonlarından çürümüş film arşivlerine, kendi ülkesinin tarihine, daha doğrusu sömürgeler tarafından tarihsizleştirilmişliğine doğru seyahat ediyor. Sona yakın, filmin elle tutulur bir kopyası varsa bunun elbette sömürgecinin elinde olabileceği fikri ile Fransız Sinemateki’ne vardığında ‘iktidarın arşivi’ni gördüğümüz kadar ‘arşivin iktidarı’nın ne demek olduğunu da anlıyoruz. Bir filmin izinde, sömürgeciliğin kültürel tahribatına yakın plan bakıyoruz.
Yaşayan Ölülerin Dönüşü
Arşivciler, arşivleri boşuna ‘ölü olanlar’ ve ‘yaşayanlar’ olarak ikiye ayırmıyor. İdeal saklama koşullarında, karanlık odaların çekmecelerindeki (bir gün yeniden canlanacak virüsler gibi –insanlığın bilgisini herhangi bir felaket ihtimaline karşı korumak için– dünyanın farklı coğrafyalarına gömülmüş, hatta Ay’a gönderilmiş olanları saymıyorum bile) ‘ölü’ arşivlerin aksine, ‘yaşayan arşiv’ler kullanılan, sürekli değişen, dönüşen, yeni anlamlar kazanan birer ‘yerzaman’, birer ‘heterotopya’. Bir sanatçı ile arşivciyi ayıran temel şey nedir bilmiyorum, fakat sanatçı saklamak yerine ille de dönüştürmek üzere arşivler diye düşünüyorum. Aynı zamanda, ‘arşiv’ ile ‘çöp’ü birbirinden ayrıştırma zorunluluğundan muaf olsa gerek (gerçi arşivci için bu ayrım tam nasıldır, onu da bilemiyorum).
Joseph Cornell, çöpten (ya da bit pazarından) bulduğu eski bir Hollywood yapımı olan East of Borneo’nun (Borneo’nun Doğusu, 1931) bir kopyasını, olay örgüsünü tamamen bozarak kesip biçtiğinde, filmin hızını değiştirip, yine çöpten bulduğu plaklarla filme yeni bir soundtrack döşeyip mavi bir filtrenin arkasından gösterdiği (filmin başrol oyuncusuyla aynı adı taşıyan) Rose Hobart adlı deneysel bir kısa film haline getirdiğinde, yani 1936’da henüz remix’ler, remake’ler, mash-up’lar popüler değildi. Fakat buluntu malzeme ya da arşiv ile film yapma fikri elbette daha eskilere gidiyor. Arşiv, geçmişe dair açığa çıkmayı bekleyen bir ‘hakikati’ dondurup saklamadığı gibi, sinemada da en gerilere, ‘ilklere’ dönmek tek başına bir anlam taşımaz çoğu zaman. Fakat, Esfir Shub’un 1927 tarihli Padenie Dinastii Romanovykh / Romanov Hanedanlığının Düşüşü’ne hiçbir şey için değilse, hakkı çok sonraları teslim edilmiş bir film olduğu için dahi, değinmeye değer. Sovyet Montajcıların, sırf kadın oldukları için adları çok sonradan (en azından Batı’nın) sinema tarihine girmeye hak kazananlarının en ünlüsü Esfir Shub. Sovyetlerdeki sinema üretiminden sorumlu ‘Sovkino’nun 1917 Şubat Devrimi’nin onuncu yılını kutlamak üzere bir film yapmak için görevlendirdiği Shub, yıllardır yüzlerce filmde çalışmış deneyimli bir montajcı olarak, hiç yeni çekilmiş görüntü kullanmadan, buluntu görüntüleri montajlayarak sınıf mücadelesine dair mükemmel bir ‘kolaj film’ yapıyor.
Cornell ve Shub gibi, özellikle kurmaca-dışı sinemanın tarihinde arşivle farklı biçimlerde ilgilenen, arşivi dönüştüren sürüsüyle sinemacıya rastlamak elbette mümkün. ABD’li deneysel sinemacı ve film arkeoloğu Bill Morrison’ın pelikülün çürüyen doğasına, zamanın film üzerinde bıraktığı fiziksel izlere odaklanarak oluşturduğu filmografisi mesela. Ya da resmi sinema tarihinin tamamen sildiği kuir sinemayı –sadece açık lezbiyen bir kadın sinemacı olarak yönetmen koltuğuna oturarak değil– tüm sinema tarihini hizaya çekerek, geriye dönük bir müdahale ile de görünürleştirdiği için de lezbiyen sinemanın öncüsü sayılan Barbara Hammer gibi. Avangard sinemacılar arasında buluntu görüntü ile çalışan ya da arşivi dönüştüren çok sayıda isim bulmak mümkün.
