Son yıllarda iklim ve küresel ısınmayla ilgili sergiler arttı. Durum o kadar ciddi ki bir şekilde insanlarda farkındalık yaratarak olası çözümlerle ilgili devletlerin acil harekete geçmesini istiyorlar. Çünkü değişen günlük ya da haftalık hava durumu değil, iklim değişiyor! İklimle olan kırılgan ilişkimizi vurgulama konusunda da elimizdeki en önemli kaynaklardan biri sanat. Çünkü iklim, üretilen sanat eserini etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda sanatın kendisini, içeriğini de şekillendiriyor. Bu konuda sanat tarihinde görebileceğimiz en etkili örnekler, iklimdeki dalgalanmaları betimleyen Robert Smithson’un Spiral Jetty (Spiral Dalgakıran, 1970) adlı arazi sanatı eseri ile Olafur Eliasson ve Minik Rosing’in Ice Watch (Buz Saati, 2015) isimli çalışması olabilir. Spiral Dalgakıran’ın yapıldığı yıllarda Utah’daki tuz gölündeki su yüksekliği eserden daha aşağıdadır. Ancak suların yükselmesiyle, 2002 yılına kadar eserin büyük çoğunluğu sular altında kalır. O dönemde başlayan kuraklıkla birlikte dalgakıran yeniden yüzeye çıkar. Tarih boyunca iklim jeolojik, atmosferik faaliyetler ve buzulların eriyip donmasıyla sürekli bir değişim halindedir. Bu değişim, yapıtın doğayla kurduğu ilişkide eseri bir nevi canlı kılar. Ice Watch isimli çalışma da Grönland’da eriyen otuz buz dağından alınan buz kütlelerinin 2018 yılında Tate Modern’in önüne taşınarak sergilenmesiyle oluştu. İnsanların bu kutup buzlarıyla temas kurması ve buzulların erimesi, çalışmanın kendisiyle birlikte etkileşimde olduğu insanları da canlı kıldı.
Bir şehrin ve mimarisinin iklim şartlarıyla değişen yaşamsal ilişkisine ise İtalya’nın Adriyatik Denizi’nde yer alan Venedik kenti üzerinden bakabiliriz. Kent denizin üzerinde olduğu için her yerde kanallar var ve denizdeki yükselmeler sebebiyle şehirde sık sık su baskınları yaşanıyor. Ortalama sıcaklıkların artmasıyla birlikte sellerin ve su yüksekliğinin son yıllarda görünür şekilde artması, şehirde yaşayan nüfusu da azaltıyor. Önümüzdeki 70 yılda Akdeniz’deki suların yaklaşık 1,5 metre yükseleceğinin öngörülmesi, kültürel mirasın ve insanların iklim değişikliği karşısında kaldığı/kalacağı zor durumu bir kez daha hatırlatıyor.
İklim krizine dair farkındalık yaratma konusunda Türkiye’deki en güncel sergilerden biri Melike Bayık küratörlüğünde Eskişehir’de Eldem Sanat Alanı’nda gerçekleşen ve Avrupa Birliği’nin CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı’ndan destek alan “Su-suz Yaz” sergisi. Sergide Alper Aydın, Alpin Arda Bağcık, Özgür Demirci, Elmas Deniz, Bekir Dindar, Berna Dolmacı, Erdal Duman, Murat Germen, İz Öztat, Ilgın Seymen, Hale Tenger, Gülhatun Yıldırım ve birbuçuk inisiyatifi yer alıyor.
Eldem Sanat Alanı Dalyancı Konağı’ndaki sergi, binanın ahşap ve tarihi bir konak olması sebebiyle kırılganlığı, doğallığı; katlı yapısı sayesinde de konunun katmanlılığını destekliyor. Sergide bizleri, Berna Dolmacı’nın Sisli Mavi isimli tavandan tabana doğru sarkıtılmış büyük boyutlu bir enstalasyonu karşılıyor. Kullanılmış kâğıtlar üzerine akrilik, kil, kahve, kına, çay, hibiskus ve çeşitli tohumlarla yapılan çalışmanın üst kısımları kahve alt kısımları ise mavi tonlarda boyanmış. Kolaj yapısıyla büyük bir doğa tasviri olan iş, doğaya hoş geldiniz diyor gibi. Üretiminde yeniden kullanılabilir ve doğada kolayca yok olabilen malzemeler kullanılması ise tasvir edilen doğaya saygıyı da gösteriyor.
