John Berger’ın Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı isimli kitabı, İspanyol sanatçı hakkında yazılmış en özgün ve üzerine en çok tartışılmış sanat tarihi metinlerinden biridir. İlk baskısı İngiltere’de 1965 yılında yapılan kitabın, 1989 yılında genişletilmiş bir baskısı yayımlanmıştır. Genişletilmiş baskıda yazar tarafından kaleme alınmış bir önsöze[1] ve yazarın 1988 yılında yayımlanmış bir yazısına[2] sonsöz olarak yer verilmiştir.
Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’nı değerlendirmek için kitabın yayımlandığı tarihte yazarının nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğuna değinmek gerekmektedir. John Berger, İngiliz sanat yazarları arasında John Ruskin ile başlayan, ideolojik olarak sol düşünceyi savunan bir geleneğin temsilcisidir. Bu gelenek 19. yüzyıldan itibaren farklı kuşaklarla Berger’a kadar uzanmıştır. Buna göre birinci kuşakta John Ruskin (1819-1900), William Morris (1834-1896), Peter Kropotkin (1842-1921),[3] ikinci kuşakta Roger Fry (1866-1934), Wyndham Lewis (1882-1957), Herbert Read (1893-1968) gibi yazarlar yer almaktadır. Christopher Caudwell (1907-1937),[4] Francis D. Klingender (1907-1955), Arnold Hauser (1892-1978), Frederick Antal (1887-1954)[5] gibi isimler ise üçüncü kuşağın önde gelen kalemleridir. Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’nın yayımlandığı 1965 yılında üçüncü kuşağın bir temsilcisi olarak değerlendirilmekteydi.[6]
John Ruskin’den John Berger’a uzanan İngiliz toplumcu sol geleneğin temsilcileri kendi içlerinde, Marksizmden esinlenen ama onunla birebir örtüşmeyen düşünce yapısına sahip olanlar, anarşist dünya görüşünü savunanlar ve Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyenler olarak farklı gruplara ayrılmaktadır.
Birinci kuşağa mensup John Ruskin, William Morris, Peter Kropotkin gibi yazarların sanata dair fikirleri ile Marx’ın düşüncesi arasında benzerlik kurulabildiği gibi farklılıklar da söz konusudur. Bu dört isim de sanat ve zanaatın akademik geleneğin başladığı erken kapitalist dönemde birbirinden ayrıldığına işaret eder. Oysa sanat ve zanaat organik olarak birbirlerine bağlıdır. Kapitalizm ile birlikte emek, yaratıcı olmaktan çıkartılmış ve insani özelliklerini kaybetmiş bir araca dönüştürülmüştür. Sanat ve zanaat yeniden birleşince emeğe yaratıcı güç gelecek ve insan yaratıcı olmanın getirdiği haz ile çalışacaktır. Ruskin ve Morris’in diğerlerinden ayrıldığı nokta ise makineleşme konusudur. Marx ve Kropotkin, makineyi uygun şartlarda kullanılması şartıyla olumlarken diğerleri toptan reddetmeyi tercih etmişlerdir. Buna göre makineleşmenin henüz söz konusu olmadığı Geç Orta Çağ ideal dönemdir. Morris, Marx’ın sınıf çatışması fikrini reddeder. Marx’tan farklı olarak ekonomik reformdan önce moral reformun önemli olduğunu savunur. Ekonomik reform, moral reformu zaten takip edecektir.[7]
İkinci kuşağın yazarları Roger Fry ve Wyndham Lewis, kendilerini Ruskin ve Morris çizgisine yakın görmekle beraber anarşist Kropotkin’e de uzak durmazlar. Fry, Bloomsbury Grubu’nun bir üyesidir. Virginia Woolf, Leonard Woolf, Clive Bell gibi üyelere sahip olan bu topluluk Fabian Society’nin görüşlerine yakındır. Dolayısıyla Fry, Marx’ın görüşlerini benimsemeyen bir sosyalizmi savunmaktadır. 1917 yılında birlikte Arts and Letters isimli dergiyi yayımlamaya başlayan Wyndham Lewis ve Herbert Read ise Bloomsbury Grubu’na mesafeli durmaktadırlar. Read, 1947 yılında yayımladığı The Innocent Eye başlıklı otobiyografisinde, Ruskin, Morris gibi düşünürlerden etkilendiğini belirtmekte birlikte Sorel, Proudhon, Bakunin, Kropotkin gibi anarşistlerin görüşlerine sempati ile baktığını belirtmiştir.[8] Read, Marx’ın sanat alanındaki görüşlerini de benimsemiş fakat Marksist-Leninist çizgiden uzak durmuştur.
