Bir çağdaş sanat fuarının mekânından jürisine, galerilerinden sanat eserlerine, koleksiyonerinden izleyicisine kadar pek çok aktörü vardır. Bu yıl 8’incisi düzenlenen ArtAnkara Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’nın da tüm bu aktörleriyle birlikte adından söz ettirecek pek çok noktası vardı. Sekiz yıldır değişim, dönüşüm en önemlisi de gelişimin olmadığı bir fuardan söz ediyorum. Bir “Çağdaş Sanat Fuarı” nasıl yapılamaz sorusunun cevabıyla birlikte içerikte ve biçimde nasıl herhangi bir boşluğu doldurmaz bu yıl da bunu gördük. Bu sorunun yanında (bir genellemeden kaçınarak) “neden fuar yapılmamalı” sorusunun cevabını da karşılaştığımız bazı stantlar, sanatçılar, galeriler verdi.
Çağdaş sanat fuarlarının tarihine bakarsak göreceğimiz şey, bir yapı olarak fuarın nasıl geliştiği olur. Sergileme biçimi, mekân, galeri ve sanatçı seçimini kapsayan bu gelişim, bizi en başa, 19. yüzyılın ortalarına Evrensel Sergiler’e kadar götürür. Yirminci yüzyıla geldiğimizde ise çağdaş sanat fuarlarının başlangıç noktasına yaklaşmış oluruz. Bu tarihsel akış içinde bugün dünyanın izlediği Art Basel örneğinden söz edebiliriz. Bu fuar baştan aşağı bir çağdaş sanat fuarı olarak tam anlamıyla karşılığını bulmakta ve evrensel çapta yerini korumaktadır. Burada sözünü ettiğim karşılığını bulma noktası içerikteki ticari sistemi bağlam olarak destekleyen bir mekân tanımlamasının ta kendisidir.
Art Basel, “Messe” adı verilen ve bu amaçla inşa edilen bir binada yapılıyor. Bu bina nötr bir alan olarak fuarın gerisinde kalsa da bana göre bağlam olarak fuar mekanizmasının orta yerine tüm ağırlığıyla yerleşmiş görünüyor. Çünkü Messe, kelime anlamı olarak fuarın yanı sıra panayırı da karşılıyor ve bugün her tür ticari fuar için kullanılıyor. Sarah Thornton’un Sanat Dünyasında Yedi Gün isimli kitabında belirttiğine göre Ortaçağ’dan bu yana kutsal pazarlar için de kullanılan bir sözcük. Bunun yanında kelimenin bir diğer anlamı ise; ayin. Bugün dünyanın en büyük ve en önemli çağdaş sanat fuarlarından birinin mekân tanımlaması için kullanılması belki de bir ritüele işaret ediyordur. Kim bilir…
Buradan bakıldığında kavram, mekân, içerik birbiriyle örtüşüyor. Bugünkü fuar yapısı da buna zemin hazırlamaya özenle devam ediyor. Tüm bu bağlam rotalarından sonra Ankara’ya yaklaşabiliriz. ArtAnkara, bir çağdaş sanat fuarı olarak adlandırılmasına karşın bu tanıma pek yaklaşamıyor. Fuarın içeriği, galeriler, eserler, jüri, hepsi bir kenarda dursun. Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki fuara gelen izleyici sayısının 54 bin kişi olduğunu öğrendim, bu oldukça yüksek bir katılım anlamına geliyor. Hatta fuara gittiğim gün bu kalabalığın bir kısmına şahit de oldum. Buna sevinmeli miyiz yoksa şaşırmalı mı pek emin değilim açıkçası. Ankara’daki sanat izleyicisinin enerjisinin böylesine aksak bir fuara akması hiç hayra alamet değil, üstelik bu akışa 50 lira giriş ücreti vererek dahil olunuyor.
Bilet gişesindeki uzun kuyruktan sağ çıkıp içeri girebildiyseniz gördüğünüz dinamizm sizi heyecanlandırıyor önce. Belki bu kez diyorsunuz, sekiz yılda bir ilk olmuştur ve iyi bir fuar deneyimi yaşayabilirim bu kentte. Fakat çok sürmüyor, hemen ilk koridora girdiğinizde duyduğunuz heyecan yerini hayal kırıklığına bırakıyor. Sanatçıların, izleyicilerin, stantların orta yerindeki çay, kahve, kuru pastaların tam olarak neye hizmet ettiğini anlama çabasına girebiliyorsunuz. Kulağınıza çalınan kimi diyaloglar, sizi oradan hızla uzaklaştırırken kimi eserler de düşme pahasına da olsa gözünüzü kapatmanıza sebep oluyor.