Sağdaki odaya girdiğimizde Bekir Dindar’ın Sazlıbosna baraj göletinde çektiği fotoğraflarla karşılaşıyoruz. Kanal İstanbul projesinin yapılacağı güzergah üzerinde olan ve bir nevi dokümantasyon görevi de gören fotoğraflar, içinde barındırdığı nesnelerle de oldukça dikkat çekici. Kuraklığın etkisini gösterdiği alanlardaki kurumuş heykelimsi ağaçlar; ayçiçek tarlasındaki boynunu bükmüş ayçiçekler, projenin olası etkileriyle ilgili konuşuyor gibi. Ayçiçeklerini görünce akla ilk olarak, Van Gogh’un ayçiçekli tabloları geliyor. Ayçiçekler sanatçı ve doğa ilişkisini göstermesinin yanında, sanatçılar Van Gogh ve Paul Gauguin arasında da eşsiz bir bağa sahip. Paul Gauguin’in Ayçiçeklerin Ressamı, Van Gogh Portresi (1888) isimli tablosu ve Arles’daki ortak atölyelerinde Van Gogh’un, bütün atölyeyi ayçiçekleriyle dekore etmek istediğini kardeşi Theo’ya olan mektuplarında dile getirmesi, buna örnek olarak gösterilebilir. Van Gogh aynı zamanda ayçiçeklerin çok hızlı solması nedeniyle gün doğumuyla birlikte onları resmetmeye başladığından da söz eder. Ayçiçekler üzerinden değişimi kayıt altına almayı Van Gogh resimle yaparken Bekir Dindar Kanalist çalışmasındaki fotoğraflarıyla değişimin kaydını fotoğraflayıp belgeleyerek yapar. Ayçiçekler bilindiği üzere güneşi takip eden hareketler gösterirler. Bu hareketleriyle enerji konusunda da insanlara yol göstericiliği yapıyor olabilirler mi? Jeotermal enerji hariç diğer enerji türlerinin aslında güneş kaynaklı olduğunu düşünürsek, sanki biraz daha dikkatle bakılmayı hak ediyorlar. Gerçi son zamanlarda yaşadığımız ayçiçek yağı kriziyle bunu biraz başarmış gibi de görünüyorlar. Reklamın iyisi kötüsü olmaz, öyle değil mi?
Konağın bir diğer odasında Ilgın Seymen’in fotoğraflarıyla karşılaşıyoruz. Manzara – Yeni Cennet Koyu isimli çalışmada oldukça yeşil ve çokça yaprakları olan ağaçlar ile önlerinde sıra sıra önlü arkalı dizilmiş mavi viyoller görüyoruz. Viyol meyvelerin kasalarda taşınırken ezilmemesi için kullanılan oluklu levhalara verilen isim. Çalışmanın ismiyle de destekleyecek olursak yeni cennet koyu, plastik bir denizden meydana geliyor. Sanatçının çalışmasıyla ilgili sözlerinde değindiği plastik kullanımı ise dikkate değer nitelikte. Sanatçının eseri üzerinden plastik kullanımına yönelik sözlerine ise dikkatle bakmak gerekiyor. Meyve-sebzeler eskiden tahta kasalarda ve kâğıttan viyollerde taşınıyormuş. Sonra hem kasalar hem viyoller plastikleriyle yer değiştirmiş. Çünkü tahta kasalar hem daha ağır hem de daha kırılgan bir yapıdalar. Haliyle nakliye sırasında toplam ağırlığı artırdığı için yakıt tüketimini artırıcı bir etkisi var. Plastik olanlar ise hem daha hafif hem de daha uzun süreler kullanılabiliyor. Aynı şekilde plastik viyoller de kâğıt olanlara kıyasla oldukça uzun süreler kullanılabiliyor. Plastik kullanımındaki asıl amacın sürdürülebilirliğe olan katkısına dikkat çeken Seymen, asıl sorunun plastik kullanma kültürümüzde yattığını söylüyor. Plastik malzemeleri kullan-at şeklinde kullandığımızda çevreye olan etkisi katlanarak artıyor. Bu yönüyle söz konusu eser tüketim alışkanlıklarımızı gerçekten değiştirmemiz gerektiğinin altını çiziyor.
