Türkiye ve Suriye’yi etkileyen 6 Şubat depremlerinin üzerinden bir ay geçti. Hepimizi derinden sarsan, sevdiklerimizi, yakınlarımızı kaybetmemizle sonuçlanan, milyonlarca insanı yardım çağrılarıyla siyasi çekişmelerin arasında bırakan bu büyük felaketi geride bırakabilmiş değiliz. Depremin neden olduğu kayıpların kaydını tutmak ve dayanışmayı büyütmek biz geride kalanların yapabileceklerinden sadece bazıları.
Başımıza daha ne gelebilir dediğimiz anda yeni bir felaketle karşılaşıyoruz. Orman yangınları, sel felaketi, pandemi, deprem… Felaket anlarında, bir sanat yayını ne yapar, ne işe yarar halen tam olarak cevaplayamadığımız sorular, ama bunun arayışı içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Böylesi zor zamanların ardından sanat yayıncılığı yapmanın zorlu ancak bir o kadar da gerekli olduğuna dair inancımız sürüyor. Kültür-sanat dünyasının ve bu alandaki yayınların böyle zamanlarda geri çekilmek yerine hassasiyet ve samimiyetle çeşitli arayışlara, işbirliklerine girebilmesi için çalışıyoruz. Felaket sonrasında insanların, şehirlerin yeniden ayağa kalkması elzem, ancak bunun dikkatle ve özenle; unutmayarak, kayıt tutarak, kalıcı çözümler üreterek yapılması gerekiyor. Sadece deprem bölgesinde yaşayanların değil, hepimizin yası bu. Argonotlar olarak bu yası paylaşıyor; yaraları sarmak, hafızamızı diri tutmak ve geleceğe dair söz üretebilmek için elimizden geleni yapmak için çalışıyoruz.
Argonotlar Ekibi
Depremde zarar gören kültür varlıklarının şu anki durumu ve akıbetine dair Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesinin Mimarlık bölümünde öğretim üyesi, aynı zamanda Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Mimarlar Odası’nın Kültürel Mirasın Korunması ve Geliştirilmesi Komitesi üyesi Koray Güler’le bir araya geldik. Güler, bölgeyi depremin dördüncü gününde ziyaret eden ve kültür varlıklarının mevcut durumunu gözlemleyen ekipleri adına bizimle hem gördüklerini hem de bu varlıkların gelecekteki durumu ve atılması gereken adımlara dair önerilerini paylaştı.
Deprem bölgesinde gerçekleştirdiğiniz ziyaretten biraz bahsedebilir misiniz? Tam olarak ne zaman gittiniz, neleri gözlemlediniz? Kültür varlıklarının mevcut durumuna dair gözlemleriniz neler oldu?
Çok büyük bir insani felaketle karşı karşıyayız. Söze başlamadan önce bunu tekrar tekrar belirtmek gerekir. Çok büyük bir coğrafya, depremin hemen ardından henüz dört gün geçmişken biz 10 ilin 7’sine gittik. Aynı zamanda 8 ilçe merkezi ile birlikte 15 yerleşim merkezi ziyaret edebildik. Maalesef kırsala gidemedik. Oradan aldığımız bilgilere doğrultusunda, özellikle Kilis, Diyarbakır ve Şanlıurfa’da daha az tahribat olduğunu öğrendik. Dolayısıyla bu illeri ziyaret programından çıkarmak durumunda kaldık. Şartlar da tahmin edebileceğiniz gibi çok kolay değildi. Kalacak yer olsa bile güvenli değildi. İki araba halinde Ankara’dan hareket ettik ve geceleri arabalarda geçirerek süreci yönetmeye çalıştık. Zaten can kayıpları çok üzücü ancak pek çok kültür varlığının da tahrip olduğunu, çok ağır hasar aldığını gördük. Canlar kaybedildiğinde nasıl geri getirilemiyorsa kültür varlıklarının da yeniden üretilebilmesi çok mümkün değil maalesef. Yitirdiğiniz an yeniden üretilmesi mümkün olmayan bir kaynak olan kültürel mirası da kaybetmiş oluyorsunuz. İlk gözlemler açısından gerçekten çok moral bozucu ve üzücü bir tablo vardı.