Zehrin tüm bedenimi sarmasının önüne geçmek için hızlı adımlarla çıkışa doğru yürürken hangisi olduğunu hatırlamadığım bir galerinin önünden geçtiğim sırada bir sanatçı şöyle diyordu, “hepsini sattım, hatta sipariş aldım”. Onlarca kalabalığın içinden yükselen bu sese kayıtsız kalamadım. Arkamı döndüm ve sanatçının eserlerini gördüm. Bunun üzerine oradan ayrılmam on saniye sürdü. Hafızama kazınmasını istemeyeceğim bir andı. Rönesans’ın ardından değişen bir sanat ve Sanayi Devrimiyle dönüşen bir dünyaya karşın 2022 yılının Ankarası’nda işitilen yegâne ses siparişin işaret ettiği paraya dairdi. Tüm bu olan biteni sindirmeye çalıştığım sırada karşıma çıkan bir eserin manifestosunun başlığındaki soru hayata dair geliştirdiğim sorgulama pratiğimi altüst etmeye niyetliydi; Neden Gelincik? Belki de sanat tarihinin önemli bir kırılma noktasına şahit olmuştum ama sanırım bunu asla bilemeyeceğim.
Üst kattaki stantları da görmek ama daha önemlisi fuar alanına geniş bir çerçeveden bakmak için yukarıya çıktım. Baştan sona karşımda duran fuar, bir sanatçı/yazar olmamın dışında bu şehirde yaşayan bir sanat izleyicisi olarak bana şu soruları sordurdu; bu bir kaynak israfı değil miydi? Eksik olan ya da fazla olan neydi? Arz talep dengesiyle ilerleyen ticaret, kendi sistemi içerisindeki artı/eksileri üzerine bir politika izler. Peki, bu fuardaki izleyici akışı gerçekten bir talebe mi işaret ediyordu? Ya da şöyle sorayım, bu kentin izleyicisi tam olarak neyi talep ediyordu? Ardı arkası kesilmeyen sorularımı balkondan fuarı izlerken not aldım. Bu esnada ajandamdaki tarih gözüme ilişti. Doğduğum güne not düşüyordum. Böylesine müstesna bir fuara doğum günümde gitme şerefine erişmiştim. İnsanın kendisine verebileceği ender bir hediyeydi bu deneyim. Bu şansımı/şanssızlığımı “ne yapılmaması gerektiğini görmek” ile taçlandırdım diye düşündüm. İnsan zihni sürekli peşinde olduğu mükemmeli arayıp bulmak uğruna sadece yapması gerekenlere odaklanırken aslında çok basitçe yapmaması gerekenleri kaçırabiliyor. Dolayısıyla kişi eğer bir şeyi iyi yapmak istiyorsa ne yapmaması gerektiğini de gözlemleyebilir diye düşünüyorum. Bu, yaşamın hakikatinde insana sezgisel bir avantaj katar.
Fuarın bana sordurduğu asıl soru ise şuydu; bu kentte dört gün boyunca 10’un üzerinde sponsorluk ve çeşitli basın destekleriyle böylesine büyük bir organizasyon yapılabiliyorsa neden burada yaşayan bazı sanatçılar atölye kirasını ödeyemiyor, atölyeyi geçtim ev kirasını ödemekte zorlanıyor? Neden geçinemiyor? Neden bazı gündelik ihtiyaçlarından kısıp malzeme parasını denk getirmeye çabalıyor? Neden projeler belirli kurumlarda belirli sanatçılar arasında döndürülüp duruyor? Binlerce insanın para verip girmek için dakikalarca sırada beklediği bu fuar kentin sanatseverlerini mi yansıtıyordu gerçekten? Diyelim ki öyle, peki bu sanatseverler neden diğer sergilerde yok? Yeri itibariyle de sapa olan bu fuar gerçekten neyi vadediyordu?