Sanatçının Manzara – Hüzün Tarlası isimli çalışmasında ise geri dönüştürülmeyi bekleyen plastik atık yığını yer alıyor. Birçok kaynakta görebileceğimiz üzere tarihin en büyük yalanlarından biri, plastiklerin geri dönüştürüldüğü iddiası (üretilen plastiklerin sadece %9 kadarı geri dönüştürülebiliyor o da maksimum 1-2 kez). “Eğer halk, geri dönüşümün işe yaradığını düşünürse, o zaman çevre üzerinde pek kafa yormayacaklardır.” Bunu ben değil, Plastik Endüstrisi Cemiyeti Başkanı Larry Thomas söylüyor. Türkiye’nin dünyadaki en büyük plastik atık ithalatçılarından biri olduğunu düşündüğümüzde bu durum, bizler için daha da kötü bir hal alıyor. Üstüne üstlük geri dönüşüm iddiasıyla ithal edilen plastik atıklar, en verimli tarım topraklarından birine sahip olan Adana’da biriktiriliyor. Pasifik okyanusunda oluşan, çoğu plastik atıklardan meydana gelen ve günümüzde Türkiye’nin yaklaşık dört katı büyüklüğünde olan 7. kıtayı, 16. İstanbul Bienali’nden de hatırlıyoruz. Plastikler doğada bozunuyor; ancak bu yüzlerce, binlerce yıl alıyor ve bozunduklarında da hemen doğaya karışmıyorlar. Mikroplastik haline gelen parçalar havayla, suyla, toprakla daha rahat karışabiliyor. Öyle ki geçenlerde Hollanda’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarında, ilk defa insan kanında mikroplastiğe rastlandığı açıklandı. Sadece insanda değil, deniz canlılarında da oldukça fazla miktarda ve çeşitlilikte mikroplastiğe rastlanıyor. Örneğin bu oran midye dolmada %91 civarında. Plastikler içerdikleri kimyasallarla kansere, östrojen hormonunu taklit ederek hormonal bozukluklara sebep olabiliyorlar. Doğadaki manzaralar sadece sudan, karadan ve kentlerden oluşmuyor artık, plastikler de manzaranın bir parçası. Seymen’in işine göndermeyle bir ‘hüzün tarlası’.
Plastik üretiminin ve tüketiminin o kadar uzun bir geçmişi var ki onu bu yazıya sığdıramayız. Yani tabiri caizse, bu hamur daha çok su götürür! Sergide İkinci kata çıktığımızda karşımızda yer alan odanın sol duvarında Erdal Duman’ın Su Akar Yolunu Bulur adlı şeffaf neon çalışmasıyla karşılaşıyoruz. Evet bu hamur daha çok su götürürdü ve su da bir şekilde akıp yolunu buluyordu. Camın içinde su olması ve sanatçının aslında suyu buna hapsetmesi, suyun da yolunu bulma konusunda pek özgür olmadığını gösteriyor. Sanki onun da ezelden çizilmiş bir kaderi var. Su, kimin belirlediği yolu akıp da buluyordu? Aydın ve Manisa’nın en verimli havzalarında kurulan jeotermal santrallerin, tarlaların su kuyularını kurutup, kalan suyun da yüksek miktarda borlu ve tuzlu olmasına sebep olan su boru hatlarıyla yolunu bulması gibi mi? Haliyle tarımın can damarı su, oradaki tarımı bitiren bir yol buluyordu kendine! Kaderindeki(!) yolu desek sanırım daha doğru ifade etmiş oluruz. Duman’ın diğer çalışmalarında insanın en büyük savaş makinesi olduğuna dair izler de bulmak mümkün. Duman’a göre insan beyni, manipülasyon ve yalan kapasitesiyle tüm silahların üst aklı olan en korkunç silah. Önceki dönem çalışmalarında soyutlaştırdığı ve estetikleştirdiği silah, bomba ve ilkel silahları temsil eden kemikler üreten, sonrasında itham gücü ve şiddeti işaret eden bir unsur olarak parmakları kullanan Duman’ın, Su Akar Yolunu Bulur çalışması ise daha kavramsal bir derinlik kazanarak, insana ve oluşturduğu rıza inşasına dair üstü kapalı bir kültürel dil kullanımını konu ediniyor. İnsanlığın doğayı/doğal kaynakları kullanma ve suistimal etme durumunu, coğrafyanın kaderci ve kabullenici yapısını dil üzerinden bizlere bir kez daha gösteriyor.
