Ebru Döşekçi’nin hem kendi içine baktığı hem “kabuğundan”, atölyesinden çıkıp başka insanları gözlemlediği bir yolculuğun hikayesi “Kimse Bilmez.” İrili ufaklı geometrik formlarla malzemenin ve soğuk bir beyazın hakim olduğu sergide bu minimal dil, soğuk beyazdan fışkıran belli belirsiz canlı renkler, ışık-gölge oyunları, yansımalar ve hislerle bütünleniyor.
İnsanın doğasıyla, kendi gerçeğiyle yüzleşme çabası aynı zamanda “Kimse Bilmez”; Ursula K. Le Guin ve Sophie Call gibi sanatçılardan ilhamla saklandığımız ya da yara bağlayan kabukları kaldırma, içini dışına çıkarma girişimi. Serginin çıkış noktası olan iş Buradayım gibi, ilham aldığı isimler gibi pek çok kadın sanatçının geçmiş zamanlardan fısıldadığı serginin mimarları da kadınlardan oluşan bir ekip.
Alexandre Vaullary Binası’nda 20 Nisan’a kadar sürecek sergiyi ve bu kadın birlikteliğini Ebru Döşekçi, proje yönetimini üstlenen Esra A. Aysun ve küratoryal danışmanlığını yapan Ceren Erdem’le konuştuk.
Nasıl yan yana geldiniz ve bu birliktelik “Kimse Bilmez” sergisini nasıl şekillendirdi?
Ebru Döşekçi: Aslında ben sergiyi hemen hemen kafamda bitirmiş ve üretime başlamıştım. Bağımsız bir sergi yapmak istiyordum, bunu Esra’yla paylaştım. Önce o, sonra da Ceren dahil oldu. Elif Dastarlı bir yazıyla katkıda bulunsun istedik, o da kabul etti. Başlangıçta tesadüf gibi ilerledi bu bir araya gelişler ama sonra bilinçli olarak bir yola girdik. Baktık ki hepimiz kadınız, buna özellikle önem verdik. Daha önce de grafik tasarımlar için Atelier Neşe Nogay ile çalışmıştık, Nazlı Erdemirel ise işlerin fotoğrafları çekti. Sergi sonunda odaklanacağımız sanatçı kitabımızın editöryel tasarımını Çiçek Öztek (Alef Yayınları) yapacak. Çalışmalarına İngiltere’de devam eden Fatoş Üstek de kitaba yazısıyla destek verecek.
Esra A. Aysun: Evet, Ebru’nun kurduğu dünya hepimizi heyecanlandırdı. Bir zincirleme halinde fikir fikri getirdi. Başta sergi kataloğu olarak düşündüğümüz yayını da Fatoş Üstek’in önerisi ile sanatçı kitabına dönüştürmeye karar verdik. Serginin kürasyonunu da oyun temasını içeren bir çalışmaya evrilttik. Son dönemde feminist sanat üzerine yazılarını takip ettiğimiz ve yakın bir zamanda Melis Cin ile yazdıkları Feminist Art in Resistance Aesthetics, Methods and Politics of Art in Turkey kitabı yayınlanan Elif Dastarlı’nın “Kimse Bilmez” için yazacağı makaleden yola çıkarak sergi kapsamında bir de konuşma planladık. 8 Nisan Cumartesi saat 16:00’da sergi mekânımızda Ebru’nun “Kimse Bilmez”i üretim sürecini, bu kolektif çalışmamızı ve Türkiye’de heykel üreten bir kadın sanatçı olmayı konuşacağız.
Bu kadın sanatçı vurgusunu yapmayı çok önemsiyorum ben. Bu panel fikrimizi duyan bir erkek meslektaşımız “Siz birbirinize benzeyen şehirli kadınlar bir araya gelip ne konuşacaksınız, nasıl bir farklılık yaratabilirsiniz ki?” diye sormuş… Nedense tüm konuşmacıları aynı sosyo-ekonomik sınıftan erkeklerden oluşan bir panel normal olarak algılanırken -çünkü onların hepsi hoca ya da usta statüsünde- aynı sayı ve yapıda kadınlar bir araya geldiği zaman bir anomali ya da uç oluşturmaları bekleniyor. Bu bakış açısı artık bana çok arkaik ve üzücü geliyor.