Söz konusu depremde hangi kültür varlıkları, hangi yapılar zarar gördü?
Pek çok yapı var. Örneğin Adıyaman’da Ulu Cami yıkılmıştı, sadece iki beden duvarı ayakta kalmıştı. Yine bölgedeki pek çok tarihi cami özellikle minare gibi zayıf noktalarından yıkılmıştı. Yıkılan bölümler yıkılırken kubbe gibi, son cemaat mahalli ve revak gibi bölümleri de tahrip etmiş. Adıyaman’da Yenipınar Camisi var ya da Gaziantep’te kale var. Bununla beraber eski bir kilise olan Kurtuluş Camisi, eski Meryem Ana Kilisesi tahrip olmuştu. Şirvani Camisini gördük. Bir Mimar Sinan Külliyesi olan Payas’taki caminin de minaresi yıkılmıştı. Kervansaray bölümünde daha önceki restorasyonlarda yapılmış onarımlarda sıva dökülmeleri vardı. Burası hac yolundaki bir Külliye, Payas’ta büyük bir kompleks. Basında çok fazla yer almadı, hatta kervansaray depremzedelere açılmıştı. Hatay’da pek çok tarihi yapı yerle bir olmuştu: Meclis Binası, Hükümet Konağı yani Valilik Binası, basında çok fazla yer alan Habibi-i Neccar Camisi (Anadolu’daki ilk cami olarak literatürde geçiyor.) Kahramanmaraş’’ta Arasa Camisi, Ulu Cami; Malatya’da Yeni Cami yıkılan yapılar arasındaydı. Özellikle sivil mimarlık örneklerinde çok fazla tahribat olduğunu söylemeliyim.
Kentsel sit ölçeğinde ayrıntılı bir inceleme fırsatımız olmadı çünkü aynı zamanda ekibin misyonlarından biri de depremin yarattığı yıkıcı etkiyi tüm fiziki çevre boyutunda gözlemekti. Ben orada kültürel mirasın aldığı zararları anlamaya çalışıyordum. Tabii kültürel mirasın bu denli hasar görmesinin arkasında yatan nedenler var. Sivil mimarlık eserlerindeki tahribatın büyüklüğünün arka planında deprem öncesi duruma bir göz atmak iyi olabilir. Pek çok kentsel sit alanında sivil mimarlık örnekleri, restorasyon uygulamalarında kamu kaynaklarından yeterince faydalanamadığı için yıllara dayalı ihmal ve bakımsızlıkla karşı karşıya kalıyor. Bu yapılar da doğal malzemelerle inşa edilmiş yapılar ve sürekli bakım yapmadığınız takdirde yıpranma çok fazla oluyor. Örneğin, toprak damlı kârgir yapılar bölgede, özellikle kırsal alanda çok fazla karşılaşılan yapılar. Ülkemiz genelindeki kırsal bölgelerde kültür varlıklarına ilişkin herhangi bir kültür envanterimiz ya da tescil kaydı bulunmuyor maalesef.
Örneğin toprak damlı yapılara sürekli bakım yapmazsanız bünyesine nüfuz eden su ve diğer yıpratıcı doğa koşulları neticesinde yapı, birkaç yıl içerisinde statik açıdan kendini taşıyamaz hale geliyor. Bu durumun da özellikle sivil mimarlık örnekleri açısından daha kırılgan şekilde depreme yakalanmasıyla sonuçlandığını söyleyebilirim. Anıtsal mirasa baktığımız zaman önemli savunma yapıları, kaleler ya da tarihi camiler; kiliseler gibi yapılarda ise restorasyon uygulamalarının daha yakın tarihlerde yapılmış olduğunu görüyoruz ama bu yapılarda da yine depremin yıkıcı etkilerini fazlasıyla gördük.
Deprem bölgesinde henüz restore edilmiş yapıların bazılarının zarar gördüğünü, restore edilmemiş bazı yapıların ise ayakta kaldığını gördük. Bunun sebebi nedir?