Duman’ın çalışmasının yan tarafında, camın önünde ise Hale Tenger’in Bir Çeşit Dilsizlik adlı çalışması yer alıyor. Duman’ın dilin manipülatif ve kaderci kullanımının kitlelerdeki kabullenici yapısını göstermesi, aslında bir çeşit dilsizlik durumunu da oluşturuyor ve Tenger’in çalışmasının ismiyle kurduğu kuvvetli bağ sergiyi de güçlendiriyor. Demir dikdörtgen bir tepsinin içinde kapkara motor yağından yapılmış mini bir gölü andıran çalışma, içinde bronzdan dökülmüş ufak ağaç dalları da barındıyor. Dallar yüzeye dik ve bir köşeye yakın şekilde yerleştirilmiş; göletten yükselen çalımsı ağaçları andırıyor. Yanık motor yağının dokusu insanda dokunma hissi uyandırıyor. Çünkü dibini göremediğimiz bir birikinti, ayna gibi bakanı yansıtıyor. İnsanlığın sebep olduğu ve dibini göremediği her pis kuyuda insanlığın yansımasını gösteriyor adeta bizlere: Bizler üzerinden! Çalışma, yanmış yağın toksik özelliğinin iyice artmasını, pürüzsüz ve sıvının yumuşak görünümüyle; dalların yanmasıyla bronz kalıpları dökülen dalları ise oldukça sert bir formla izleyiciyle buluşturuyor. Camın önünde konumlanan çalışmada, gün ışığının yer değiştirmesi sonucu eserdeki yağ ve bronz dallar da renk değiştiriyor. Renk değişimi üzerinden toksik bir yaşamsal döngü görüyoruz. Sanatçının tabiriyle bir ilüzyon. İnsanlığın şu an gezegende içinde bulunduğu ilüzyon aslında. Aynı zamanda çalışmanın pencere önünde dışarıyla kurduğu ilişki, Eskişehir’in yanlış tarım uygulamalarıyla kurumaya yüz tutmuş Porsuk Çayı’yla da bir bağ kuruyor. Yöre halkına, doğayla ilgili kötü bir ilüzyonun içinde olduklarını hatırlatıyor adeta.
