Havada. Uçuşan, uçmakta olan. Ya da tariflenmemiş. Havada. Net değil. Asılı kalmış. Havada, hava aracılığıyla, titreşimle iletilen. Ses.
“Havada” ilk bütüncül bakışta “oyuncaklı” gibi görünen, bir delinin zihni sinir tasarımları gibi algılanabilecek renkli nesne/heykel/enstrüman/enstalasyonlardan oluşuyor. Evet bu şeyler bunların hepsi ve hiçbiri denilebilecek epey muğlak bir alanda vücut buluyorlar. Ne olduklarının, hiçbir şeye benzememelerinin -ya da her şeye benzemelerinin- bir önemi var gibi de durmuyor. Zira onlara ikinci bakış epey tuhaf sürprizlere gebe.
Yanlarına yaklaştıkça çoğu zaman size sesleriyle tepki veren bu şeylere bir tedirginlik, kör göze parmak olmayan bir hüzün ve kayıp duygusu içkin. Ve bu hüznü sizinle konuşuyorlar. Dilleri tanıdık değil. Benim hareketimin enerjisi bir mekanizmayı tetikleyip titreşime dönüştürürken, ses yüksek tavandan asma katlara, vitraylara, başka insanlara ve merkezdeki camlı avizeye çarpıp ilerliyor. “Şeylerin” yarattığı bu çok sesli koronun -aslında kastedilmemiş- dramatik tınılarına biraz aşinayız. Serkan o sesleri arayıp bulmuş, icat etmiş olsa da, sesler nesnelerin iradeleriyle oluşuyor, kendiliğinden.
Serkan Aka’nın sergisi Galata’daki Schneidertempel’daydı. Bu sinagog Aşkenaz Yahudilerinin ve özellikle terziler loncasının ibadethanesi olarak 19. yy. Osmanlısında inşa edilmiş. Bu zarif, iddiasız tek hacimli yapının terziler tarafından kullanılmış olması ve Serkan’ın işlerinde -mekânın bilgisi olmadan- tekrar tekrar kullanılan dikiş makinesi aksamları, iğneler, iplikler ve bunların çıkardığı sesler artık orada olmayanlara bir selam verme, bir ayin gibi.
Serkan’a tesadüflere inanmadığımı söylüyorum.
Bu ayinin bir dua, bir “yas ritüeli” gibi çınlamasının birçok sebebi var. Evet, bir süredir hem kişisel hayatımda hem doktora çalışmamda yas ve yıkım üzerine çalışıyorum. Yine de Serkan’ın “Havada” sergisine baktığımda da bu iki kavramı anımsamam, gözüme salt bu sürece ilişkin subjektif bir bakış gibi görünmüyor. Bu mekânda Türkiye Cumhuriyeti’nin 90’lı yıllarının bir orta sınıf ailesinin, biraz bireysel biraz kolektif yaslarımızın, biraz da ekolojik yıkımın sesi yankılanıyor.
Serkan’ın anneannesinin evde kullandığı Singer dikiş makinesini, makinenin tıkıdık tıkıdık tıkıdık diye bacak ve kol gücüyle çalışan mekanizmasının o çıplak estetiğini tam olarak görmüyoruz. Ama otopsi sonrası organları özenle ayrılmış bir beden gibi parçaları nesnelerin içinde karşımıza çıkıyor. Bu fragmanlar bu defa farklı bir gerçeklikte, bu mekânın içinde başka bir seste yine bütün oluyorlar. Dikiş makinesinin kutusu kuş yuvalarına dönüşmüş. Bu kuş seslerini elimle bir kolu ileri geri çevirerek, metal bir vidanın ahşap üzerinde döndürerek sürtmesini sağlayarak çıkarıyorum. Bachelard’ın Mekânın Poetikası kitabında bahsettiği, ilk defa bir kuş yuvasıyla karşılaşıldığında yaşanan o heyecan, tedirginlik, şaşkınlık! Her defasında başka öten bu kuşlar Serkan’ın yanında büyüdüğü, artık kurumuş olan Burdur Gölü’nün kayıp kuşları… “54 yılda Burdur Gölü’nün yüzde 47’si yok oldu.” Bu bir sürü rakam, bu ekolojik yasın büyüklüğünü tarif etmeye yetmiyor. Yüzde 47 oranında su, yosun, taşlar ve kuş sesleri.
Göldeyim, “ağaçların ölümü geri püskürttüğü bir yuva düşlüyorum”. Ses ‘havada’, ben suyun altındayım.
Gölün taşları bir sehpanın üzerinde titreşiyor. Bir tatil dönüşü belki de denizden çıkarılmış olmaları benim için gölden çıktıkları -belki aşırı yorumunu– değiştirmiyor. Kent Üniversitesinin I. sınıf İç Mimarlık Temel Tasarım/Karşılaşmalar dersi öğrencileri, bu sehpadan çıkan sesleri çamaşır makinesine benzetiyorlar. Bazı seslerin anne karnında duyduğumuz seslerin frekansına yakın olduğundan uyumada rahatlatıcı bir etkisi olduğunu konuşuyoruz. Süpürge sesi gibi. Belki de bu huşu hissi arınma ve temizlik duygusundandır.
Taşlar bir küçük, bir büyükçe iki sehpanın üzerinde titremeye devam ediyor. Evdeyim.
Sabah çıkmazının karşı çaprazında ne bir yer masası ne de standart bir yemek masası yüksekliğinde bir düzlem var, üzerinde kırık tabaklarla. Bir mekanizmaya bağlı kırık porselen parçaları ve bir minik kurabiye kalıbı, kâh anneannemizden kalma şık porselenlere kah gazeteden kupon toplanarak alındığı için tüm öğrenci evlerinin baş köşesinde yer alan düşük kaliteli tabak parçalarına çarpıyor.