Bunun pek çok nedeni olabilir. Açıkçası bu yapıların kırılgan olarak depreme yakalanması kolaylıkla söylenebilecek bir şey, yani bakımsız kalması. Ancak tabii yeni restore edilmiş yapıların onarım kararlarını detaylı incelemek gerekir. Şu an net bir yorumda bulunmam çok doğru olmaz, onların restorasyon kararlarını tek tek değerlendirip statik açıdan gerekli uzmanlardan destek alınmış mı diye bakmak gerekir. Restorasyon işleri hem uzun zaman gerektiren hem sabır gerektiren bir süreç. Sadece mimarların tek bir disiplin olarak çalışmasının ve karar almasının da çok zor olduğu bir alan. Genellikle pek çok yapıda bilim kurulları oluşturularak uygulama süreçleri yönetilmeye çalışılıyor, özellikle anıt eserlerde böyle bir süreç takibi var. Bu bilim kurullarında da inşaat mühendisleri, zemin mühendisleri, koruma uzmanı mimarlar, kimi durumlarda halk bilimi uzmanları, sanat tarihçileri, arkeologlar gibi birçok disiplinden uzmanın yer alması gerekiyor. Bu yeni onarılan yapılarda özellikle statik ve zemin konusunda gerekli desteğin alınıp alınmadığı konusu bir soru işareti. Eğer bu önlemler alınmışsa ve sonuç yine yıkım olmuşsa raporları ve alınan kararları tek tek incelemek gerektiğini söyleyebilirim çok genel hatlarıyla.
Bu yapıların restorasyonuyla ilgili denetleme yetkisi şu an hangi kurumda peki? Önümüzdeki günlerde bu raporlara ulaşmak, bunları incelemek mümkün olacak mı?
Ülkemizde Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması ile ilgili 2863 sayılı kanun uyarınca kültür varlığı olarak tescilli yapıların kapsamlı onarımı ya da restorasyonu için Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı olarak çalışan Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurullarından izin almak gerekiyor. Kültür varlığı olarak tescilli her bir yapı için ilgili Kurullarda dosyalar bulunuyor, yasal izin almak koşuluyla bu dosyalara erişmek mümkün.
Zarar gören yapılar listelenmeye başladı mı?
İvedilikle yapılıyor olmalı. İlk günlerde alanın çok kontrol altında olmadığını söyleyebilirim. Pek çok kültür varlığı maalesef korumasız durumdaydı. Bir başka boyutu da bu yıkılan yapıların parçalarıyla ilgili. Kültür ve Turizm Bakanlığının özellikle kentsel sitlerdeki tescilli kültür varlıklarının aldığı hasarları incelemesi gerekiyor. Bu konuda hazırlık yapıldığını hep duyuyoruz ama ne kadar gerçekleşebilmiş durumda onu bilemiyorum. Zaten bu kadar kısa zamanda da o envanteri oluşturabilmek çok kolay değil. Şöyle de bir dezavantajımız var ülkemizde, ulusal kültür envanterimiz henüz tamamlanmamış durumda. Bu söylediğim durum kentler açısından bile geçerli. Korunması gereken kültür varlıklarının tescili ya da tespitiyle ilgili henüz elimizde tamamlanmış bir envanter olmadığı anlamına geliyor. Bu konu çok can sıkıcı. Özellikle kırsal miras boyutunda baktığımızdaysa akademik çalışmalar ve kurumların arşivlerinde yapılmış çalışmalar dışında neredeyse elimizde hiçbir veri yok. Kırsalda Koruma Kurulları tarafından yapılmış bir envanterin ya da tescil kaydının bulunmadığını görüyoruz. Öte yandan Bakanlık ve ilgili kuruluşlar daha çok tescilli kültür varlıkları üzerinden süreci tanımlamaya çalışıyor ama envanterin tamamlanmış olmaması nedeniyle pek çok korunmaya değer ama tescil kaydı olmayan yapı da yitirilmiş durumda muhtemelen ve bunlara ilişkin elimizde resmi kayıtlar yok. Bu da işe başlarken büyük bir handikap. Tabii hasar tespitleri yapılacaktır ama büyük ölçüde bunlar Koruma Kurulları tarafından daha önce tescili yapılmış yapılar ölçeğinde olacaktır diye tahmin ediyorum.
Enkaz kaldırma çalışmaları sırasında bazı tarihi eserlerin parçalarının moloz olarak kaldırıldığına dair haberler gördük. Şu an tarihi yapıların enkazlarının uygun şekilde kaldırılması ve saklanması konusunda bir çalışma var mı?