Marksist-Leninist çizgiye sahip olanlar Sovyet Devrimi’yle birlikte yaygınlaştığı için daha ziyade üçüncü kuşağın Caudwell ve Klingender gibi isimleridir. Resmi Sovyet ideolojisinin toplumcu gerçekçi çizgisini benimseyen bu isimlere göre sanat toplumsal bir silahtır. Sanatın konusu ve formu toplumu eğitme, kitleleri komünist amaçlara yöneltme ve sınıfsız bir topluma ulaşma sürecini hızlandırma gayesi taşımalıdır. Proletarya devrimi tamamlanınca ve sınıfsız bir topluma ulaşılınca insanların manevi gelişimi de bunu takip edecek ve sanat en nihayetinde olması gerektiği yere varacaktır.[9] Caudwell, Marksist-Leninist ideolojiyi yalnızca düşünsel alanda benimsemeyip pratiğe de dökmüş, yaşama koşullarına tanık olmak için Londra’nın işçi mahallelerinde yaşamış, İngiliz Komünist Partisi’ne üye olmuş, 1937 yılında İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilerin yanında savaşan Uluslararası Tugaylar’a katılmış ve 29 yaşında cephede hayatını kaybetmiştir. İçinde Ölen Bir Kültüre Dair İncelemeler’in de yer aldığı metinleri ölümünden sonra yayımlanacaktır.
Klingender’in İngiliz sanat tarihine önemli bir katkısı söz konusudur. 1944 yılında yayımladığı Hogarth ve İngiliz Karikatürü başlıklı kitabı ile İngiliz satirik dergilerini sanat tarihi çerçevesinde incelemiştir. Popüler kültürü sanat tarihi alanında değerlendirmeyi yalnızca karikatür ile sınırlandırmamış, posterler, gravürler, mekanik çizimler, baskılı çömlekler, madeni paraları görsel ifadenin formları olarak incelemiştir.[10] Londra merkezli, Marksist çizgiyi savunan Uluslararası Sanatçılar Birliği’nin üyesi olan Klingender’in sanat hakkındaki görüşleri Devrimci Sanat Üzerine 5 isimli, farklı yazarların çeşitli makalelerinden oluşan kitapta yayımlanan Sanatta İçerik ve Biçim isimli makalesi üzerinden incelenebilir. Türkçeye çevrilen yegâne Klingender metni olan bu makale şu cümle ile başlar: “Bütün diğer toplumsal bilinç biçimleri gibi sanat da toplumsal varoluşun bir ifadesi, toplumsal insanla doğa arasında mücadelenin insani gelişme süreci içinde aldığı sürekli değişen biçimlerin ideolojik bir yansımasıdır. Eğer sanatı çözümleyeceksek, işe sanatın ait olduğu toplumsal grubu çözümleyerek başlamalıyız.”[11] Klingender sanata toplumsal gerçekliğin bir yansıması olmaktan daha fazla değer atfeder. Sanat, o gerçekliğin dönüşümü için devrimci bir aracı, toplumsal bilincin en kendiliğinden biçimi, bütün öncü güçlerin en etkili ve vazgeçilmez müttefikidir.
Üçüncü kuşağın diğer isimleri, Friedrick Antal ve Arnold Hauser aslen Macar olmakla birlikte yaşamlarının önemli kısmını İngiltere’de geçirmiş,[12] bu ülkenin vatandaşı olmuş, en önemli yapıtlarını burada yazmışlardır. Bu yüzden İngiliz sanat tarihi geleneği içerisinde değerlendirilirler.