Basın metninde 1950’lerde minimalist heykeldeki eril dile de vurgu yapılıyor ki yerinde bir vurgu. Ancak o zamanlardan bugüne kimlik ya da cinsiyet eşitliği meselesinde ciddi bir yol da alındı. Bu sergi özelinde böyle bir vurguya neden gerek duydunuz? Kadın sanatçıların bugün hâlâ gölgede kaldığı söylenebilir mi? Sizin vurgulamak istediğiniz tam olarak neydi?
E. D.: Kendi işlerimi sanat tarihinde bir yerlere koymaya çalıştığımda ya da pratiğimi sorguladığımda ne olmak istediğimden çok ne olmak istemediğime bakıyorum. Sanat tarihine baktığımızda müzelerde, metinlerde, galerilerde 2000’lere kadar kadın sanatçıların gölgede kaldığını görüyoruz. 50’lerde, 60’larda adı sanı anılmayan pek çok kadın sanatçı var. O kadın sanatçılar da benimle benzer bir dil kullanıp benzer şeyler ifade etmişler. Özellikle de üç boyutlu işler yapan kadınlar. Beverly Pepper örneğin; Richard Serra ile aynı dönemde yaşamış, aynı malzemeleri kullanmış ve benzer üretimler yapmış bu kadın heykeltraşı çok geç tanıdık. Ya da Carmen Herrera, Ellsworth Kelly ile aynı dönemde benzer işler yapıyorlar. Kendi adıma onların varlığını bilmek beni güçlendirdi. Bazı işlerimde dil birliği açısından bu kadın sanatçılarla bağ kuruyorum, referanslarımı erkek sanatçılardan değil bu kadın sanatçılar üzerinden kuruyorum.
E. A. A.: Bu ortak çalışma doğal olarak bu yorumları getiriyor olabilir ama yerimizde erkek bir grup bu sergiyi yapıyor olsaydı buna vurgu yapma gereği duyulmazdı. Bir kadın sanatçı kendinden bahsettiği zaman hemen kadın kimliği öne çıkarılıp söz “sanatçıysa işiyle konuşsun”a getiriliyor. Bu yorumlar çarpıcı. Aslında burada olan tuhaf bir şey yok, biz yolumuzda ilerliyoruz. Ebru da işleriyle konuşuyor zaten.
Ceren Erdem: Bir yandan da kültür sanat alanındaki emekçilerin çoğunluğunun kadın olduğunu görüyoruz. Sanat tarihi yazımında ise erkek dili ve erkek egemen bir bakış var. Son yıllarda Batı dünyasının sadece cinsiyet üzerinden değil, tüm kimlikler üzerinden günah çıkarması söz konusu. Bu bir modaya da dönüştü. Yine de en azından bu vesileyle biz de bazı sanatçılara daha fazla vurgu yapıyor olabilmekten, o kadın sanatçıları hatırlatmaktan mutluyuz.
E.D.: Katy Hessel’in yeni kitabı Story of Art without Men‘i okuyorum şu sıralar. Kitabın önsözünde İngiltere’deki gençlere bildikleri kadın sanatçıları sorduklarından ve çoğunun üç kadın sanatçıyı bile sayamadığından bahsediliyordu. 1950’lerde ya da bugün, hâlâ gençlere aktarılan bu.
“Kimse Bilmez”i nasıl kurguladınız, bu birliktelik sergiye nasıl yansıdı?
E.D.: Son 3-4 yılda yaptığım işlerin devamı niteliğinde bir sergi çıktı. Geometrik formları bozmak, minimalist bir dille ifade, iki boyutla üç boyutu bir araya getirmek, matlık-parlaklığı renkle yüzeyde göstermeye çalışmak… Bunlar benim kafamda sürekli dönen şeylerdi. Serginin bütünündeki his Buradayım adlı işle başladı. Blok bir beyazın bir yerinden renk çıkarmam gerekiyordu. Dengede duran, yapısalcı bir iş Buradayım. Gölgeleriyle, yansımalarıyla formsal olarak kurduğum gücü, anlamsal olarak da hislerimin tercümanı oldu. Buradayım çıkış noktası olunca akışı sağlamaya başladım ama Ceren atölyeye geldikten sonra yönü değişti.