Yanda ise İz Öztat’ın Geleceğin Kuzeyindeki Nehirlerden serisinden suluboya çalışmaları yer alıyor. Karadenizdeki HES Projeleri yüzünden kuruyan su yatakları, dereleri tasvir ediyor. Öztat’ın derelerin akışına ket vurulmasına ve nehir tipi hidroelektrik santrallerin inşasına karşı verilen mücadeleler etrafında şekillenen araştırma sürecinde renk paleti de mavi, kırmızı ve siyah renklerden oluşuyor. Bu seride sanatçı, nehirlerin ve düşüncelerin özgürce akabilmesine dair arzuyu, bu akışları engelleyen politik ve ekonomik koşullarla ilişkileri irdeliyor. Çağlayan derelerin adeta zincire vurulması, çıkıntılarının sistematik bir şekilde yontularak kullanılması, HES projelerinin besin kaynağını oluşturuyor. Evet, su akıyor ve yolunu bulduruyorlar. Suyun ve özgürlüklerin baskılanması ne kadar da benzerlikler taşıyor! Bir yandan bu çalışma serisi de sanki yöre halkını Porsuk çayıyla ilgili uyarıyor: Porsuk çayı da kuruyup yok olduğunda onu sadece böyle çalışmalarda görebilirsiniz, diyor. HES projeleri yenilenebilir temiz enerji kaynakları arasında yer alsa da bulunduğu bölgelerdeki ekosistemi ciddi manada aşındırıp bozuyor. Etraftaki akarsular barajın havzasına yönlendirildiği için bölgenin canlı yapısını deforme ediyor. Canlı çeşitliliğini değiştiriyor; su havzası boyunca köyler, antik kentler sular altında kalabiliyor. Şu ana kadar baraj suları altında 12 antik şehir kaybettik ve Hasankeyf hâlâ hafızamızda canlılığını koruyor.
Diğer odada Alper Aydın’ın Su Şehri ve Köprü adlı enstalasyon çalışmalarının fotoğraflarını görüyoruz. Denizin sığ bir kesiminde, suyun içinde camlardan yapılmış çeşitli geometrik şekil ve büyüklüklerde fanuslar bunlar. Fanusların içinde farklı yüksekliklerde sular var. Sanatçının bir fizik deneyine dayandırdığı enstalasyon çalışmasında, fanusların içindeki havanın vakumlanması sonucu deniz suyu, kendi seviyesinin üzerine çıkmış. Deniz suyunu camdan fanuslara hapsederek şekil ve yükseklikleriyle oynayan sanatçı, hem deniz suyuna hem deniz seviyesine hem de denizdeki canlı organizmalara bir müdahalede bulunuyor. Su altında yaşamaya alışmış canlılar, yine suyun içindeler; ancak doğaya deniz seviyesinden yüksekten bakıyorlar. Bir nevi deniz manzaralı lüks daireleri oluyor. Yeryüzü yaşamına da şahitlik edecekleri bir mikro şehirleri oluyor. Aydın’ın deniz seviyesiyle oynaması, yine 2100 yılına kadar deniz seviyesinin 1,5 metre kadar yükselecek olmasını akıllara getiriyor. Geleceğin bir fragmanını denizdeki canlılar üzerinden görüyoruz. Sanatın içine dahil ettiği her nesneyi soylulaştırması gibi bir özelliği var. Küp, üçgen, kare, dikdörtgen şeklindeki formlar ve bu formların içindeki su ve canlılar bir nevi soylulaşıyorlar. Hatta öyle soylulaşıyorlar ki sudaki diğer arkadaşlarına bile yukarıdan bakıyorlar. Sanatçının Köprü işinde ise dikdörtgen formun içinde büyük bir kaya parçası görüyoruz. Kayanın, içerdiği atomlar sayesinde dünyanın doğuşuna yönelik bilgileri de barındırdığını düşünürsek bu formla birlikte bilgiyi tutan nesne, bilgi ve yaşamın kaynağı su, soylulaşmış oluyor.
Soylulaşan sudan bahsetmişken gezegenin barındırdığı su miktarını düşündüğümüzde sanırım tatlı su, bizler için soylulaşıyor. Bunu daha anlaşılabilir kılmak adına bazı sayılara başvuralım. Gezegenimizdeki toplam su miktarı 1.4 milyar metre küp. Bunun büyüklüğünü kavramak biraz zor, biliyorum. Bu suyun tamamını 5 litrelik bir şişeye koyacak olsaydık, şişedeki tatlı su miktarı sadece bir tatlı kaşığı kadar olurdu. Yani tatlı su miktarı, toplam su miktarının %1’inden az. “Su-suz Yaz” bu bağlamda farkındalık oluşturarak tehlikeye odaklanmamızı istiyor. Ben de bu yazı ekseninde farkındalığı biraz daha artırmak istiyorum.