Kendisini Antal’ın bir takipçisi ve öğrencisi olarak nitelendiren John Berger, 1958 yılında yayımladığı ilk romanı olan Zamanımızın Bir Ressamı’nın kahramanı olan Janos Lavin’i Antal’dan esinlenerek oluşturmuştur. Lavin de Antal gibi Budapeşte’de yaşamaktadır ve hukuk eğitimi almıştır. 1919 yılında, devrim sonucunda Macaristan’da kurulan Sovyet Cumhuriyeti’nin kısa süre içinde karşıdevrim ile yıkılmasıyla ikisi de ülkeyi terk eder. Şöyle bir fark vardır ki, Lavin devrimci bir ressam olarak İngiltere’de var olmaya çalışırken Antal bir sanat tarihçisidir. Hukuku bırakıp sanat tarihçisi olmaya karar veren Antal, Berlin’de Heinrich Wölfflin’in öğrencisi olduktan sonra Viyana’da Max Dvorák’ın danışmanlığında doktorasını tamamlar. Antal, Sonntagskreis Grubu’nun bir üyesidir. Sonntagskreis, Budapeşte’de 1915 yılında, Béla Balázs, Lajos Fülep, Arnold Hauser, György Lukács, ve Károly (Karl) Mannheim tarafından kurulan entelektüel bir gruptur. İsmini Balázs’ın evinde Pazar öğleden sonra yaptıkları toplantılardan almaktadır. Grubun entelektüel lideri Lukács’tır. O kadar ki grubun diğer üyeleri kendisine ‘Aziz Lukács’ olarak seslenmektedir. Grup 1918 yılında dağıldıktan sonra birlikteliğini devam ettiren Lukács, Hauser ve Antal bir süre Beşeri Bilimler Okulu’nda hocalık yaparlar. Yaratıcılığı toplumsal ve tarihsel bağlam içerisinde yorumlayan bu grup, görüşleri ile sanat tarihine toplumsal bir bakış açısının ortaya çıkmasına öncülük etmiştir. Nitekim Antal’ın Floransa Resmi ve Toplumsal Arka Planı (1947) ve Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi (1951) isimli kitapları sanat tarihinin eser analizleri üzerine değil, eserin ortaya çıktığı toplumun şartları çerçevesinde şekillenmesi gerektiğini ortaya koyan yapıtlardır. Bu iki sanat tarihçisi arasında Antal’ın John Berger’ın üzerindeki etkisi çok daha güçlüdür.
1933 yılında Londra’ya yerleşen Antal öldüğü 1954 yılına kadar Courtauld Sanat Enstitüsü’nde konferanslar vermiştir. 1932’de iş adamı Samuel Courtauld tarafından Londra Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulan enstitünün müdürlüğünü bu dönemde sanat tarihçisi Anthony Blunt yapmaktadır. Blunt, Antal üzerine 1972 yılında kaleme aldığı bir metinde şöyle yazar: “Sanat tarihinde elbette dışarıdaki insanlardan da etkileniyorduk. O dönemde pek fazla Marksist sanat tarihçisi yoktu. 1934’te (aslında 1933) Almanya’dan gelen ve Londra’ya yerleşen Friedrick Antal vardı, henüz çok fazla yazı kaleme almamıştı ama konuşmalarında uzun uzun yorumladığı eksiksiz bir Marksist doktrini formüle etmiş durumdaydı.”[13] Antal ders verdiği dönem içerisinde Courtauld Enstitüsü’nün en etkili hocalarından biri oldu. Blunt, aynı metinde kendisinin ve çağdaşlarının Antal’ın etkisiyle sanat tarihini yeniden yorumladıklarını hatta meslektaşları arasında “Aziz Antal’ın İncil’ine göre” gibi espriler yapıldığından bahseder.