C.E.: Aslında bir edit oldu diyelim. Biz konuşmaya başladığımızda Ebru üretime başlamış, sergiyi kısmen de olsa kafasında kurgulamıştı. O yüzden ben de kendimi küratoryal danışman olarak konumlanmak istedim bu sergide. Geniş bir iş havuzundan yakın işleri bir araya getirip, başka bir aile olan, daha kişisel referanslarla oluşan daha sembolik bir dili olan bir iş grubunu da başka bir sergiye bıraktım. Görsel dil olarak geometri ile dışavurumsal ifadeyi içeren işlerden oluşuyor “Kimse Bilmez.” Büyük ve küçük bedenler var, onları birleştiren anlar var. Ebrunun yaşadığı manevi yolculuğu, izleyiciyi de aynı yere davet ettiği kendiyle yüzleşme halini, aynı zamanda neşeli renkleri, oyun ve sürprizleriyle kurduğu dünyayı sunuyor.
Çok söze ihtiyaç duyan işler değil, kendileri yeterince konuşuyor. Öte yandan Ceren Erdem’in “kabuk” benzetmesindeki gibi sert, katı görünümlerinin yanı sıra duygusal yükleri olan, kimi zaman oyunsuluğa yer veren hem naif hem de gizemli işler. Adı biraz da buradan mı geliyor?
C. E.: Serginin başlığını sözcüklere oturtmak konusunda zorlandık çünkü 6 Şubat depremiyle birlikte referansları daha duygusal karşılık bulabilecek yuva, ev gibi kelimelerde dolaşmıştık.
E. D.: Hem kişisel bir hikaye anlatıyor “Kimse Bilmez” insanın kendisiyle yüzleşmesi üzerinden hem de Sophie serisindeki bilinmezliğe, oradaki karşılaşmalara vurgu yapıyor.
Sanırım yuva, ev gibi sözcükleri düşünmenizde Hep Yuvaya Dönmek işinin de payı vardı. Hem adını Ursula K. Le Guin’in kitabından ödünç aldığınız bu işinizden hem de Sophie Calle’den esinlendiğiniz Sophie serisinden bahsedebilir misiniz?
E. D.: Ceren, Sophie serisini gördüğünde “Bu seri başlı başına bir sergi olabilir, keşke genişletebilseydik” demişti. Ama bu benim için bir ilk deneyimdi. Daha önce yapmadığım, yapabileceğimden emin olmadığım bir çalışmaydı. Bugüne kadar hep form üzerine çalışmışken birdenbire kavramsal ve bir yandan da performatif bir çalışmaya giriştim. Kendi dilimde form üzerinden bir şeyler söylemek istedim. Pandemi döneminde evde Paul Auster’ın Leviathan kitabını okuyordum. Kitaptaki Maria karakteri bana çok tanıdık geldi. Birilerini takip ediyor, haftanın farklı günleri farklı renkte yemekler yiyor, bulduğu ajandanın sahibinin kim olduğunu anlayabilmek için ajandadaki isimleri telefonla arıyordu. Sonra bu Maria karakterinin Sophie Calle olduğunu, ardından Sophie Calle’in Double Game kitabını Paul Auster’a ithaf ettiğini keşfettim. İki farklı sanatçının böyle bir iletişime girmesi ki başka sanatçıların arasında da böyle etkileşimler var, beni etkiledi. Ben de Sophie’nin yolundan gidip birilerini takip ederek kendi hikayemi yaratmaya karar verdim. Sokakta gizlice takip ettiğim insanların bendeki etkileri ve izdüşümlerini üç boyutlu olarak aktarmanın peşine düştüm. Kendimi görmek istediğim bir çalışmaydı.
