Söyleşi

“Bir virüsten düzeni değiştirmesini bekleyemeyiz”

Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım yazı dizisi kapsamında Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’nın danışman jüri üyelerinden Mimar Korhan Gümüş ile kent politikaları ve katılım üzerine konuştuk

Mart ayının başında duyurusu yapılan Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’nın danışman jüri üyelerinden Mimar Korhan Gümüş ile “Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım” yazı dizisi kapsamında kent politikaları ve katılım üzerine konuştuk.

Açık Radyo’da Metropolitika programının yapımcılarından olan, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde kamusal alan deneyimleri üzerine ders veren Korhan Gümüş, STK’ların salgın dönemine ilişkin rolleri ve “yeni normal”in şekillenmesinde kamusal alandaki yapılanmalar üzerine görüşlerini paylaştı. Gümüş’ün, katılıma en çok bu kriz döneminde ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan “İmamoğlu’ndan farklı bir şey yapmasını bekliyorum” başlıklı yazısına da yesilgazete.org üzerinden ulaşabilirsiniz.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, İstanbul Planlama Ajansı’nın lansman toplantısında kent yönetiminde “katılımcı ve bütüncül yönetim anlayışı”nı benimsediklerini ve bu doğrultuda açtıkları dört ofisi duyurdu. Bu kapsamda yapılan en güncel çalışmalardan biri de ‘İstanbul Meydanlarına Kavuşuyor’ ile açılan yarışmalar. Sizce yarışmalar, bir katılım aracı olarak ne kadar etkin?

Bugün ‘İstanbul Meydanlarına Kavuşuyor’ deseniz, başka bir şey anlaşılacağı muhakkak. İmamoğlu İstanbul’da bugün sokağa çıkma yasağının gerekli olduğunu söylüyor. Bu slogan, günümüz koşullarında herhalde münasebetsiz olurdu. Eğer bu slogan meydanların, kamusal alanların kullanımıyla ilgili kısıtlamaların kaldırılması anlamına geliyorsa, o mesele zaten yarışmayla ilgili değil. Peki, neydi sorun? İstanbul ne yapılırsa meydanına kavuşabilir?

Sorunu yarışma çözebilir mi? Ya da yarışmayla elde edilen yepyeni bir mimari tasarım? 

Bu yöntemle elde edilecek bir proje geçmişteki ahbap-çavuş ilişkileriyle elde edilen projelerden hiç şüphesiz daha profesyonelce olurdu. Caddeleri tünellere dönüştüren, lale biçimindeki tarhların içine lale soğanı ektirmeyi akıl eden projelerden… Ama gene de eksik kalırdı. Kamusal alandaki meseleyi idrak etmemiş olurdu. Bu nedenle bugüne kadar Taksim Meydanı deyince kimsenin aklına mimarlığı tartışmak gelmedi.  

Yarışma bir katılım yöntemi olabilir. Peki, yarışmaların gerekçesi, amacı nedir? Fikir üretimini özgürleştirmek. Ancak bir koşulla. Kamu ile fikir üretimi arasındaki ilişkilerin mantığını oluşturursa. Yoksa sağlıksız bir yemeğin üzerine doktor istiyor diye yenen bir diyete benzer. Fikir üretiminin ise her alanda iktidardan özerk olması gerekir. Seküler bir kamusal alanın özelliği iktidar ile düşünce üretiminin ayrı işleyişlere sahip olmasıdır. Sanat, tasarım, mimarlık, aklınıza ne gelirse… Bunlar patronaj altında olamaz. Yarışmalar, hakemlik mekanizmaları, kurallı katılım yöntemleri ile ihaleler veya protokoller ile gerçekleştirilen projelere göre daha açık bir fikir geliştirme ortamı oluşturabilir. Ancak dediğim gibi tasarım pratiğinin temelindeki sorunsalın dikkate alınması kaydıyla.