Antal hakkında ‘bana sanat hakkında yazmayı diğer herkesten daha çok öğreten sanat tarihçisi’ nitelendirmesini yapan John Berger, hocasının ölümü üzerine yazdığı yazıda şöyle demektedir: “Kişi, her ne kadar her türlü romantizmden uzak ve utangaç biri gibi görünse de, onun ya bir şair ya da siyasi lider olduğunu zannederdi. Onu görmeye ve hafta boyunca yaptıklarımı anlatmaya gittiğimde, kendimi bir generale rapor veren ulak gibi hissederdim.”[14]
Chelsea School of Art ve Central School of Art’da resim eğitimi alan, 1926 doğumlu Berger, mezuniyetinin ardından bir süre ressamlık yaptıktan sonra ressamlığı bırakarak sanat yazarlığına ilgi gösterdi. İlk yazılarını sol dünya görüşünü savunan Tribune isimli gazetede yayımladı. Fabian sosyalizmini savunmak üzere kurulmuş olan New Statesman’de uzun süre sanat eleştirisi yazıları kaleme alan yazar diğer yandan Observer, Sunday Times, Marxism Today ve İngiliz Komünist Partisi’nin resmi organı olan Daily Worker’da da yazılarını yayımladı. Berger, 1958-59 yıllarında Amerika’da yayımlanan komünist yayın organı Mainstream için de sanat eleştirileri yazdı.[15] 1958 yılında ilk romanı Zamanımızın Ressamı’nı, 1960 yılında Permanent Red: Essays in Seeing başlıklı kitabını yayımlayan Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’nın yayımlandığı 1965 yılında İngiltere’de ve Amerika’da tanınan bir yazardı.
Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’na “Picasso bugüne dek yaşamış sanatçıların hepsinden çok daha zengin ve ünlü durumda artık” cümlesiyle başlar ve sayfalar boyunca sanatçının kısa sürede, genç yaşlarında nasıl zengin olduğunu açıklamaya çalışır. Yazara göre sanatçı başlangıçta sanatı nedeniyle ün kazanmışken ilerleyen yıllarla serveti yüzünden ününü artırmıştır. Picasso’nun ünü yalnızca Charlie Chaplin ile karşılaştırılabilir. Chaplin sanatı yüzünden dünya çapında ünlü bir sanatçıyken Picasso sanatı değil, kişiliği nedeniyle ünlü biridir.[16] Berger, Picasso’ya dair yaptığı bu tespiti burjuva toplumunun sanata ve sanatçıya olan ikici yaklaşımına bağlar: “Bir yanda dehanın görkemi ve gizemi, öte yandaysa satılabilir bir meta olarak sanat yapıtı.”[17]
Berger, Picasso’nun zenginliğine ve ününe değindikten sonra sanatçının çocukluğundan ve doğduğu Malaga’dan ve genel olarak İspanya’nın tarihsel, toplumsal niteliklerinden bahis açar. Yazara göre İspanya, Picasso’nun doğduğu 1881 yılında da kitabın yazıldığı 1965 yılında da feodal bir ülkedir. İspanya’nın Avrupa kültürüne katkısı yanıltıcıdır. Yalnızca edebiyat ve resim ile sınırlıdır. Özetle yazara göre İspanya bir Batı Avrupa ülkesi değildir. Berger sayfalarca İspanya tarihinden bahsederken şu cümleyi kullanmakta bir sakınca görmez: “Bu noktada İspanyol tarihini irdeleyecek bilgi donanımına sahip değilim”[18] Kitabın önemli kısmını İspanya’nın tarihsel ve toplumsal niteliklerine ayırmasının nedenini ise şöyle açıklamaktadır: “…içinde büyüdüğü ülkenin ve toplumun yapısından çok derin bir biçimde etkilenmiş olmalıdır Picasso.”[19] Yazara göre Picasso ile ilgili en açık gerçek, onun İspanyol olmasıdır. Diğer bir açık gerçek ise onun dehaya sahip olmasıdır. Picasso da diğer dahiler gibi kendisinin bir araç olduğuna, bir güç tarafından yönlendirildiğine inanmaktadır. Dahi çocuk olması, Picasso’nun sanata olan yaklaşımını şekillendiren en önemli unsurdur. Kendi yaratıcılığına hayrandır. Yarattıklarından çok yaratıcılığına önem vermiştir.