Ölüme ilişkin o en sevdiğim eski dizinin o en iyi yemek sahnesi, ananem öldüğü gün kırılan -sonra sulu boya ile yeniden yaşattığım- bardak ve yıllardır elimden düşürüp kırdığım cam tüm parçaların olduğu ikinci el cam küre gözümün önünde.
Yazdıkça, düşündükçe neyin tanıdık geldiğini anlıyorum. Serkan da muhtemelen hangi sesin hangi malzemeye narince çarptığında hangi sesin çıkacağını keşfettikçe, o masadaki sessizliği ya da düşünülmeden ağızdan çıkan kelimeleri duymuştur. Lezzet, ağız, acı ekşi bir tat, çok tuz… Anlamak, aşinalık ise tamamen tesadüf.
Kendime tesadüflere inandığımı söylüyorum. Babamın sürekli açık, aydınger üzerindeki rapidoyu jiletle hrşt hrşt hrşt diye sildiği çizim masasının -six feet- altındayım.
Yanda tuzlu nehir, her defasında başka bir çarpmayla başka bir ses çıkartıyor. İşlerin isimleri de muhteviyatındaki nesneler gibi buluntu kelimelerden. Serkan arkadaşlarının ağzından çıkan kelimeleri havada yakaladığını söylüyor. Ben de yazarken bir buluntu mantığıyla, serbestçe daldan dala konarak, bir akışa izin vererek yazacağımı -yüzeceğimi- düşünüyorum. Bir kolaj olasılığı için öğrencilerden notlarını göndermelerini rica ediyorum.
NOTLAR: duyma biçimimize bir müdahale. arşivcilik. seslere açık olma, sokaktan geçen helikopter? manyetik alan oluşuyor mıknatıslarla. ölümle burun buruna gibi. tetikte olma hissi.
Bazen ve hep. Bir hastane paravanı bir iğnenin patlatmak üzere olduğu bir balonu, ay ve güneş gibi dönen bir yüksük ve iğnedanlığı ayırıyor. Üç iğne, iplerin ucunda bir yüksük, bir iğnedanlığa dokunmayı deniyor. Hastanedeyim.
Burası bir ev, bir göl, bir sokak. Gürültü burada “kulağa hoş gelmeyen sesler bütünü” değil. Buluntunun imkânlarının nesnelerde estetize edilmesi gibi ses de yeniden üretilip her defasında kulak kabartılan ve zevk alınan, anlaşılmak istenen, “kirli olmayan” bir varlık gibi algılanıyor burada; yeniden üretirken güzelleştirmek, olduğu gibi kabul ederken iyileştirmek.
Yıkımın, yok olmanın, kaybolmanın, değer görmemenin ve çöpten bulunmanın ya da kulak tıkanmanın eşiğinde, kaçmaya değil yüzleşmeye ve sahip çıkmaya odaklanan, yıkımın yasını neşeyle tutan bir yaklaşım bu. Eksikliğin, artık olmayanın verdiği acıyı sakin bir melankoliyle dönüştüren, demokratik ve yapıcı bu yas; kaybı bazen neşeyle kabulleniyor, sağaltıyor. O yüzden bir çocuk parkından çıkma tahtaların iliştirildiği merdivenin üzerindeki hay bin kunduz işi, lastiğinin içinde mercimek taneleri dolu bisiklet tekerleri ile nanik yapar gibi, bir acayip pervaneyi de döndürüyor.
Serkan endüstri mühendisliği mezunu, ancak kendini iç mekân tasarımları yaparken bulmuş. Nesnelere, zanaate, istifçiliğe içgüdüsel yönelimi, mekân tasarımıyla ilişkisi, daha doğrusu işlerin mekândan doğru üretimi buradaki enstrüman ve enstalasyonlara yansıyor. Yine de sinagog mekânıyla daha da direkt bir ilişki kurulabilir miydi diye düşünmeden edemiyorum. Sinagog burada tüm enstrümanların temel prensibi olan boş, sesi toplayıp yayan, büyüten hazne gibi. Duvarın, camın, yıllanmış ahşap oturma biriminin sesini duyabilir miydik? Bu yerle kavramsal/dolaylı/tesadüfi ilişkiler dışında fiziksel de bir temas sağlanabilir miydi? Ama belki de bu ayrışma, mekâna sızma, daha eğreti bir yerleşme, kısa bir misafirliğe dair bir ilişkilenme hali, tüm gerilimiyle -daha- makbul.
Sesin, işlerin kendi değişken müziğinin ve gürültüsünün, nesnelerin muğlaklığının üzerimdeki yoruma ve eğip bükmeye açık etkisine teslim olmuş olmak, kolektif ve kişisel bellekte, hastaneden eve, sokaktan göle hızlı bir yolculuk gibi. Kesişen, ayrılan yollar var. Biraz rahatsız eden ama sonunda en dramatik kayıpların bile “iyi gelen aksaklıklar” gibi algılanmasına alan açan bir yol, başka türden bir duyma, görme biçimi bu.
-Maalesef- sergi bittikten sonra yazılan bu metin vasıtasıyla, sizi Ege’den bir esintiyle, Serkan’ın -en düşman bellenen plastik şişelerden ürettiği- flütlerinin -kıyıya vuran dalgalarca üflenen- sesiyle, bu yeni dili duymaya davet ediyorum.