Unutmamak gerekir ki, bu demokratik gibi gözüken ortama dahil olmak için de herkes aynı imkânlara sahip değil. Kamusal alan, neo-klasik yapılarda sekülerleşmemiş, iktidarlar tarafından biçimlendirilen kapalı bir alan. Katılımcılar kamudan devşirdikleri güçlerle, imtiyazlarla bu ortama dahil oluyorlar. Bu yüzden kamusal alan sürekli bir çatışma alanı. Gezi’ye bir sergi projesinden (Hayalet Yapılar Sergisi) bulduğu Topçu Kışlası canlandırmasını monte edip yer döşemelerini lalelerle süsleyen mimarın yaptığının bastırılmış olan sınıfsal çelişkinin semptomatik bir tezahürü olarak görülmesi mümkün. Hatta ‘mimar’ sıfatının, kimliğinin edinilme biçiminin bile. Oysa modernist elit çoğu zaman bunu anlamak yerine ötekileştirerek taraf olmayı tercih ediyor, sekülerleşmediği ölçüde. Konformizm böyle bir şey. Neoklasik kamusal alan, böyle bir soylulaştırma praksisi üzerine inşa ediliyor. Yarışma ya da modernist mimarlık söylemi tek başına bu ilişkiyi, iktidarla örtüşmeyi söküme uğratamaz.  Taksim Meydanı iktidarlar için bir diğerini silme, dışlama alanı. Yereli askıya alan merkeziyetçiliğin, kamusal alanı işaretleme biçimini değiştirmenin yollarını aramak gerekiyor. Örneğin yalnızca meydanlar için değil, her türlü fikir üretimini bağımsızlaştırmak için yöntemler aramak… Çünkü bu küçük bir elitin fikir özgürlüğü meselesi değil, başkalarını ilgilendiriyor ve kentsel mekân bu eşitsizliklerin üretildiği yer.

12 Şubat 2020 tarihli İstanbul Planlama Ajansı Lansman, Kaynak: ibb.istanbul

Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’nın danışman jüri üyelerinden biri olarak, salgının yarışma sürecine etkilerine dair gözlemlerinizi paylaşır mısınız?

Salgının Taksim Yarışması, ya da başka projeler üzerindeki etkilerini takvim değişikliği, katılım biçimi, v.b. gibi olağan etkilerini kastetmediğinizi varsayıyorum. Nasıl bir geleceğe uyanacağımızı bilmiyoruz. Bu nedenle bugünkü belirsizlik ortamında, söyleyeceklerim yalnızca spekülasyondan ibaret kalır. 

Benim beklentim kentsel politikaların yeniden yapılandırılması. Bugünkü neoliberal yıkımı hazırlayan ortamın faillerinden biri de bilginin değersizleşmesi, sembolik sınıfın da kendi kamu yararı anlayışını temsil eden bir ruhban sınıfına dönüşmesi. 

Taksim Kentsel Tasarım Yarışması Afişi, Kaynak: https://konkur.istanbul/

Mevcut kent ve kültür mirasına ilişkin projelerin salgın döneminde yönetimi nasıl olmalı? Durdurulmalı mı? Kaynaklar daha öncelikli konulara mı aktarılmalı?

Depresyon, farklı bir geleceğin olması ihtimali, unutkanlığa yol açıyor. Şimdi, şu an ne yapılması gerektiğini sorgulamayı, düşünmeyi unutmayı. Buna karşılık depresyon hali ‘normal’e geri döneceğimiz gibi varsayım içeriyor. Ancak bildiğimiz ‘normal’ üzerine konuşabiliriz. Ama ya bu ‘normal’ normal değilse?

Elbette ki merkezi yönetim, belediyeler, hepsi bütçelerinde kaydırmalar yapmak zorunda kalacaklar. Ancak felaketin etkisinin bu şekilde algılanması sanki şöyle bir varsayım içeriyor: “Salgın bitecek ve sonra normal işimize döneceğiz.  Bu nedenle şimdi bir şey yapmamız gerekmiyor. Bizim işimiz değil, sağlıkçılar uğraşsın.” 

Geçmişin tekrarı, zihninizi rahatlatıcı bir kaçış yolu. Soru sormanıza gerek kalmaz: “Hayatta kalacak mıyım? Kalırsam yaşama imkanlarım nasıl olacak? İşimi kaybedecek miyim? Nasıl bir şehirde yaşayacağım?”

Çözüm zannettiğiniz yapılar tam da sorunu yaratanlar olabilir. Şehir planlandıkça neden büsbütün akıldan yoksun kaldı? ‘Planlama Ajansı’ adı verilen yapıdan sorunları çözmesini bekleyebiliriz. Şehri bir nesne olarak düzenlemesini. Nitekim İmamoğlu çalıştayda önceki yönetim tarafından kurulan İMP’ye referans vermişti ve onun çalışmalarını benimsediğini söylemişti. Bu yapının sorunu çözmesini bekliyoruz, öyle değil mi? Peki, ya sorun kendisindeyse? Sorunun yaratıcısı, sorunu çözmesi için kullanılan yapıysa? Eğer öyleyse, oradan başlamak gerekir. İMP anti-katılımcı, kamuya ait imtiyaz alanını kullanan, kamu görünümlü, bağımsız olması gereken fikir üretimini kendi tekeli altına alan, düşünce üretim alanını kurutan, felç eden, neoliberal modelin işleyişini, gözü dönmüş projelerin önünü açan, kamusal alanın büzülmesini sağlayan, sekülerleşmemiş işleyişi garantiye alan felaket bir yapıydı.

