Şair ve yazar Mayra Santos-Febres, Porto Riko ve Karayipler’deki sömürgecilik mirası içinde Afro-Boricua sanatının hayatta kalmasını bağlamsallaştırken, özgürleştirici metodolojileri ve görülmemeyi reddedişleri öne çıkarıyor. Porto Riko’da kültürel olarak hayatta kalmaya dair Jorge González ve Angela Brown tarafından kaleme alınan Kadim Olanı Yeniden Öğrenmek: Boriquén’deki Yerlilerin toprak haklarına giden yollar başlıklı bir başka araştırma yazısı ise 2022 yılında yine Protodispatch tarafından yayınlanmıştı.
Yirmi altı yıl önce görsel sanatçı ve küratör Edwin Velázquez, Porto Riko’da görsel sanatların çehresini değiştiren bir hareket başlatarak Karayipler ve diasporalarındaki Afro-kökenleri yansıtan ve olumlayan sömürgecilik karşıtı sanatsal pratiklerin önünü açtı. Velázquez, 1996’da Arleen Casanova, Daniel Lind-Ramos, Gadiel Rivera, Jesús Cardona, Luz D. Amable, Awilda Sterling-Duprey ve Ramón Bulerín’in eserlerinin sergilendiği Paréntesis: Ocho Artistas negros (Parantez: Sekiz Siyah Sanatçı) sergisini yaptı. Sergideki sanatçıların hepsi de onlarca yıldır Afro-Diasporik Karayip geleneklerinden gelen görsel sanatlar üzerine çalışan isimlerdi. Ancak geleneksel sanat çevreleri —galeriler, müzeler, sanatçı bursları ve eleştirmenlerin değerlendirmeleri— bu sanatçıların adadaki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki varlıklarını ve çalışmalarını görmezden gelmekte hep ısrar etti. Afro-Porto Rikolulara yönelikırkçılık ve yerleşik uluslararası sanat dünyasını uzun süredir şekillendiren derin Avrupa merkezcilik, onlarca yıldır süren sömürgecilik karşıtı protestolara rağmen her zamanki yerini korudu. Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan veya burada yaşayan Latin Amerikalı göçmenlerin torunlarının “Latinx” olarak ırksallaştırılmasıyla, bu kimliğe ilişkin dirençli ve yanlış bir görüş gelişti. Bu yapı, “Afro-Latinx” sanatçılar için W.E.B. Du Bois’in ifade ettiği “çifte bilince” benzer bir “çifte görünmezlik” yaratıyor, çünkü “Latinx” kimliklerini “Afro” kimliklerinden keskin bir şekilde ayıran ve Latin Amerika’da Siyahlığın silinmesini dayatan bir “çifte görünmezlik” ile karşı karşıya kalıyorlar. Böylesi bir atmosferde, “Afro-Latinx” ne anlaşılmakta ne de derinlemesine tanınmaktadır; bu kimliklerin birleşiminin 400 yıldan fazla bir süredir var olduğu, Latin Amerika ve diasporalarına özgü olduğu ve kültürel ifadelerini şekillendirdiği düşünüldüğünde bu durum daha da vahim bir hal alıyor.
Afro-Porto Rikolulara yönelik ırkçılık ve yerleşik uluslararası sanat dünyasını uzun süredir şekillendiren derin Avrupa merkezcilik, onlarca yıldır süren sömürgecilik karşıtı protestolara rağmen her zamanki yerini korudu.
Paréntesis: Ocho Artistas negros, yalnızca Porto Riko’da değil, aynı zamanda diğer birçok Karayip ve Latin Amerika ülkesinde de yaygın olan ırkçılık mekanizmalarına ışık tutarak önemli bir tartışmaya yol açtı. Serginin açılışından kısa bir süre sonra, sanatçıları ırklarına göre gruplandırmanın gerekliliğini sorgulayan çok sayıda mektup ve gazete makalesi ortaya çıktı. Paréntesis’e yöneltilen eleştiriler arasında “sanatın evrensel olduğu” iddiası da vardı. Sanatı sanatsal değeri dışındaki kriterlere göre sınıflandırmak “bölücü” bir eylem olarak değerlendirildi ve “tersine dışlama” olarak nitelendirildi.