Bu konu çok önemli. Maalesef olumsuz örneklerini de sahada gördük. Bir insanın bazen kaza sonucu parmağı ya da kulağı zarar görebiliyor, kopabiliyor. Bu durumlarda kopan parça hemen yerine dikilerek bütünlüğe kavuşturulur. Tarihi yapıların kalıntıları da aslında gelecekte olası restorasyon çalışmalarında kullanılabilecek özgün yapı parçaları ve genellikle taş, ahşap gibi doğal malzemelerle inşa ediliyor. Tabii ki yakın geçmişin mimarisi olan betonarme yapılar da var ama onların onarım teknikleri biraz daha farklı. Geleneksel malzemeyle inşa edilmiş yapılarda bu parçalar doğrudan onarım sırasında değerlendirilebilecek parçalar ve tarihi yapının bir bölümü aslında. Bunları iş makineleriyle nereden düştüğünü anlamadan kaldırıp başka yerlere götürürsek kullanılma olasılığını da ortadan kaldırmış oluruz. Her zaman tekrar kullanılması mümkün olmayabilir elbette. Tekrar kullanılıp kullanılmayacağını anlamak için o taşların taşıyıcılıklarının ya da bünyelerinin sağlam olup olmadığının anlaşılması gerekiyor ama ondan önce bunların güvenli bir şekilde belgelenmesi, nereden ve hangi yapı taşının düştüğünün anlaşılması gerekiyor ki o bütünlüğe tekrar kavuştururken kullanılabilsin. Bunun hemen akabinde ya da eş zamanlı olarak ağır hasar görmüş fakat hâlâ ayakta olan yapı parçaları var mesela.
Herhangi bir yapıyı aklımıza getirelim. Söz konusu üç duvarı ayakta, bir duvarı ve kubbesi yıkılmış bir anıtsal yapı olsun diyelim. O zaman biz o üç duvarını desteklerle askıya alarak daha fazla yıpranmasını engelleyebiliriz. Bunun da en can alıcı noktası Hatay’da oldu. Hatay’daki Hükümet Konağı, Valilik Binası’nı bizzat görmüştük ve ayaktaydı bütün bölümleri. Çok ağır hasar almıştı ama neredeyse dört duvarının ayakta olduğu bir tablo vardı. Son yaşanan 6,4 şiddetindeki deprem sonrasında yapının iki duvarının tamamen çökmüş olduğunu gördük. Eğer biz acil koruma müdahaleleri ile yapıda ayakta kalan bölümleri geçici desteklerle destekleyebilmiş olsaydık belki de o yıkımın önüne geçebilirdik. Herhangi bir sarsıntı olunca en azından ayakta kalan parçaları gelecekteki olası restorasyon uygulamasına kadar ayakta tutabilirdik. Hakikaten bu iki konu çok önemli ve acil gerçekleştirilmesi gereken konular. Bir de bu yapıları savunmasız bırakamayız. Aralarında kilise veya arkeolojik alanlar gibi pek çok yapılar var, oralarda da pek çok yapının hasar görmüş olma olasılığı yüksek. Bu noktada savunmasız bırakmamak gerekiyor.
Özellikle definecilik kültürünün de çok yaygın olduğu bir toplumuz. Yağmalamaya karşı da ciddi güvenlik önlemlerinin alınması gerekiyor. Bazen yapılardan düşen bezemeli bir parça bile çok kıymetli olabiliyor ve biz onu kaybettiğimiz an ortada özgün yapı parçaları kalmamış oluyor. Biz tabii kültürel mirası yıkıldıktan sonra yeniden yapabiliriz ama yeniden yapımda özgün parçaları kullanabilirsek o özgünlüğü yeniden, kısmen sağlamış olabiliriz ancak tamamını yeni taşlarla yeniden üreterek ortaya çıkarırsak bu sefer bir replika, bir kopya oluyor. O da çok arzu edilen bir durum değil. Tabii çaresiz kalınan durumlarda buna da başvuruluyor ister istemez. Bu noktada İkinci Dünya Savaşı sonrası pek çok Avrupa kentinde bu tür uygulamalar yapıldığını ekleyebilirim.
