Civan Özkanoğlu’nun Sevim Sancaktar küratörlüğünde .artSümer’de gerçekleşen ilk kişisel sergisi, sanatçının pratiğinin temelini oluşturan fotoğraf arşivini yeni bir bağlamda ele alıyor. Sergi, geçmişi kaydetme ve geleceğe aktarma niyetiyle oluşturulan arşivlerin, içerik ve kurgularına göre farklı anlamlar taşıyabileceğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda, hayatın olağan(üstü) akışından devlet şiddetine, mekân politikalarından toplumsal bellek ve temsil meselelerine kadar pek çok temayı masaya yatırıyor.
Sergiye ismini veren Hepimiz Biliyoruz, Özkanoğlu’nun 2016 yılında Salt’ta gerçekleştirdiği bir performansta kullanılan buluntu bir videodan esinleniyor. Sergide, bu ifade video, fotoğraf ve enstalasyonlar aracılığıyla mekâna özgü bir yerleştirmeyle hayat buluyor. Özkanoğlu, arşivle olan ilişkisinin kişisel yaratıcı sürecine etkilerini ve bu süreçte yaşadığı yüzleşmeleri anlatırken, izleyiciyi de bireysel ve kolektif hafızanın izini sürmeye davet ediyor.
New York’tan Adana’ya uzanan bir buğday hasadı hikâyesinden, Cumhuriyet tarihi ve devlet baskısına dair eleştirel bir perspektife kadar geniş bir alanda dolaşan sergi, izleyiciyi fotoğraflar, video işleri ve mekâna yayılan bir ritim aracılığıyla katmanlı bir deneyime ortak ediyor. Hafıza ve temsil meseleleri arasında yeni sorularla çıkan Özkanoğlu, arşivin yaratıcı bir ifade aracı olarak taşıdığı duygusal ve entelektüel yükü irdeleyen bir diyalog sunuyor.
Sergiye ismini veren Hepimiz Biliyoruz işin, 2016’da Salt’ta gerçekleştirdiğin metne bağlı olmayan bir performanstı. Bu ismin çatısında bir araya gelen video, fotoğraf ve enstalasyonlar, mekâna özgü bir yerleştirmeyle sergileniyor. Sergi “peşinde koştuğun” hikâyelerin bir bütünü. O yüzden serginin ilk adımlarından ve Hepimiz Biliyoruz’un sergideki konumunda bahsederek başlayalım. Nasıldı süreç?
Serginin aslında iki senedir kafamda döndürüp durduğum başka bir adı vardı. İçeriğin zamanla çoğalması ve serginin küratörü Sevim Sancaktar’ın işaret ettiği birkaç kritik noktayla adını yeniden gözden geçirdim.
Hepimiz Biliyoruz, 2016’daki performansta gösterdiğim bir buluntu videonun içinde geçen bir cümleydi ve bu ifadeyi performansa isim olarak seçmem, orada anlattığım hikâyenin ve gösterdiklerimin izleyicilere tanıdık gelebileceği hissiyle ilgili bir karardı. Elbette hepimizin her şeyi bildiği bir durum söz konusu değildi; fakat “o kadar da bilmiyor olamazdık.”
Sekiz sene sonra bu ismi sergiye verme süreci başka yollardan oldu. Geçen sürede sergilenmemiş olsa da, çalışma yöntemimdeki hat, fotoğraflar arasında kurulan bağlar ve o günden bugüne değişmeyen, hepimizin bildiği “şeyler”in ağırlığı bu ilişkide belirleyici oldu. O buluntu videoda tesadüfi karşılaştığım sesler ve görüntülere yakın konuların bu dönemki notlarımla da bir endişe ve merak birlikteliği oluşturduğunu fark ettim. Spesifik olarak Hazırsanız Başlayalım, Cumhuriyet 101 ve Kuvvetler Ayrılığdıfsöjd işlerinde bu benim için net bir şekilde ortaya çıktı.
Serginin girişinde bizi karşılayan Beyin Sisi işinden devam edelim. Pandeminin bendeki etkilerinden biri de beyin sisi oldu. Sık sık başkalarından da duyuyorum bunu. Pandeminin global ölçekteki etkilerinden biri olan bu durumu, içselleştirip bir işe dönüştürme süreci senin için nasıl ilerledi? Beyin Sisi serginin anlatısında nerede duruyor?