Berger, Picasso’nun çocukluğunda babası ile olan ilişkisindeki bir ayrıntının çok önemli olduğunu düşünmektedir. Picasso’nun ressam olan babası, on dört yaşındaki oğluna palet ve fırçalarını devrederek bir daha resim yapmamaya yemin etmiştir. Yazar bu noktada “eğer doğruysa” diyerek Picasso’nun ergenlik dönemine dair psikolojik yorumlarda bulunur. Bir baba-oğul çatışması söz konusudur ve Picasso babasını tahtan indirmenin beraberinde getirdiği suçluluk duygusunu yaşamıştır. Bunu da başkaları ile tartışmaktan hep korkmuştur.[20] Berger’in bu güçlü sonuca bir belirsizlikten (eğer doğruysa) yola çıkarak ulaşması hayli ilginçtir ve bu nedenle bu sonuç bir o kadar da güvenilmezdir.
Picasso’nun sahip olduğu deha, onun sıradan bir sanatçı gibi sistematik olarak ilerlemesini (1907-1914, Kübizm dönemi hariç) engellemiştir. Berger’a göre Picasso tutarlı bir gelişme göstermemiştir çünkü önerilere ve tartışmalara açık olmaktan ziyade kendi dehasının gizemine giderek daha çok yaslanmayı tercih etmiştir.[21] Picasso’nun aynı dönemler içinde olabildiğince farklı eserler üretmesinin nedeni budur.
Berger, Avrupalı olmayan bir ülkeden Avrupa’nın merkezi olan Paris’e gelen Picasso’nun kentte geçirdiği ilk zamanlarda yaptığı resimlerin konularına dikkat çeker. Picasso bu dönemde çok yoksuldur. Berger’a göre bir İspanyol için yoksulluk şaşırtıcı değildir ama Picasso’nun yoksulluğu toplumdan dışlanmışlığın getirdiği yoksunluğu da içermektedir.[22] Sanatçı bu döneminde (Mavi Dönem) toplumdan dışlanmışları sıklıkla resimlerine konu edinmiştir.
Berger, kitabın en geniş kısmını Picasso’nun Kübist Dönemi’ne ayırır. Gustave Courbet’nin ve Paul Cèzanne’ın 19. yüzyılda resim sanatına getirdikleri yenilikçi bakış açılarının Kübizmin ortaya çıkmasında ne denli etkili olduğunu açıklar. Kübizmin neden 1907 yılında ortaya çıktığını toplumsal ve tarihsel olarak açıklamak ise yazara göre imkânsızdır. Bu çerçevede yapılacak açıklamalar kesin bir sonuca varmaz ancak ikinci derece kanıt olarak değerlendirilebilirler. Berger, bu tespitine rağmen döneme dair siyasi ve ekonomik çerçeveden açıklamalarda bulunur. Kapitalizmin nitelik değiştirip tekelci bir niteliğe bürünmesi, sömürgeci, yayılmacı bir dönemin ortaya çıkması Berger’a göre önemlidir. Yazar Kübizmin ortaya çıktığı bu dönemi Lenin’in 1916 yılında kaleme aldığı Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlıklı metninden bir alıntı yapacak kadar geniş bir çerçeveden ele alır. Bu noktada Berger’ın Antal ve Hauser’in sanat tarihini yorumlamaya yönelik ortaya koydukları yöntemlere olan ilgisi görülmektedir. Yazarın bu metotları Kübizme uygulamasının ne denli başarılı olduğu şüphe götürür.
Berger, siyasi ve iktisadi konjonktürün yanı sıra bilimsel gelişmelere de kitabında yer verir. 1901’de Max Planck’ın Kuantum Teorisi’ni, 1905’de Albert Einstein’ın Özel Rölativite Teorisi’nin yayımlaması, 1910’da Paul Rutherford’un atom çekirdeğini bulması Berger’a göre dönemin anlaşılabilmesi için çok önemlidir. Bununla birlikte yazar, Picasso’nun söz konusu bilimsel gelişmeleri takip etmiş olmasının imkânsızlığını teslim eder. Sanat ile bilim arasında doğrudan olmayan bir koşutluk söz konusudur. Kübistler gelecek için duydukları heyecanı, modern bilimin haklı çıkarttığı terimlerle ifade etmişlerdir. Berger şu çarpıcı cümleyi kullanır: “Onlar, modern dünyanın olumlu kehanetlerini resmettiler.”[23]
Berger’a göre Picasso’nun 1907-1914 yılları arasındaki Kübizmi sanatçının en başarılı dönemidir. George Braque ile birlikte plastik değerlere getirdikleri yorum sonucunda olabildiğince gerçekçi bir sanatı ortaya koymuşlardır. Buradaki gerçeklik şüphesiz Berger’ın her zaman uzak durduğu doktriner bir sosyalist gerçeklik değil, sanatın doğasına yönelik bir gerçekliktir.