Zarar gören eserlere ait parçaların belgelenmesi süreci nasıl ilerleyecek? Felaketin boyutu ve etkilediği illerin kültürel zenginliği düşünüldüğünde çalışmaların ne kadar sürmesi tahmin ediliyor? Bilinçsiz restorasyon ve rekonstrüksiyon uygulamalarının önüne nasıl geçilebilir?
Öncelikle uygulamaya geçmek için çok erken bir safha. Sadece şu noktada, o yapı taşları gerekirse koruma uzmanı mimarlar tarafından tek tek tespit edilir. Yapıların yapı taşlarının üç boyutlu çizimleri yapılarak ve güvenli şekilde numaralandırılarak kaldırılır. Daha sonra da o numaralandırılmış taşların bir dijital kaydı olduğu için o yapının yeniden bir araya getirilmesinde o numaralandırma sistemi âdeta bir puzzle gibi, hangi taş nereye gelecek diye çalışılarak birleştirilir ama bunun ötesinde de yapılması gereken işler var. Burada bir deprem gerçeği var ve pek çok şey değişmiş durumda. Yani zemin parametreleri değişmiş durumda. Ayakta kalan yapıların bir an önce geçici desteklerle güvenli hale getirilmesinden bahsetmiştim. Yapının ayakta kalan bölümlerinin de statik açıdan durumunun gözetilmesi gerekir. Hadi ayakta kalmış duvarların üzerine biz o düşen taşları hemen ekleyelim, uygulamaya geçelim; bu doğru olmaz. Bu, birçok disiplinden uzmanın bir arada çalışmasıyla uzun vadede olabilecek bir çalışmaya dayanıyor fakat en acil yapılması gereken şeyl öncelikle bu parçaların güvenli bir şekilde belgelenip güven altına alınması ve ayakta kalmış bölümlerin desteklenmesi. Restorasyon genel anlamıyla sabır gerektiriyor. Hemen harekete geçilmesi çok kolay değil ve çok acele edilirse yapılan işin niteliği biraz düşüyor ister istemez.
Peki, parçalar kullanılamaz durumda ise?
Özellikle anıt eserlerde işimiz biraz daha kolay olabilir. Çünkü yapıların herhangi bir onarım öncesinde mevcut durumlarını yansıtan rölöve dediğimiz çizimler yapılır. Bu, yapının çizim yapılırkenki durumunu yansıtır. Buna ek olarak restitüsyon dediğimiz, yapının ilk inşa edildiği veya belli bir dönemdeki, belli bir tarihteki durumunu araştıran çizimler hazırlanır. Bu çizimleri elde edebilmek için de arşiv araştırmalarına ihtiyaç duyulur. Eski fotoğraflar, eski haritalar gibi belgeler incelenir ve eğer ekler almışsa, değişiklikler olmuşsa o değişiklikler öncesinde yapının durumu projekte edilmeye çalışılır ve ardından da rölöveler ve restitüsyon projelerinin ışığında koruma projesi hazırlanır. Dolayısıyla söz konusu yapı eğer bir restorasyon geçirmişse -anıt eserlerin büyük bölümü son yıllarda restore edildiği için bu projelere ulaşmak daha kolay olacaktır- yitirilen parçaların teknik olarak kopyalarının yeniden üretilmesi mümkündür. Bütünleme esnasında eksik kalan bölümler eğer tamamen yok olmuşsa tamamen yeniden üretilmesi gerekiyor. Olağanüstü bir yıkım, bir kayıp var; tabii kaçınılmaz oluyor bu vaziyette.
Özel mülkiyet içerisindeki eserlere maddi akış sağlanamadığı takdirde bu eserlerin akıbeti ne olacak?