İki ayrı kum saatinden oluşan bu yerleştirme galerideki konumları ve bağlamları itibariyle sergideki diğer tüm işlerle en yakından bağını kurduğum iş. Dolayısıyla epey merkezde duruyor. Girişteki ilk kum saatinde sanat üretimim ve sanatla kurduğum ilişki üzerine bir yoğunlaşma var. Bir merağın, konunun ya da bir anlatının hangi aşamada sanat işine dönüştüğünü, bu dönüşüm tamamlandığında üretim sürecine dahil olan zamanın, aynı anda yaşamın diğer alanlarına yer açmaya çalıştığım zamanla kesişmesi ve bu iki akışın üst üste binmesi üzerine düşünüyordum. Aynı zamanda, sergi pratiği üzerinden, sergilerin sıklığı ve sanatçının bu süreçteki konumunun ne kadar merkezde olduğu gibi sorular da bu işin arka planında yer alıyor. Orada gördüğümüz gibi bir tıkanıklık ya da paralize olma hâli var mı, yoksa bu durum yalnızca varsayımsal bir kaygı mı? Beyin sisindeki ilk kum saati bu düşünceleri somutlaştıran bir araç olarak şekillendi.
Dolup taşmış ikinci kum saati de toplumsal hafızamızın dinamiklerine ve zaman içinde neyi, ne ölçüde taşıyabildiğimize odaklanıyor. Belleğin yükü altında bir tür işlev kaybı ve akışın kesintiye uğrama hali üzerine düşünme diyebilirim. Tüm bunların üstüne, sergi hazırlık süreci ve açılış sonrasında beyin sisi işinin toplamda üç kez kırılmış olmasını da sadece işin fiziksel hassaslığıyla değil, durumları ve olayları görme, hatırlama ve yaklaşma mesafemiz üzerinden düşünmek istiyorum.
Hazırsanız Başlayalım video işin, bir odyologun muayenesine bizleri götürerek duyma-duyulma meselesi üzerinden toplumsal konuların inkâr ve meşruluğuna dair izleyenleri düşündürüyor. Senin son dönem işlerinde ağırlıklı olarak ilgilendiğin meselelerden biri de bu konu sanırım. Hazırsanız Başlayalım’ın çıkış noktası nasıl oldu? Serginin anlatısında bu iş nerede duruyor?
Sergi alanının en sonunda, girişe en uzak noktada konumlanan Hazırsanız Başlayalım, serginin en son tamamlanan parçası. Ancak çıkış noktası yıllar önce kendi ihtiyacım nedeniyle gittiğim bir işitme testinde dikkatimi çeken bir dizi ses, kelime ve tekrarlanan cümle oldu. Bunların düşündürdüklerinden hareketle, serginin aslında ilk şekillenen işi bu olmuştu diyebilirim.
Kişisel ve toplumsal ilişkilenmelerde birbirimizi duyma kapasitemiz, kabiliyetimiz ve aldığımız pozisyonların neden-sonuç ilişkisi üzerine bir çalışma yapmak istiyordum. Bize sunulan, öğretilen ya da dayatılan toplumsal olaylara karşı geliştirdiğimiz refleksler (kucaklama, kucaklamasak da konuşabilme, konuşamasak da varlığını tanıma) akan-geçen zaman içinde nelerin artık dolup taşma noktasına geldiği ya da yok hükmünde sayıldığı gibi soruları, bu “duyma” meselesini aktarmak için araçsal bir çerçeve haline getirdim. Hasta ile odyolog arasında tutukluk, tökezleme ve uyumlanma döngüsüyle ilerleyen bu video, bir aşamada ikisinin de kontrolden çıkar gibi olduğu ancak yeniden hizalandığı noktaya ulaşıyor ve en sonunda otoritenin hazırladığı raporla “işin görüldüğü” yerde sona eriyor.
Görülmesi, bilinmesi ve duyurulması yalnızca bir adım uzakta olan Hrant Dink cinayeti (2007) ile Adana Katliamı (1909) arasındaki bağ, yüz yıllık bir mesafe ya da çözülemeyecek karmaşıklıkta bir düşünceler yığını değil. Aksine, bu bağ, ortaya çıkarılması durumunda yüzleşmek zorunda kalacağımız kadar sarsıcı bir sadelikte. Hâliyle, tabulara sıkı sıkıya tutunmak ve neden-sonuç ilişkisi kurmaktan kaçınmak çoğu zaman bir toplumsal refleks ya da bireysel bir tercih.