Karayipler ve Latin Amerika topraklarımızdaki ırkçılığın ağırlıklı olarak inkâr yoluyla işlediğini anlamamız gerekiyor. Varlığını kabul etmeyi reddetmek, Latin Amerika ve Karayipler’deki ırkçılığı devam ettiriyor. Sonuç olarak bu inkâr, ırksal meselelere ilişkin her türlü söylemi bastırıyor ve benim “dayatılan bütünleşmeci ırkçılık” olarak tanımladığım durumu sürdürüyor. Bu ırkçılık biçimi, ırksal bir demokrasiyi destekleyen ve Latin Amerika kimliğini oluşturan çeşitlilik yelpazesi içindeki tüm etnik gerilimlerin çözüldüğünü iddia eden resmi anlatılar tarafından destekleniyor. Bu noktada, “dayatılmış bütünleşmeci ırkçılık”ın doğası gereği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “dayatılmış ayrımcı ırkçılık”tan çok farklı olduğunu vurgulamak önemlidir.
George Floyd’un öldürülmesi ve Black Lives Matter hareketinin küresel anlamdaki yükselişinin ardından, ırk ve Siyah karşıtı ayrımcılıkla ilgili tartışmalar Latin Amerika ve Karayipler’de önem arzeden bir ilgi görmeye başladı. Adada Siyah kimliğiyle tanınan Porto Rikolu sanatçıların sergileri 2020’den bu yana katlanarak arttı. Afrika kökenli Latinx sanatçıların müze ve galeri mekânlarına dahil edilmesinin, tanınmalarının, burslara erişimlerinin, sanatsal bir karşılık görebilmelerinin ve çalışmalarını sürdürebilmeleri için mali destek almalarının önünü açan bu hareketin nihayetinde ortaya çıkması tam 26 yıl aldı. Uluslararası ödüller alan ancak Porto Riko ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin sanat çevrelerinde görünmez kalan sanatçılar, çalışmalarıyla tanınmaya ve desteklenmeye başladı. Pepón Osorio, Daniel Lind-Ramos, Awilda Sterling-Duprey, Gadiel Rivera ve Edwin Velázquez gibi isimler, çoğunluğunu ABD’den kuruluşların oluşturduğu Whitney Amerikan Sanatı Müzesi, New York Modern Sanat Müzesi, Mellon Vakfı, MacArthur Ödülü gibi bir çok saygın kurum tarafından hem sergilerle hem de ödüllerle kabul gördü. Bu tanınmanın getirisi olarak ada merkezli müze ve kurumların da Afro-Boricua sanatçıları tanımaktan başka çaresi kalmadı. Koloninin bir işe yaraması lazımdı! Black Lives Matter, hem adadaki hem de anakaradaki sanat kurumlarının temellerini sarstı ve bu kurumları, kapılarını uzun süredir sanat dünyasının dışında kalanlara açmaya zorladı.
Afro-görsel sanat üreticileri, müze ve galerilerdeki tipik klasik eğilimlere belirgin bir şekilde karşı çıkmak suretiyle, ataerkil ve dışlayıcı Avrupa-merkezci modelle ve onun yerleşik dolaşım ağlarıyla yüzleşiyor. Bu eserlerin çoğunda Siyah bedenin başrolde olması, kölelik ve ırkçılık dehşetinin yaşayan hafızası ve varlığı olarak kendini dayatıyor. Afro-Boricua sanatı bu bedenleri yeniden konumlandırıyor ve onları kendi referans sistemleri içinde yeniden bağlamsallaştırıyor. Bu bedenler, Porto Riko kültürü bağlamında ırkçılık ve ırksallaştırma deneyimi ve hafızası perspektifinden Porto Riko’daki tarihi, etiği ve estetiği yeniden okuyan; kendi bölgeleri, toplulukları ve ataları içine yerleştirilmiş ve onlarla etkileşime giren bedenlerdir.