Sinema tarihinin ilklerinden kabul edilen Lumiére Fabrikası’ndan Çıkan İşçiler’den esinle sinemada emeğin görünmezleştirilmesi üzerine hayatı boyunca kafa yormuş Harun Farocki’nin yaptığı filmler ve yazdıkları da bir yana, temelde bir arşiv malzemesinden yola çıkarak, güncel emeğin kaydı için, Antje Ehmann ile beraber gerçekleştirdiği “Labour In A Single Shot” projesi gibi ömrünü başka türlü bir arşiv oluşturmaya adamış sanatçılar/kolektifler de mevcut.[1]
Yakın Dönemden Bazı Kazı Çalışmaları
Arşiv malzemelerine erişimin kolaylaşması ve baştan sona ‘masabaşı film’ yapma imkânlarının artmasıyla, görüntü üzerine görüntülerle düşünenlerin ‘yeni’ nin üretiminden ziyade elimizdeki bu yığınlarla ne yapacağımıza dair üretimlerinin artmasında da şaşılacak bir yan yok elbette. Dolayısıyla, özellikle belgesel alanında, sadece arşiv malzemesi kullanan değil, farklı formlar deneyerek, arşivin anlamı üzerine düşünen filmlerin sayısı da artıyor.
Janaína Nagata’nın 2018’de internetten satın aldığı 16 mm’lik buluntu görüntüler üzerine kurulu Filme Particular’ı (Özel Çekim, 2022), Güney Afrika seyahatine çıkan beyaz bir ailenin çektiği görüntülerin bir yeniden yorumu. Görüntülerdeki mekânlar ve insanlar hakkında internet üzerinden bir dedektif gibi araştırmaya girişen yönetmen, bu beyaz ailenin masum tatil görüntülerini kazıyarak altında yatan apartheid’i tüm vahşetiyle açığa çıkarıyor.
Bianca Stigter imzalı Three Minutes: A Lengthening (Üç Dakika: Bir Uzatma, 2021) de benzer bir yöntem izliyor. Belgesel, 1938 yılında çekilmiş üç dakikalık bir buluntu filmi 70 dakikaya uzatırken, yine görüntülerde olmayanın peşine düşüyor. Polonya’nın küçük bir kasabası olan Nasielsk’e, yani doğduğu kasabaya ziyarete giden Polonya Yahudisi asıllı ABD’li David Kurtz’un amatör 16 mm kamerası ile çektiği bu görüntüleri yakın planda didik didik eden film, kasaba meydanında toplanmış, isimleri değil yalnız yüzleri bilinen bu insanların kim olduklarını bulmaya çalışıyordu. Ne filmin kendisinde ne de kasaba meydanının bugünkü halinde (onu bile göstermiyor film ama sesini dinletiyor) görünmeyenin peşinde. Yani, bu görüntülerdeki neredeyse herkesin Holokost’ta katledilmiş olduğu gerçeğinin. Bu görüntüdeki insanların yüzlerini tek tek kesip çıkararak, ortaya bir ‘anıt film’ çıkarıyor Stigter.
Tek bir buluntu görüntüden, koca bir saklı tarihin peşine düşen bir başka film ise Raphaël Pillosio imzalı Les Mots Qu’elles Eurent Un Jour (Kadınlar Bir Gün Konuştuklarında, 2024). 1962’de görüntü yönetmeni Yann Le Masson’un Fransa’da hapisten yeni çıkmış bir grup Cezayirli kadın direnişçiyi çektiği görüntüler üzerinden, Cezayir direnişindeki kadınların hikâyesinin peşine düşüyor Pillosio. Görüntüsü olan fakat ses bandı olmayan bir görüntünün peşinden Cezayir’e giden film ekibi, sesi olmayan bu kadınları bulup çıkarıp görüntülerine ses verirken; direnişin tarihinden silinmiş, görünmezleştirilmiş kadın direnişçileri tarihlerine geri kazandırıyor.