On yıldan fazla bir süreyi kapsayan fotoğraflarından ve video işlerinden bir seçki de görüyoruz. Arşivinde vakit geçirmek senin sanatçı pratiğinde nasıl bir yerde duruyor. Barıştım dediğin fotoğrafları burada görüyor muyuz? Bu konuda serginin küratörü Sevim ile nasıl bir süreciniz oldu?
Arşiv, hem geçmişi kaydetme hem de geleceğe aktarma niyetiyle oluşan bir yapı olsa da, kurgulanma biçimine bağlı olarak farklı anlamlar taşıyabilir. En çok işlevsel bir “yaşam kaydı” olduğu noktada, duygusal bir yük haline gelerek kişinin yaratıcı sürecini zorlaştırabiliyor. Bu sergide, video işlerinin ve Cumhuriyet 101 işinin varlığı, fotoğraf seçki sürecinde daha hızlı odaklanmamı sağladı. Elbette bu noktada Sevim’in katkısı büyük. Uzun bir kapanma halinden sonra ilk ayırdığım seçki oldukça yoğundu, ancak müzakere süreçlerimizden içimize sinen bir seçkiyle çıktığımızı düşünüyorum. Bu “arşive dalma” hikayesinde bana hem iyi hem de garip gelen, yıllar içinde uzaklaştığım bazı fotoğraflara tekrar yaklaşmak ve bazı anılarla baş başa kalabilmekti. Bu aynı zamanda, fotoğraf medyumuyla olan ilişkimi sorguladığım, çeşitli yüzleşmeler yaşadığım ve oradan yeni sorularla çıktığım bir süreç oldu. Serginin, galeri mekânına yayılırken tüm bu sürecin izlerini de taşımasını istedim.
Beklenen Hasat Bir Tür Hasar, 2017 yılından bu yana üzerine çalıştığın diğer video işin. Çukurova çevresindeki buğday hasatlarına odaklanıyor. Sergideki konumundan biraz bahseder misin?
Bu işin sergideki işlevi, fotoğraflarla devletin yoğunluğunu hissettiren işler arasında bir köprü oluşturmak. Görsel olarak sırtını fotoğraflara yaslarken, bağlamsal düzlemde karşısındaki Hepimiz Biliyoruz, Hazırsanız Başlayalım, Beyin Sisi ve Cumhuriyet 101 işlerine V seklinde pozisyonlanıyor. Ferah ve sıcak bir başlangıcın dolup taşan, sıkışık bir alana doğru evrilmesi, bitmek bilmeyen tekrarlar ve birden hızlanan ya da neredeyse durağanlaşan ritim, devletin baskıcı ve yoğun varlığını aklıma getiriyor.
Çukurova’daki buğday hasadı, ileride daha kapsamlı ve farklı bir kurguyla yeniden ele almak istediğim bir çalışma. Küçüklüğümden beri ailecek yüzlerce kez geçtiğimiz bir yolda, yine o yoldan geçtiğimiz bir gün, annemin söylediği bir cümleyle asfaltta gözüme ilişen başakların döngüsüne tutunmak istediğim bir hikayeydi. O an, zihnimde bir akış, tamamlanmış bir iş görüntüsü belirdi. Ancak kameramı alıp ilk deneme çekimlerine başladığımda, hayalimdeki o işin inanılmaz uzak göründüğünü fark ettim. Ya da bir şekilde süreçte farklılaştı. Buna rağmen, tek bir noktada sabit kaldım: Devam etmek.
Tabii New York’tan Adana’ya uzanan bu hasat yolculuklarında, 2017’den bu yana küresel ısınmanın da etkisiyle değişkenlik gösteren hasat tarihleri, Türkiye’nin tarımla giderek zayıflayan ilişkisi ve diğer ülkelere tahıl koridoru sağlaması gibi üstlendiği stratejik rolleri de ilgimi çeken detaylar arasında yer aldı. Tüm bu gelişmeler, hayalimdeki gerçekleşmesi zor “o film”den bağımsız olarak, yeni ve farklı bir kurguya zemin hazırlıyor.