Özellikle sivil mimarlık örnekleri özel mülkiyette olduğu için fon almakta ciddi zorluk yaşıyorlar ama kamu mülkiyetinde bir kültür varlığı olunca daha şanslı oluyor ister istemez. Kamu kaynaklarıyla dini yapılar Vakıflar Genel Müdürlüğü bünyesinde olduğu için maddi kaynaklar açısından restore edilmesi daha kolay oluyor ama özel mülkiyetteki sivil mimarlık eserlerinde, özellikle de depremden hasar gören bölgede yerel halka çok ciddi destek olunması gerekir. Kamunun hakikaten el atması gerekir ki buradaki somut olmayan kültürel mirasın yani yerin ruhunu oluşturan insan unsurunun da yer değiştirmemesi gerekir. Örneğin, bakanlık açıklamasında Hatay özelinde konuşacak olursak buranın gastronomi ya da turizm kenti olmasını arzu ettikleri ve kentin bir yılda bu vizyonla yola çıkılarak yeniden inşa edilebileceğini söyleniyor ama fiziki açıdan bile geleneksel dokunun bu kadar aceleyle restore edilmesi zaten doğru değil. Öte yandan buradaki insan unsurunu diriltip geleneksel yaşamın devamlılığını sağlamak önemli. Eğer zaten bu insanları kaybedersek bizim somut olmayan mirasımızdan çok ciddi parçaların eksildiğini görürüz. Bu sebeple ciddi bir kaynak aktarılıp özel mülkiyetteki sivil mimarlık eserleri için oradaki insanların yaşamının devamlılığını sağlamak gerekir.
Özel mülk içerisindeki sivil mimarlık eserlerinin çoğu tescilli olmadığı için maddi aktarım konusunda sıkıntı yaşandığından bahsetmiştik. Peki bu noktada ICOMOS ve UNESCO’nun destekleri olabilir mi?
UNESCO bölgede depremden doğrudan etkilenen Nemrut Dağı, Malatya Arslantepe Höyüğü, Göbeklitepe, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı gibi Dünya Mirası Alanları için uluslararası ölçekte uzman desteği verebilir; ICOMOS Türkiye Milli Komitesi ise bölgedeki tüm kültürel miras alanları için gönüllü olarak uzman desteği verebileceğini kamuoyuna açıkladı bile.
Beklenen İstanbul depreminden önce kültür varlıkları açısından ivedi alınması gerektiğini düşündüğünüz önlemler nelerdir? Özellikle tehlikede olduğunu düşündüğünüz eserler ve yapılar var mı?
Pek çok yapı bence. Beni korkutan bir soru gerçekten ama İstanbul çok önemli kültürel ve doğal varlıkları bünyesinde barındırıyor. Şimdi mesela dünya mirası alanları için yönetim planı denen kurumların koordinasyonunu ve eşgüdümünü sağlayan planlar vardır ve orada eylemler tanımlanır. Pek çok dünya mirası alanı için afet risklerini önceden öngörme, gerekirse güçlendirme, uygun tekniklerle bu yapıları depreme hazır hale getirme gibi ya da afet sonrasında hemen harekete geçilmesi gibi eylemler tanımlıdır ama biz gördük ki bu 10 ilde gerçekleşen deprem sonrası sözü edilen planlardaki eylemler yerine getirilemedi. İstanbul özelinde söyleyecek olursam pek çok yapının, özellikle sivil mimarlık eserlerinin ya da pek çok anıt yapının depreme bakımsız ve kırılgan halde yakalanma riski var. Her bir yapıya şimdiden risk altındadır demek istemem ama aklınıza gelebilecek tüm yapılar için gerekli uzmanlıklardan destek alınarak bakım ve onarım çalışmalarının gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu konuda eksiklerin çok olduğunu söyleyebilirim ve açıkçası sonuçları korkutuyor. Mesela dünya mirası olan Kara Surları’nda ciddi tahribat olabileceği söylenebilir. Bu yönde son yıllarda İBB’nin yapmış olduğun koruma uygulamaları var çünkü yıllara dayalı ihmal ve bakımsızlık özellikle Kara Surları’nda çok bariz durumdaydı. Buna yönelik çalışmalar var ama tabii kaynaklar ya da bir sürü parametre devreye girdiği için süreç olumlu yönde ilerlese de deprem esnasında yıkım boyutu yüksek olabilir.
Deprem sonrası yıkılan tarihi yapıların restorasyonu ve yeniden inşasına dair dünyadan iyi örnekler var mı?