Bu zamanın dünyasında neler olduğu malum; savaşlar, yangınlar, politik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yıkımlar var. Üzerinde bir yerlerde sendelyerek de olsa ayakta kalmaya çalıştığımız bu coğrafya bizi pek çok problemle sarmışken sanatı tam olarak nereye konumlandırıyoruz? Gündelik yaşamımızda öyle çok çatlak var ki, en başta da ekonomik, siyasal, dolayısıyla da psikolojik. Üstelik her geçen gün büyüyor bu çatlaklar, tıpkı bir süredir dünyanın birçok yerinde görmeye alıştığımız kurak topraklar gibi. Çatlaklar büyüdükçe açılan toprak bizi yutmaya başlıyor. Tüm hayallerimizi, geleceğimizi, umutlarımızı, inançlarımızı yutuyor yavaş yavaş.
Fuar kapsamında düzenlenen birkaç panelden birisi İklim Krizi ve Sanat başlığını taşıyordu. Ben katılamadım fakat merak ettiğim bir şey var o da şu; fuar alanının en dip bölgesinde kurulan masada konuşulanlar tüm bu kaynak ziyanını açıklayabildi mi? Konuşmacıları dinlemek için insanların arkasını dönüp oturduğu fuar alanı bir süreliğine yokmuş gibi mi davranıldı?
Tüm bunların yanında, sorulması gereken sorulardan biri de birkaç iyi sanatçı ve eserlerinin neden içeriğe dahil olduğu? Tüm aksaklıklar fuar şirketi, galeriler, jüri ya da mekânla ilgili değildi bana göre. Bu fuar karşısında bir sanatçı tavrı nasıl olmalıydı? Tabii ki buradaki durum bizi sanatçı ile galeri arasında yapılan sözleşmeye kadar götürür. Burada şunu hatırlatmak gerek, sanatçının, emekçinin hakkını koruyan bir örgütlenme biçimine nasıl da acil ihtiyacımız var. Galeri-sanatçı ilişkisi başka bir yazının konusu olsun ve bu soru da diğerleri gibi zihinlerimizi kurcalamaya devam etsin.
Fuar stantlarının ötesi
Bir alt başlık açtıracak kadar ciddi olduğunu düşündüğüm konulardan ve bana kalırsa fuarın en büyük handikaplarından biriyse stant kirası karşılığında satılan eser iddiaları. Kulaktan kulağa yayılmakta usta olan bu tür söylemler için şimdilik “iddia” demeyi yerinde bulsam da göz ardı edilmemesi gerektiğine inanıyorum. Bunlar, eserin değerini stant kirasıyla sabitleyen, dolayısıyla da değerinin epey altında bir takas sistemi kuran bir yapıya dair iddialar. Üstelik sanat kurumlarının yer aldığı stantlardan birinde ya da birkaçında yaşanan bir durum olarak bu bilgi, şehrin atmosferine yayılmış durumda. Bazı eserlerin sanatçısına danışılmadan/sanatçısının rızası olmadan değerinin onda birine tekabül eden stant kirası için şirkete gösterildiği/verildiği iddia ediliyor. Tüm bunlar bir yana bir sanat kurumunun sanatçısını/akademisyenini koruması gerekmez mi? Bu iddialar ışığında yıllardır gelişmediğini gördüğümüz bu fuarda yerini alan üniversitelerin sanat fakülteleri, birtakım çelişkiler, kimlik çatışmaları yaşıyor gibi görünüyor. Sanatçı kimliğiyle kurumsal kimliği arasında sıkışan sanatçı ise itiraz etme hakkını akademik mecrasında sıkıntı yaşamamak için kullanmamayı seçiyor. Aslına bakarsanız konu, dönüp dolaşıp sanatın nasıl da güvencesiz bir alan olduğuna geliyor.
Hayatta bazı şeyleri yapmayız, yani çok olağanüstü bir hal olmadıkça yapmayız. Sormaz ya da sorgulamayız, çünkü neden yapılmamalıdır biliriz, mutfak tezgâhında uyumamak gibi mesela ya da banyoda kahvaltı yapmamak gibi. Düz eylemlerdir bunlar, rutindir. Sadece yapılmaz, kimisini midemiz kaldırmaz, kimisi rahatsızlık verir. Bu ülkede sanata ve hayata dair yapılan ve düzenli aralıklarla ısrarla tekrarlanan fakat daha iyisi yapılamıyorsa yapılmaması gereken pek çok eylem, etkinlik, organizasyon, konuşma, var. Bunlardan biri de ArtAnkara, hatta bana sorarsanız liste başı.