İşe Yarar Bir Kaide, Babanın Yeri ile Cumhuriyet 101 işlerin sergide birbirleriyle konuşan, tamamlayan bir yerleşimle izleyiciyle buluşuyor. İşe Yarar Bir Kaide’deki eksik büstü Babanın Yeri’nde, bayrağın eksik olduğu direği ise fotoğraflarının tam karşısında yer alan Cumhuriyet 101 enstalasyonunda görüyoruz. Bir bayrak direğini yatay olarak konumlandırıp, Cumhuriyetin 100.yılına özel bestelenen eserlerdeki kelimelere odaklandığın bu enstalasyonun tamamlanma süreci nasıl oldu? Serginin kavramsal çevreçevesinde yer alan “Yitirilenin yerine gelen ‘şey’e dair neler hatırlıyoruz?” sorusuna bu işlerin nasıl bir yanıt veriyor?
Cumhuriyet 101, ilk aşamada hafif bir dürtü ve merak etrafında şekillenen bir sorgulamayla başladı. Süreç ilerledikçe bu hareketlilik, sevimliliğini çoğu zaman koruyamasa da, takıntıya dönüşmeye yakın bir ilgi ve beklenmedik keşiflerle işin kendiliğinden ilginçleşmesine yol açtı.
Geçen sene bu zamanlar denk geldiğim Cumhuriyetin 100. yılı için yapılmış birkaç şarkıdaki söz ve müzikler dikkatimi çekmişti. Sayıları ilk kurcalamamda yirmi beşi bulan şarkılarda öncelikli motivasyonum söz ve bestelerin yapım sürecini hayal etmekti. Sergiyi yapmam kesinleştiğinde ise aylardan beri dinlediğim o ilk grup şarkıdan çıkıp araştırmamı biraz daha genişlettim ve geçen sene Cumhuriyetin 100. yılı için 100’ü aşkın şarkının yapılmış olduğuna ulaştım. Bunların sözlerindeki özgünlük arayışı ya da özgünlük eksikliği araştırmanın çıkış noktasını oluşturuyor. 7500’ü aşkın kelimeden yalnızca 120 kadarının tek bir kez kullanılmış olması, bu beste ve sözlerdeki tekrar ve tekdüzeliğinin altını çizen ilginç bir veri.
Bu mekâna özgü yerleştirmenin galeri mekânında arkasına Hepimiz Biliyoruz fotoğrafını, karşısına İşe Yarar Bir Kaide’yi alması Sevim’le en aklımıza yatan kararlardan biriydi. Aynı şekilde İşe Yarar Bir Kaide’deki ortadan kaybolmuş büstün Babanın Yeri’nde, bayrağın ise Cumhuriyet 101’de yan yatmış olabileceği tüm tutunduğumuz ve tutunamadığımız değerler, fikirler ve yapılar üzerine düşünmeye yeniden bir davet olabilir.
Kuvvetler Ayrılığhlfşhlkf, daha önce üretilmeye başlanmış ama sergiyle finale ermiş bir video işin, ismiyle de dikkat çekiyor. 2017 Anayasa değişikliğiyle gündeme gelen kuvvetler ayrılığına odaklanıyor. Yakın dönemi ve içinde yaşadıklarımızı kaydetmek senin üretim biçimlerinde nasıl bir yerde duruyor?
Yakın döneme dair bir kayıt olarak düşündüğümde, bir not düşme, bir işaret bırakma jesti gibi geliyor. Ömürlük ya da ilginç olması gibi bir kaygı taşımaktansa, karşılığını bulduğu zeminde bir diyalog başlatıp başlatmadığı sorusu benim için daha önemli. Bu bağlamda, konusu farklı olsa da yaklaşım biçimi açısından benzer diyebileceğim 2015 tarihli Deleuze Aşağı Deleuze Yukarı isimli bir çalışmam var. O dönem, neon yerleştirmeyi Çağdaş Börek Salonu’nun kendi tabelasıyla değiştirmek, nasıl bir not düşme ve zemin sağladıysa, gidiş yolu itibariyle Kuvvetler Ayrılığıfhışvfhd (2021-2024) için de benzer bir durum söz konusu.