Berger’a göre Kübist yılları dışında Picasso’nun en başarılı dönemi 1931-1943 yılları arasındaki sanatsal üretim sürecidir. Sanatçı 1931’de Marie-Thérèse Walter ile tanışmış, sekiz sene boyunca yaşadıkları ilişkiyi eserlerine yansıtmıştır. Berger’a göre Picasso’nun bu dönemde yaptığı çıplak, erotik resimleri çok başarılıdır. Ressam aslında sevgilisinin erotizmini değil, kendi cinselliğini ele almıştır. Dolayısıyla bu eserler otobiyografik özellikler taşırlar. Aynı dönemin en çarpıcı eserlerinden biri ise 1937 tarihli Guernica’dır. İspanya İç Savaşı’nda Franco’nun talebi ile Alman uçaklarının Guernica’yı bombalaması üzerine yapılmış bu resim aslında olayın kendisini değil, sanatçının olaya dair hissettiklerini yansıtmaktadır. Berger’a göre Picasso kendi ülkesinden gelen haberleri dinlerken kendi çektiği acıları resmetmiştir.[24] Yazar Guernica hakkında şöyle tespitte bulunur: “Guernica çok derinden öznellik taşıyan bir yapıttır– gücü de buradan kaynaklanır zaten. Picasso, gerçek olayı imgelerde gerçekleştirmeye çalışmamıştır. Kent yoktur, uçaklar yoktur, patlama yoktur; günün, yılın, yüzyılın belli bir zamanına ya da İspanya’da olayın geçtiği kesime hiçbir gönderme yoktur. Gene de yapıt bir protestodur–resmin tarihini bilmese bile anlar insan bunu.”[25]
Berger, Picasso’nun son dönemini (1943 yılından kitabın yazıldığı 1965 yılına kadarki dönem) ise başarısız olarak değerlendirmektedir. Picasso 1943’de artık 62 yaşındadır. Cinselliğini yansıtmak için artık yorgundur. İspanya İç Savaşı bitmiş, Naziler Stalingrad’da durdurulmuş, Avrupa’nın kurtulmasına çok az kalmıştır. Dolayısıyla Picasso üzerinde yoğun etkilere yol açan bir dönem sona ermektedir. Sanatçı Fransa’nın Nazi işgalinden kurtulmasıyla birlikte Fransız Komünist Partisi’ne üye olur. Berger’a göre Picasso kendini yeni bir dünyanın doğuşuna yardım etmek zorunda hissetmektedir: “Onun için bu, ulaşılması elli yıl süren bir gerçek anıydı. Picasso’nun hem çevresindeki gerçeklerle hem de kendi dehasıyla uzlaşmaya varmak için eyleme geçtiği ve seçtiği bir an.”[26]
Berger, Picasso’nun son dönemdeki başarısızlığı üzerinden Komünist Parti’ye ağır eleştirilerde bulunur. Bu aynı zamanda yazarın Marksist-Leninist çizgiye uzak duruşunu ortaya koymaktadır. Picasso yeni bir dünyanın doğuşuna yardımda bulunamamıştır. “Umut kırıklığına mı, yoksa ihanete mi uğradı?” sorusunu sorar Berger. Yazara göre, bu, komünist aydınların, özellikle de Fransızlar’ın kendilerine sormaları gereken bir sorudur. Fakat hiçbirisi bu soruyu sormamaktadır. “Çünkü” der Berger, “Picasso’nun çalışma hayatındaki son yirmi yılın boşa harcanmışlığını hiçbirisi olduğu gibi göremiyor.”[27] Mayakovski’nin, Eisenstein’ın, Brecht’in, Éluard’ın ortaya çıkmasında komünist partiler önemli rol üstlenmişlerdir. Picasso’da ise bambaşka bir durum söz konusudur. Partiye katılmasıyla birlikte dünya çapında ünü daha da artacaktır. İsmi sosyalist ülkelerde duyulur olur. Fakat komünistler onun sanatı ile değil ünüyle ilgilidir. Çizdiği barış güvercini ve birkaç poster dışında kendisinden herhangi bir yaratıcılık beklemezler. Dünya komünist hareketi, özellikle Moskova, Picasso’yu propaganda aracı olarak kullanırken sanatını görmezden gelirler. “Resimleri hiçbir zaman sergilenmedi. Yapıtlarıyla ilgili bir kitap –dekadanlık suçlamasını kanıtlamaya çalışan bir kitap bile– yayımlanmadı. Bir burjuva ailesinin yüz karası üyesi gibi, Picasso’nun sanatı ağza alınmaz oldu.”[28]