Awilda Sterling-Duprey’in I am the reincarnation of an enslaved soul [Ben köleleştirilmiş bir ruhun reenkarnasyonuyum] (2021-22) adlı performansında Maestra Sterling, büyük ressam Rafael Tufiño’nun annesi Gregoria Figueroa’ya ait portresi Goyita’yı (1953) yeniden canlandırıyor. Sterling-Duprey portreyi, ABD sömürgeciliğinin dayattığı ilerleme modelinin başarısız olduğu Porto Riko’nun çağdaş koşulları içerisine yerleştiriyor. Performanstaki anlatı, çağdaş Afro-Boricua sanatı bağlamı üzerinden şekilleniyor. Dayatılan Afro-Latinx/Boricua bütünleşmeciliğinin ırkçılığı ile Porto Riko halkı ve diasporasının sömürgeleştirilme mantığı, köleliğin asla sona ermediği tezi üzerine oturuyor. Söz konusu temalar Brenda Torres-Figueroa, Brenda Cruz, Deyaneira Lucero Maldondo ve Las Nietas de Nonó’nun (Mulowayi ve Mapenzi) performanslarında da benzer şekilde ele alınıyor. Mayores ve Mayoras figürleri -büyükanneler, teyzeler, yoldaşlar, vaftiz anneleri, ebeveynler ve vaftiz babaları- yeniden maddeselleştirilmiş bir biçimde, kişisel/ailevi tarihte ve/veya sanatçıların kendi bedenlerinde yeniden/somutlaşmış olarak sunulmak suretiyle atalara/topluluğa ait bir vizyon ön plana çıkarılıyor. Böylelikle, resmi tarih ve Avrupa-merkezci söylemler tarafından silinmiş olan Afro-Karayip kimliğini kurtaran bir özne tanımının kaynağı olarak ailesel/toplumsal bir iç içe geçişi öneriyorlar. Sterling-Duprey, Cruz, Torres-Figueroa, Mulowayi ve Mapenzi’nin hikâye anlatıcılığının içerisinde gömülü olan benlik önerileri, bedene, deneyime ve tarihsel, politik ve ırksal belleğe yeniden gömülür; zamanın ve tarihin modern tanımlarına göre henüz “aşılmamış”, ancak bedende ve bedenden hareketle hala canlı olan bir kimliktir. Bireyle birbirine bağlı, parçalı, çoklu ve yaratıcı bir ilişkidir ve ses, hareket ve bir sanat eserini görselleştirme, yaratma ve canlandırma eylemiyle harekete geçirilen somutlaşmış bir hafızanın varlığını öne sürer. Böylelikle sanat işleri deneyime açılan kapılar işlevini görür. Yaşayan benliğin böylesi etkinleşmelerinin şiirselliği, çoklu-geçici ama yine de son derece anlamlı bir şekilde tarih ve benlikle derin bir bağlantı kurmaya davet ediyor. Bu yapı, sanatı pazarın ve müze ve galeriler tarafından onaylanmanın bir nesnesi olarak gören geleneksel anlayışları yıkıyor ve Afro-görsel sanatı hem toplumsal hem de atalara ait bir süreç, başkalarının deneyimleriyle ve aynı zamanda varoluş ve kimliğin yeniden tanımlandığı bir alan olarak toprakla bağlantılı bir biçimde yeniden tanımlıyor.