Şehir tarihinin son kırk yılı -belki ben kendi yaşadığım ya da içinden gözlemlediğim bir tarihten söz ediyorum- bu ‘normal’ üzerinde kuruldu. Yalnızca İstanbul’un değil, benzer yönetim yapılarına sahip şehirlerin ‘normal’i bu kurumlar üzerinde inşa edildi.  

Sosyal mesafe kuralı, katılımın temelini oluşturan iletişimin önünde bir engel mi? Bu engelin aşılması için dijital araçlar ve internetin olanaklarını umut vaadedici buluyor musunuz?

Mesafe üzerine kurulmuş işaretsizleştirici yapılar katılımı engeller. Ama genellikle fiziki anlamda değil, sembolik bir şiddet kullanarak. Teknoloji de bu yapılarla etkileşime girer. Yeni uğraşlar ise yaşam mücadelesinin içinde şekillenecektir, hiç şüphesiz. Örneğin sağlık çalışanlarının şu anda yaptıkları gibi. 

Neoliberal düzende parçalanmış ve şiddet üreten, nesneleştirici, travmatik bir kamu modeli ile karşı karşıyayız. Oysa afete karşı yaşanan bu mücadele mesafelerin kapanmasını gerektirebilir, ilişkilerde bir değişikliğe yol açabilir. Mesele teknolojik değil. Nasıl deprem yalnızca fay hatlarının yarattığı bir sorundan ibaret değilse, bu yaşanan felaket de bir virüsün varlığından ve yayılmasından ibaret değil. Mesele onun insanla nasıl ilişki kurduğu. Normal zamanlarda bile kurumlar mesafe üretiyorlar. Oysa yaşanan felakete ancak bu kurumların ürettiği mesafeleri aşma deneyimi ile cevap verilebileceğine inanıyorum. 

Önümüzdeki süreç nasıl yönetilmeli? Meseleye yalnızca sağlıkbilimsel bir açıdan bakmak yeterli olmayacak. Önümüzdeki sürecin çok boyutlu ve etkileşimli yönetilmesi gerekiyor. Çünkü neoliberal sistemdeki piyasacı yaklaşımlarla, yasakçı patronajla bu süreci iyi yönetmek mümkün değil. Bu nedenle yerel yönetimlerin çok önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyorum. Planlama işlevi diğer yapılarla çok öncelikli bir ilişki kurabilir örneğin. Günümüzde sermayenin hayırseverlik kurumlarına izole olmuş, ya da sığınmış olan fikir üretimi ile kamuyu ilişkilendirebilir, yerel topluluklarla, mahalle ağlarıyla bağları kurmak için çaba gösterebilir.

Bu yüzden kriz döneminde ne yapmakta olduğumuzu hatırlama çabası, bir değişimin yaşanabileceğini de düşünmemizi sağlayabilir. Yaşama mücadelesi, hayata tutunma çabası içinde temasın, açık yapıların, özgürlüklerin anlam kazanmasını, yerelle ilişkili olmasını amaçlayabiliriz. 

Tüm dünyayı etkileyen ve ardından yeni bir dünya düzeni getireceği ileri sürülen böyle bir salgın döneminde kent ve kültür mirası odaklı STK’ların rolü ne olmalı?

Kültürel miras ve kentle ilgili yarı resmi hüviyet kazanmış güçlü STK’ların genellikle kamu imtiyazlarını kullananlar tarafından ele geçirilmiş olduklarını söyleyebilirim. “İstanbul’un eşsiz kültürel (ve doğal) mirası” adı verilen şey bizzat onun yok edilmesinden çıkar sağlayan bir topluluğa teslim oldu. Bunlar bilim adına kendi ayrıcalıklarını temsil eden, nesneleştirici-yasakçı bir koruma modeli ile neoliberal yıkımı kolaylaştırdılar.  