Berger’a göre enternasyonal komünist hareket Picasso’dan çok daha farklı olarak yararlanabilirdi. Bu aynı zamanda Picasso’nun sanatının da farklı bir sürece girmesine yol açabilirdi. Picasso’nun hiçbir zaman ait olmadığı Avrupa’dan ayrılması gerekiyordu. “Picasso, Hindistan’a, Endonezya’ya, Çin’e, Meksika’ya ya da Batı Afrika’ya gidebilirdi… Söylemek istediğim, Avrupa’nın dışında kendi yapıtlarını bulacağı. Olağanüstü özümseme hızı, kendi kültür mirasının karmaşık melezliği, sanatının yoğun fiziksel temeli, çok kişisel olan üslubunun Avrupa-dışı resim ve heykel geleneklerine olan borcu, yeni edindiği siyasal inançları, bu kitapta incelediğimiz şekliyle dehasının kendine özgü doğası, bütün bu özel nitelikler yeni doğmakta olan, Avrupa’nın hegemonyasına meydan okuyan dünyanın sanatçısı olmasını sağlayacaktı onun.”[29]
Berger’ın asıl eleştirisi Picasso’ya değil, Moskova merkezli komünist hareketedir şüphesiz. Nitekim kitabın basılmasından üç sene sonra, 1968’de Sovyet tankları kente girdiğinde Dubček’e destek olmak için Prag sokaklarında olacaktır.
Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı yayımlandıktan sonra çok sert eleştirilere maruz kalmıştır. Andrew Revai’nin, Burlington Magazine’e yazdığı kitap eleştirisi bunlara çarpıcı bir örnektir. Yazara göre Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı sanatçı üzerine yazılmış en büyüleyici ve en rahatsız edici kitaptır. Berger’in fikirleri hayli orijinal ve provokatif olduğu için kitap büyüleyicidir. Yazarın Picasso’yu anlatma konusunda övgüye değer çabaları olmasına karşın bunların olumlu sonuçlara varmaması kitabın rahatsız edici tarafını ortaya koymaktadır. Revai’ye göre Berger, Frederick Antal’ın metotlarını Picasso üzerine uygulama gayreti içine girmiştir. Fakat Picasso’yu sosyal, ekonomik, siyasi ve ideolojik bağlamda yorumlama çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. [30]
Berger 1989 yılında yayımlanan genişletilmiş baskıya yazdığı önsözde bu eleştirilere değinir: “1965’te ilk yayımlandığında, her yerde değilse bile pek çok yerde kitaba saygısız, duyarsız, doktriner ve sapkın gibi suçlamalar yöneltildi. Centilmenler ülkesi olan İngiltere’deyse beğeniden yoksun denerek bir yana itildi… Kitabıma gösterilen eleştirel tepkiler beni biraz şaşırttı. Ben, sanatçıya ve konu edindiğim kişiye duyduğum sevgiden kaynaklanan bir inceleme yazdığımı sanıyordum.”[31]
Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı için Berger’ın öznelliği ile şekillenmiş bir metin olduğu söylenebilir. Belgelenebilir, gerçek olaylarla oluşturulmuş olmaktan ziyade Berger’ın tarih, psikoloji, sosyoloji, siyaset alanlarındaki yorumlarıyla kaleme aldığı bir metin. Metnin içindeki kendi ifadesiyle Berger’ın gerekli bilgi donanımına sahip olmamasına karşın İspanyol tarihinden ve toplumundan uzun uzun bahsetmesi ve buradan yola çıkarak Picasso hakkında tespitlerde bulunması, gerçekleşip gerçekleşmediği belli olmayan bir olay üzerinden Picasso’nun ergenlik ve olgunluk dönemi üzerine psikolojik yorumlarda bulunması kitabın aksayan yönleri olarak karşımıza çıkıyor. Keza Kübizm akımının ortaya çıktığı dönemin tarihsel, toplumsal şartlarına değinirken konudan sapması diğer olumsuz bir ayrıntı denebilir. Picasso’nun kendince başarısız bulduğu dönemin en önemli sorumlusunun komünist partiler olduğuna dair tespit ise tartışılmaya oldukça muhtaç gözüküyor. Picasso’nun hiçbir zaman Avrupalı olmadığına dair, kitabın eksenini oluşturan görüş ise oldukça spekülatif bir yaklaşım. Bu nedenlerle Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı’nı bilimsel bir sanat tarihi metni olarak değil, John Berger’ın kişisel dünya görüşünü Picasso üzerinden ifade ettiği bir eleştiri metni olarak okumak gerekiyor.