Bu kaygılar, Pepón Osorio, Diógenes Ballester, Imna Arroyo, Celso González, José Arturo Ballester Panelli’nin çeşitli sanat eserleri ve enstalasyonlarının yanı sıra Nuyorikalı grafiti sanatçısı Juan Sánchez’in resimleri ve duvar resimleri, Juan Pablo Vizcaíno’nun maskeleri ve Daniel Lind-Ramos’un asamblajlarının merkezinde yer alıyor. Bu isimlerin ortak noktaları, sanatsal önermeleriyle mekânı (ister kamusal, ister alternatif, isterse de müzelerde olsun) işgal etmeleridir. Bu sanatçılar Porto Riko’daki görsel sanatı, çevre, doğa ve hafızayla, yani ırksallaştırmaya uğramış tüm unsurlarla yeniden bağlantı kurmanın bir yolu olarak sunuyorlar. Bu pratikler, resmin veya fotoğraflanmış ya da boyanmış sanat eserinin iki boyutluluğuna direniyor. Onlar buluntu, geçici veya doğal malzemeleri kullanırken, sanatın yaşam ve toplumla etkileşiminde ısrar ediyorlar. Bu malzemeleri kullanmaları, sanatçıların adalar denizini, tüm toplulukları ve muhitleriyle birlikte görmelerine ve buradan doğru yeni atasal nesneler yaratmaya odaklanan bir Afro-Boricua estetiğini tekrardan oluşturmalarına olanak tanıyor. Bu eserler, kendi hikâye anlatımlarında alternatif anlamlar inşa ederek, kullanılan malzemeler aracılığıyla güzel olanı yeniden tanımlıyor. Berber koltuğu, yapraklar, pigmentler, doğal lifler sadece tıbbi yardımcılar olarak değil, aynı zamanda ırksallaştırmayı ve sosyal ötekileştirmeyi iyileştirmek için de kullanılıyor. Buna ek olarak aile fotoğrafları, mektuplar, videolar ve “bizim oraların insanları”nı simgeleyen öğeler ile sanatçıların kökenleri ve kendilerine ait eşyalarının kullanılması, eseri söz konusu alternatif mekân içerisinde bir temele oturtuyor. Antropolojik ya da sosyolojik bir bakış açısı benimsemek yerine, bakış açısı kendi içerisinden ortaya çıkıyor ve ilkel olanı tasvir eden gösteri paradigmasını bozuyor. Bu bakış açısı, doğayı salt bir manzara olarak gören romantik anlayıştan kaçınarak tüm canlı varlıkların iç içe geçtiği kutsal bir algıyla uyum sağlar. İnsanlığı yalnızca ilerlemenin bir üreticisi olarak değil, aynı zamanda tüm varoluşla uyum içinde olan doğal bir güç olarak yeniden tanımlamayı amaçlar.
Günümüz Afro-Boricua estetiğinin üç temel unsuru bir araya getirdiğini vurgulamakta fayda var: beden ve onun yeniden varoluşu, Afro maneviyatı ve doğasının dili ile Afro-Boricuaların kuzey ABD’ye göçmesiyle yaratılan mekânlar ve diller. Bu unsurlar, günümüz toplumuyla çatışmalar yaratmanın yanı sıra, potansiyel iyileştirici anlamlar da üretir. Bu durdurulamaz bir harekettir; ada ve dışındaki geleneksel sanat çevrelerinin ırksal kısıtlamalarına rağmen, dünyamızı yeniden görmenin yollarını mümkün kılan, sanatsal üretimin alternatif bir kaydıdır. Sömürgeciler artık gökyüzünü elleriyle kapatamazlar. Başka bir gerçeklik, dünyanın görsel dünyasını başka dünyaları da kapsayacak şekilde genişleterek kendini dayatıyor ve dayatacak.
Çeviri: Erdem Gürsu, yazının diğer dillerdeki versiyonları bağlantıda!
Protocinema’nın yeni dijital yayını PROTODISPATCH, sanatçıların kıtalararası kaygıları ele aldığı, kişisel bakış açılarını içeren deneme serilerinden oluşuyor. İngilizce dilinde yayınlanan denemeler Argonotlar ve Protocinema işbirliğiyle önümüzdeki yıl boyunca her ay Türkçe olarak Argonotlar’da kendine yer bularak bu küresel kaygıların Türkiye sanat ortamında da tartışılmasına alan açacak. Protodispatch’in diğer yayın partnerleri, New York’tan Artnet.com ve Bangkok’dan GroundControlth.com