Kişileri nasıl seçtiniz, nasıl takip ettiniz, nasıl bir yöntem izlediniz?
E. D.: Çeşitli kurallar belirledim, takip etmesi kolay olsun diye renkli giyinen, hız açısından en azından benimle yaşıt ya da daha büyük kişileri seçtim. Bir yerden başlamak için Eminönü iskelesinde vapur çıkışında beyaz giyen ilk kişiyi takip edeceğim diye yola çıktım. Çünkü takip ettiğim kişiyi seçmek yerine objektif olmak istedim. İskelede ilk gördüğüm beyaz giyinen kişinin yanında üç kişi daha vardı. Sonuçta bu dört kişiyi takip etmeye başladım. Fark ettirmeden fotoğraf ve video da çektim. Bu dört kişi 3-4 saat boyunca Perşembe Pazarı, Galata Kulesi, Tünel, Beyoğlu böyle bir hat üzerinde ilerlediler. İyi giyimli iki çiftlerdi, yol boyunca çeşitli yerlerde fiyat sordular; balık ekmek ne kadar diye sordular, kafeye gittiler, çay kahve fiyatlarına baktılar, lokumcuya girdiler. Bazı kafelerde sandalyelerde oturup fotoğraf çekip kalktılar. Sonuçta o 3-4 saat boyunca çok eğlendiklerini, orada olduklarını sosyal medyalarına koyacak şekilde belgelediler ve günün sonunda sadece birer simit yediler. Bunun gibi hikayeler oluştu ve sonunda ortaya beş heykel çıktı.
Hep Yuvaya Dönmek ise iki taraflı bir iş. Hem kitaptaki gibi ideal dünyayı, zenginliğin alarak değil vererek inşa edildiği, adaletin, eşitliğin var olduğu ideal, ütopik bir dünyayı anlatıyor. Hem de yuvaya tanrı kucağı mı, içimizde derinlerde bir yer mi, ne dersek diyelim o ideal yeri işaret ediyor. İşin ağaç kovuğu şeklinde olması da dünyadaki her şeyin birbirine bağlı olduğunu anlatıyor. Ağacın kökü toprağa, toprak suya, su böceğe… Bu bağlamda bütün enerji alanlarında birlikte olabildiğimizde yalnızlık da, çaresizlik de yok oluyor. Dünyayla, ağaçla bir olduğun anda yuvandasın. İçsel olarak yaşadığım ve paylaşmak istediğim şeylerdi bunlar.
Ağırlıklı olarak polyester kullandığınızı görüyoruz, genel olarak bu malzemeyi tercih etmenizin sebebi ne? Formu öne çıkarması mı?
E. D.: Başka malzemeleri de çok denedim ama mesela ahşap kullandığım zaman formları ahşapla öldürmüş oluyorum gibi geliyor, başka bir zamana ait oluyor. Bir kere polyester alıştığım bir malzeme, her dediğini anlıyorum. Bir de boyayla üzerinde de etki yaratabilmeme olanak tanıyor. Bana çok fazla oyun alanı açıyor.
Kırılganlık, keskinlik gibi etkileri de daha çok gösteriyor sanırım.
E. D.: Evet. Bir kere malzemeyi bitirdim dediğim anda başka bir yere yönelebiliyorum. Bazı işlerde boyaya da gerek kalmadığını fark ettim. Malzemenin potansiyelini zorlamak, farklı denemeler yapma olanağı sunması da cazip kılıyor. Toz boya kullandığımda ışığı emmesi ve derinliği içine vermesi başka bir etki yarattı. Daha önce bakırla çalıştım. Bakırla çok iş yaptım başlarda ama dediğim gibi çağdaş bir iş yapmaya çalışırken malzemenin yapısından ötürü geleneksele kaçıyor ya da amorf formlar yaparken ahşap kullanınca ifadesi benim demek istediğimle örtüşmüyor. Heykelsiliğini yitirebiliyor. Şu sıralar seramik bana çok heyecan veriyor. Çünkü çok doğal bir malzeme, sınırlarını bilmiyorum, sırlar da sonsuz olanak sunuyor.