Bu yazı ilk kez Şerhh dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.
[1] Türkçe çeviride belirtilmemişse de orijinal baskıda (New York: Pantheon Books, 1989) önsözün yazılma tarihi Ekim, 1987 olarak verilmektedir.
[2] John Berger; “An Old Man’s Frenzy”, Art International, no.3 (1988), 21-30.
[3] 1886 yılında İngiltere’ye yerleşen ve 1917 yılına kadar bu ülkede yaşayan Peter Kropotkin her ne kadar Rus olsa da birinci kuşağın isimleri arasında yer almaktadır.
[4] Asıl ismi Christopher St John Sprigg’dir.
[5] Arnold Hauser ve Frederick Antal, Macar asıllı sanat tarihçileridir fakat hayatlarının önemli kısmını İngiltere’de geçirmiş ve önemli yapıtlarını İngilizce olarak yazmışlardır.
[6] Donald D. Egbert, “English Art Critics and Modern Social Radicalism”, The Journal of Aesthetics and Art Criticism 26, no.1 (1967), 29-46.
[7] Morris’in bu düşünceleri 1884 yılında İngiltere’de kurulan Fabian Society’nin fikirleri ile benzerlik taşımaktadır. George Bernard Shaw, H. G. Wells gibi sosyalist dünya görüşüne sahip isimleri barındıran Fabian Society, sınıf çatışması fikrine karşıdır. Toplum devrim ile değil demokratik yollarla yapılacak reformlarla değişmelidir.
[8] Egbert, “English Art Critics and Modern Social Radicalism”, 35.
[9] Egbert, “English Art Critics and Modern Social Radicalism”, 43.
[10] Andrew Hemingway, Marksizm ve Sanat Tarihi: William Morris’den Yeni Sol’a Kadar, çev. Faruk Gültekin, (İstanbul: Doruk Yayınları, 2015), 144.
[11] Charles Harrison ve Paul Wood, Sanat ve Kuram: 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, çev. Sabri Gürses (İstanbul: Küre Yayınları, 2011), 472-474.
[12] Bir Yahudi olan Antal, 1933 yılında Nazi Partisi’nin iktidara gelmesiyle Berlin’i terk ederek Londra’ya yerleşir.
[13] Hemingway, Marksizm ve Sanat Tarihi, William Morris’den Yeni Sol’a Kadar, 134.
[14] Hemingway, Marksizm ve Sanat Tarihi, William Morris’den Yeni Sol’a Kadar, 133.
[15] Egbert, “English Art Critics and Modern Social Radicalism”, 41.
[16] John Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, çev. Yurdanur Salman ve Müge Gürsoy Sökmen (İstanbul: Metis Yayınları, 2015), 20.
[17] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 24.
[18] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 32.
[19] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 41.
[20] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 47.
[21] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 51.
[22] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 56.
[23] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 85.
[24] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 182.
[25] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 183.
[26] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 186.
[27] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 187.
[28] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 190.
[29] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 193.
[30] Andrew Revai, “Success and Failure of Picasso by John Berger”, The Burlington Magazine 109, no. 773 (1967), 479-481.
[31] Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, 13.