Tek bir görüntünün peşinden tarihsel anlatılara müdahale eden bu filmlerin yanına, bir deneme film olan Unusual Summer’ı (Beklenmedik Yaz, 2020) da eklemek istiyorum; kişisel ile toplumsalın sınırlarının birbirlerinin içinde eridiği farklı bir örnek olarak. Filistinli sanatçı ve yönetmen Kamal Aljarafi’nin her zaman zihin açan işlerinden bir diğeri bu film. Yine tek bir buluntu görüntüden oluşuyor film: Doğup büyüdüğü ve ailesinin yaşadığı Ramla’da bir güvenlik kamerası sokağa bakıyor. Bu görüntüler, 2006 yılında yönetmenin babasının sürekli hasar gören arabasına ne olduğunu anlamak için yerleştirdiği bir güvenlik kamerasından çekilmiş. Aljafari bu görüntüleri babasının ölümünün ardından bulup saklıyor ve yıllar sonra bu görüntülerden, babasına, terk ettiği mahallesine, Filistin’e dair bir ‘anı film’ üreterek yeni bir anlam kazandırıyor. Güvenlik kamerası görüntüleri bir baba yadigârına dönüşüyor.
Toprağı Havalandırmak
Tek bir görüntüden yepyeni bir anlatı kuran filmlerin diğer ucunda bir örnekle bitirelim. Barbara Hammer’ın yaptığına benzer, genellikle kullanılanın aksine, iyi anlamıyla, bir ‘imaj bombardımanı’na bakalım. Bu yılın en çarpıcı belgesellerinden biri, Belçikalı sanatçı ve yönetmen Johan Grimonprez’in Soundtrack to a Coup d’Etat’sıydı (Bir Darbenin Soundt- rack’i, 2024). Filmi özetlemek hiç kolay değil; kabaca Soğuk Savaş’ın göbeğinde, 60’larda, Afrika’nın dekolonizasyonu hızla sürer, Afrika’daki ülkeler ardı ardında bağımsızlıklarını ilan ederken, Birleşmiş Milletler’de yaşananlara ve bu süreçte emperyal, sömürgeci güçlerin oynadıkları oyunlara odaklanıyor film. Adındaki soundtrack boşuna değil. ABD’li cazcıların bu süreçteki rollerini de işin içine katan filmin asıl özelliği ise emprovize bir caz parçası gibi kurgulanmış olması. 150 dakika boyunca soluksuz bir aksak ritimde ilerleyen film, çok farklı türden görüntü, ses ve metni bir araya getiren kurgusu ile bir kreşendoya doğru ilerleyen baş döndürücü bir yolculuk. Grimonprez, adını 1997 yılında gerçekleştirdiği ve spekülatif bir biçimde 9/11’i önceleyen bir film olarak anılan Dial H-I-S-T-O-R-Y ile duyurmuştu. Politik uçak kaçırmaların tarihine bakan Grimonprez, ‘televizyonun terörizmi rehin aldığı’ bir görsel kültürün araçlarını Don DeLillo’nun Mao II kitabından parçalarla harmanlamış, ‘romancı’ ile ‘terörist’i karşılaştıran, çok etkileyici bir deneme filme imza atmıştı. Grimonprez, medya çağının ve ana akımın silahlarını onlara karşı kullanarak montajladığı filmleriyle, egemen tarih anlatılarına çomak sokan, çağdaş bir ‘imaj düşünürü’ olarak nitelendirilebilir. Örnekler daha da çoğaltılabilir, çeşitlendirilebilir elbette. Fakat, uzun lafın kısası, arşivi (tarihi olarak da okuyabilirsiniz bunu) biriktikçe üzerimize yığılan, altında kalacağımız bir enkaz gibi değil de deşip havalandırabileceğimiz ve böylece üzerine yeni tohumlar ekebileceğimiz bir toprak parçası gibi algılamanın yolu, biraz da bu filmlerin arşivle kurduğu ilişkide gizli gibi geliyor bana.
[1] Antje Ehmann ve Harun Farocki’nin 2011’de başlattığı projenin detaylarına internet sitesi üzerinden ulaşılabilir. https://www. labour-in-a-single-shot.net/en/films/ Erişim tarihi: 7 Kasım 2024.
2. Sanat Dünyamız Film Günleri’nin gösterim takvimine Yapı Kredi Kültür Sanat websitesinden, biletlere ise Biletix‘ten ulaşabilirsiniz.
Bu yazı Sanat Dünyamız dergisinin Kış 2025, 203. sayısında yayınlanmıştır.