Yeniden yapılan örneklerin sayısı çok fazla aslında. Dünya Savaşı sonrası Varşova kenti yeniden inşa ediliyor. Ya da Almanya’daki Dresden gibi, Berlin gibi kentlerde birçok anıt yeniden yapılıyor. Varşova kenti çok önemli çünkü dünya mirası statüsüne alınıyor ancak bu statüye alınırken yerleşimin özgünlük kriterini sağlayıp sağlamadığı ile ilgili tartışmalar yaşanıyor. Tabii Varşova gibi yıkılan ama yeniden yapılan bir kentin özgünlük niteliğini karşılamadığı dolayısıyla itirazlar oluyor ama ardından yeniden yapımın istisnai bir örneği olması ve zorunlu koşullar nedeniyle toplumun da moralini tekrar sağlamak için yapıldığı gerekçesiyle dünya mirası listesine alınıyor. Bunun dışında aklıma Mostar Köprüsü geliyor. Yine savaş nedeniyle kaybedilen bir yapı Bosna Hersek’te. Bu yapı da yeniden uluslararası organizasyonla yapılıyor. Tabii politik olarak da rekonstrüksiyon örnekleri var. Özellikle Doğu Bloku ülkelerinin dağılmasının ardından çeşitli ülkelerdeki mimarinin ayağa kaldırılmasına yönelik uygulamalar var. Almanya’da pek çok örnek var. Bunları olumlu veya olumsuz diye söylemiyorum ama tarihi örnekler var. En eski örneklerden biri malzeme yorulması nedeniyle yıkılan Venedik’teki San Marco Kilisesi’nin çan kulesi söylenebilir. O yapı da 20. yüzyılın başlarında yıkılıyor ve sonra tekrar inşa ediliyor. Bu tür yeniden yapımların bu gibi tarihi örnekleri mevcut. Yani burada günümüzde bir koruma uygulaması olarak görülmeyen rekonstrüksiyonu kabul edilebilir hale getiren en önemli unsur toplumun moralini, dağılan o psikolojik durumu toparlayabilmek. Çünkü insanların bu kentsel dokularla, tarihi merkezlerle kurmuş oldukları aidiyetler var. Bunları sağlamak için de özellikle bu yönteme başvuruluyor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Özel kültür sanat kurumlarının, müzelerin ya da bizim gibi sanat yayınlarının bu süreçlerin takibinde nasıl bir katkımız olabilir?
Yeniden yapılan örneklerin sayısı çok fazla aslında. Dünya Savaşı sonrası Varşova kenti yeniden inşa ediliyor. Ya da Almanya’daki Dresden gibi, Berlin gibi kentlerde birçok anıt yeniden yapılıyor. Varşova kenti çok önemli çünkü dünya mirası statüsüne alınıyor ancak bu statüye alınırken yerleşimin özgünlük kriterini sağlayıp sağlamadığı ile ilgili tartışmalar yaşanıyor. Tabii Varşova gibi yıkılan ama yeniden yapılan bir kentin özgünlük niteliğini karşılamadığı gerekçesiyle itirazlar oluyor ama ardından yeniden yapımın istisnai bir örneği olması ve zorunlu koşullar ve toplumun da moralini tekrar sağlamak için yapıldığı gerekçesiyle dünya mirası listesine alınıyor. Bunun dışında aklıma Mostar Köprüsü geliyor. Yine savaş nedeniyle kaybedilen Bosna Hersek’teki bir yapı. Bu yapı da yeniden uluslararası organizasyonla yapılıyor. Tabii politik olarak da rekonstrüksiyon örnekleri var. Özellikle Doğu Bloku ülkelerinin dağılmasının ardından çeşitli ülkelerdeki mimarinin ayağa kaldırılmasına yönelik uygulamalar var. Almanya’da pek çok örnek var. Bunları olumlu veya olumsuz diye söylemiyorum ama tarihi örnekler var. En eski örneklerden biri malzeme yorulması nedeniyle yıkılan Venedik’teki San Marco Kilisesi’nin çan kulesi. O yapı da 20. yüzyılın başlarında yıkılıyor ve sonra tekrar inşa ediliyor. Bu tür yeniden yapımların tarihi örnekleri mevcut. Yani burada günümüzde bir koruma uygulaması olarak görülmeyen rekonstrüksiyonu kabul edilebilir hale getiren en önemli unsur toplumun moralini, dağılan psikolojik durumunu toparlayabilmek. Çünkü insanların kentsel dokularla, tarihi merkezlerle kurmuş oldukları aidiyetler var. Bunları sağlamak için özellikle bu yönteme başvuruluyor.