Kuvvetler Ayrılığsgnjfp, çalışmanın kendisinden ziyade, çekim sürecinde bir araya geldiğim tanıdık tanımadık insanlarla olan etkileşim ve 2021’de yaşanan bir günlük deneyimle birlikte düşünüyorum. Dolayısıyla özellikle de bu iki iş aldıkları son hallerinden ziyade, onları var eden süreçler ve o süreçlerin içinde ortaya çıkan diyaloglar üzerinden anlam kazanıyor.
Galeri mekânının tasarım sürecinden biraz bahseder misin? Bu yerleşim, serginin “görünmeyen ve duyulmayan”la olan ilişkisine dair bize neler söylüyor?
Sevim’le sergiye dair ilk konuşmalarımızda üzerinde durduğum noktalardan biri, serginin yoğunluğu, sıkışık hissi ve aynı zamanda bazı işlerin birbirleriyle daha az temas etme hâliydi. Ancak bu mutlak bir “hiç konuşmama” hâli değildi. Bazı köşelerdeki birliktelik, sırt sırta olma hali, hem bir tür iletişim hem de bağımsızlık yaratmalıydı. Bu dinamiklerin alan içerisinde hissedilmesi için mekânı küçülterek genişletmek ve geçirgen bir görüntü sunan polikarbonlarla yol oluşturmak Sevim’in ilk küratoryal müdahalelerinden biri oldu. Bu müdahalelerin her biri, serginin mekânsal ve kavramsal dokusunu derinleştiren unsurlar oldu.
Sevim, küratoryal katkısına ek olarak, uzun yıllardır sergi mekânlarının tasarımı ile sergilemelerin estetik ve politik karşılıkları üzerine çalışan Karşılaşmalar ekibinin deneyimini de sergiye dahil etti. Bir diğer önemli katkı, mimari modelleme çalışmasıydı. Bu modellemeyi, sergi vesilesiyle tanıştığım ve işbirliği yapmaktan memnuniyet duyduğum Bengisu Erenler yaptı.
Diyalog Halinde‘den hareketle sergiyi ziyaret edenlerle kurduğun diyalogtan biraz konuşalım istiyorum. Sergide 32 eser yer alıyor kimi fotoğrafın hangi ülkede çekildiği belirgin iken kimi daha belirsiz bir yerde duruyor. Fotoğraflar bu bağlamda sence seyirciyle nasıl bir ilişki kuruyor?
Evet, bazı fotoğrafların çekildiği yer kolayca tahmin edilebilir. Ancak bu tahmin, izleyiciyi yer bilgisinden daha öte bir düşünceye sevk ediyorsa, o noktada bir diyalog başlatabilir. Belirsizliğin hakim olduğu fotoğraflar ise izleyiciye daha geniş bir oyun alanı sunuyor diye düşünmek isterim. Gri alanların genişliği bizi dinç tutar.
Diyalog Halinde fotoğrafına geri dönersem, bir kazayı başlangıç noktası olarak düşünmek bana hep anlamlı gelmiştir. Diyaloğun yeni yollarını açmak ve yeni bir deneyime girişmek için bir kazaya ihtiyacımız olmayabilir fakat kazara düştüğümüz durum umutlu bir şeye dönüşebilir. Sadece altı aylığına bi’ bakmaya gittiğim Amerika’da, 1,5 yılın sonunda artık dönmeye hazırdım. Ancak kazara gönderdiğim bir e-mail, dönememe hikâyemin başlangıcı olmuştu. Orada kaldım ve 18 yılın sonunda bu durum iki tarafı da yaşama sınırlarını zorlayan gitgelli bir hâl aldı.
Kum saatinin merkezde olduğu bu sergi, biraz da bu gitgellerden şekillenen bir hikâye. Zamanın nerede aktığı, nerede tıkandığı sürekli yer değiştiriyor. Fotoğrafların bir oradan bir buradan çıkması ve karışık bir düzende sergilenmesi tam da bu yüzden.
Geçip giderken kaydedilmiş anların ötesinde, bazı mekânlarla kurduğum bağlar, İşe Yarar Bir Kaide veya Asri Zamanlar gibi uzun soluklu serilere ait fotoğraflarla sergide yer alıyor. Kalıcı ilişkilendiğim bu seriler ile Diyalog Halinde gibi anlık çağrıların iç içe geçtiği sergileme düzlemi, beni “anlar” ve “yerler”e dair sergi süresince de sorgulamaya devam ettiriyor.