Bu STK’lar kamuyla imtiyaz ilişkilerinin, kariyer fırsatlarının yeniden üretimindeki en önemli paydaşlar. Bir de elbette küçük, kamu kurumlarının dikkate almadığı yeni deneyimlere açık STK’lar var. Burada bir çelişki var, bu güçlü kuruluşlar statükoyu yeniden üretiyor. Bu yüzden bu şehirde geçmişte ne yapıldıysa, bu bağımsız girişimler tarafından gerçekleştirildiler. Bunun örnekleri çok. 

Yalnızca 17 Ağustos 1999’dan sonra oluşturulan yapılara baksanız çözümün nasıl olacağı belli. Aynı Gezi’de olduğu gibi bağımsız insanlar, topluluklar kamusal alanda sorumluluk aldılar ve mevcut yapıların felç olduğu bir durumda süreci yıllarca yönettiler. Küçük bir örnek vereyim: İDO’nun deniz otobüslerinin seferleri durmuştu. Yollar kapanmıştı. Sivillerden oluşan koordinasyon merkezi onları havalimanından gelen uluslararası malzeme ve yardım ekiplerinin hızlı bir şekilde bölgeye -değişik yerlere yanaşmalarını sağlayarak- taşınması için kullandı. Elbette böyle bir ilişki kuramayan, hastane malzemelerini nasıl taşıyacağını bilemeyen bir kuruluş, muazzam imkanlara, kapasitelere sahip olan Büyükşehir Belediyesi, ya da İDO kendi başına işlevini dönüştüremez. Ama hiçbir yetkisi, deneyimi bile olmayan insanlar bu bağları kurmayı başarabildiler, her alanda. 

Acaba STK’lar, bu acil çözüm yerine İDO tarifesine uygun seferlerin yapılmasını, çalışmak için ihalelerin gerçekleştirilmesini mi bekleselerdi? Hayır, elbette. O sırada kaç insanın hayatı kurtarılabilir diye bakılıyordu. Bugün de durum aynı. Bütün kurumlar, böyle durumlarda faaliyetlerini tatil etmek yerine daha çok çalışmalı. Ancak bildikleri şekilde değil.

Planlama toplantıları ertelendi. Oysa bu kriz anında çalışılmalı.  Ne yapılması gerekiyor? Mesela yerelde çok öncelikli kurulların oluşturulması… Bu işleri, merkezi yönetim yapamaz çünkü. Hiçbir yerel bilgi içermeyen, şu andaki ulusal vaka haritasının semtlere göre an be an güncellenerek, araştırılarak halkın bilgisine sunulması… Yerel yapılanmalar, işlevler arasında bağlar kurarak, “yeni normal” adı verilen süreçte çok yönlü konuların yönetimi için çaba gösterilmesi… Eğer yerel ekonomiler, işlevler üzerinde çalışılmaz ise bu kriz yönetilemez. Kriz insan yapımı bir felakete dönüşür. Şu anda ne yaptıklarını bilmiyoruz. Hiçbir fikrimiz yok.

Demek ki asıl mesele virüs değil, onun karşılaştığı insan yapımı koşullar, işleyişler. Virüs insan vücudundaki hücrelerle ilişkiye geçtiğinde yaşayabiliyor, çoğalabiliyor. Aynı şekilde virüsün tek başına insani dünyayı değiştirme kapasitesinin olmadığını düşünüyorum. Virüs yıkıma, felakete yol açabilir, evet. Ama mücadelenin başka bir değişiklik yaratması da mümkün. Bu nedenle kamuyla bağımsız yapıların iktidar üzerinden olmayan, seküler bir ilişki biçimi içine girmeleri gerekli.

Kültürel yapılar, eğer resmi yapılara bulaşmışlarsa, yalnızca travmatik etkiler, yıkımlar yaratıyorlar. İnsan yapımı bu durumun, onun zayıf noktasını bulan virüsten daha tehlikeli olduğunu, yaşanan felaketleri, savaşları, yıkımları, salgınları, şiddeti büyüttüğünü söyleyebilirim.


Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:

Fulya Baran’ın kaleme aldığı giriş yazısı Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım

Fulya Baran’ın STK’ların katılımcılık konusundaki yaklaşımlarını ele aldığı ‘Yeni Düzen’den şeffaflık beklemek çok mu naif bir düşünce? yazısı

Asu Aksoy’un kaleme aldığı Ekolojik altyapı olarak şehir: Bir post-covid tahayyülü başlıklı yazısı

Fulya Baran’ın kaleme aldığı serinin son yazısı Katılımın ‘Nasıl’ı

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

© 2020

Exit mobile version