1982 yılında Exxon ve 1998 yılında da Shell yayınladıkları raporlarda, petrolü işleyerek plastik üretimine devam etmeleri halinde 2020’li yıllarda gezegenin ortalama sıcaklığını 1 derece, 2080 yılında ise 3 derece civarında artıracaklarını öngörmüşler. Buna bağlı olarak halkın tepkisini çekip zarar etmemek adına firmalar, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapmaları gerektiğini belirtmişler. 2021 yılına geldiğimizdeyse yayınlanan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunda gezegenin 1.1 derece ısındığı belirtildi. Tam da onların öngördüğü gibi. Bu arada geri dönüşüm furyası ise Amerika’daki çevrecilerin baskısı sonucu Plastik Endüstrisi tarafından 1980’li yılların sonunda, bir pazarlama ve ‘gaz alma’ stratejisi olarak geliştirilmiş.
Fosil yakıtların dünya için ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz. Dünyanın artan nüfusu ve buna paralel artan enerji ihtiyacını karşılamak için bu kaynakların aşırı ve fütursuzca kullanımı sonucu, küresel ısınma konusundaki kritik (geri dönülebilir) noktayı aştık. Uzmanların dediklerine bakılırsa bundan sonrasındaki senaryo ne yazık ki çok parlak değil. Fosil enerji kaynaklarına karşı önerilen yeşil enerji kaynakları da furya şeklinde önerildikleri kadar masum değiller. Yani sadece fosil yakıtların ortaya çıkardığı CO2 emisyon miktarlarından daha az emisyon salınımı yapıyorlar. Elbette bu durum hiç yoktan iyidir; ancak bilimsel projeksiyonlarla yapılan arz/talep simülasyonlarına ve raporlara göre yenilebilir enerji, insanlığın enerji talebini karşılamaya yetmiyor. Şu anki teknoloji ve uygulanabilirlik ekseninde %100 verimli ve temiz bir enerji üretim sistemi malesef yok. Her sistemin artı ve eksileri var.
Şu an için en temiz ve verimli olabilecek enerji olarak füzyon reaktörlerinden enerji üretimi görünüyor. Bilim insanları, füzyon işlemini laboratuarlarda yapabiliyor; ancak teknolojik yetersizlikler dolayısıyla, henüz bu işlemden uzun süreler verim alınamıyor. Füzyon işlemini yapabilmek için harcanan enerji, ondan üretilen enerjiden daha fazla. Dolayısıyla verimli değil. Fransa’daki “iter” projesini, Amerika’da lazer teknolojisiyle geliştirmeye yönelik projeleri ve Çin’deki basında bilinen haliyle “yapay güneş” projesini, füzyon reaktörlerinden enerji üretimine örnek olarak verebiliriz. Güneşin enerjisini dünyada üretmek, enerji sorunumuzu ortadan kaldırabilir.
Sonuç olarak iklim değişiyor evet; ancak dünyamız son 35 yıldır oldukça hızlı ve korkutucu bir seviyede ısınıyor ve buna, varlığıyla insanlık ve küstah yaşam tarzı sebep oluyor. Günümüzde sekiz milyara ulaşan dünya nüfusunun daha fazla enerji tüketimini teşvik eden bir yaşam şekli var. Daha az enerji tüketerek, arz/talep dengesini azaltarak bu sorunların üstesinden tam anlamıyla gelemesek de sekiz milyar insanın alışkanlığını tasarruf doğrultusunda değiştirmemiz gerekiyor. Çünkü bu kötü gidişatı yavaşlatmaktan başka çaremiz yok. Bu sırada asıl harekete geçmesi gereken ve en önemli etkiyi yaratacak hükümetlerin ve büyük şirketlerinse pek de ciddi önlemler aldığını söyleyemeyiz. Gezegenimiz ise 2010 yılından bu yana giderek daha fazla ısınıyor ve bu dönemde kutuplardaki buzullar üç kat daha fazla erime gösterdi. “Su-suz Yaz” sergisinin de dikkat çektiği üzere susuz yazlar yaşamamak adına öncelikle, tüketim kültürümüzü değiştirmemiz ve değişime kendimizden başlamamız gerekiyor. Buna hazır mısınız?