12 genç sanatçının post pandemi hüznü bağlamında işlerini bir araya getiren, Cemre Yeşil Gönenli’nin küratörlüğünü yaptığı İşler Değişti fotoğraf sergisi 9 Nisan’a kadar Mixer’de görülebilir. Sergi, post pandemi dünyasında değişen, dönüşen toplumsal bir ruh halini ve bu ruh halinin genç kuşak üzerindeki etkisini araştırıyor.
Sergi, pandeminin çevresel etkilerini dokümante etmenin uzağında, daha çok pandeminin yarattığı psikolojik ve duygusal dinamikleri, beklenmedik ve ani verilen kararlar, sekteye uğrayan planlar, izolasyon, gelecek kaygısı, belirsizlik gibi kavramlar üzerinde durarak anlamaya çalışıyor.
Biz de bu vesileyle Argonotlar olarak Türkiyeli genç fotoğraf sanatçılarına bakmak istedik. Ne düşünüyorlar? Nasıl üretim yapıyorlar? Pandemi döneminin sanat çalışmalarına etkisi nasıl oldu? İşte karşınızda 12 genç fotoğrafçı!
Ali Beşikçi
Zihnindeki görsel sözlükten yola çıkarak fotoğraf üreten Ali Beşikçi, iki arada bir derede kalmışlıklarıyla hayat bulan mekânlara odaklanıyor. Beşikçi’nin serisine ait bölük pörçük birtakım parçalar, çözümlenmemiş bir gerilime tutsak olmuş gibiler. Sanatçı böylece ne belgesel, ne gerçekçi, ne de tuhaf ve gerçeküstü olan, ancak bir bölgeyi ve belki de arada bir yolu kaplayan, görmezden gelinen bir manzarayı gözlemlemenin yeni bir yolunu önerir. Fotoğrafçı bu seriyi pandeminin bilinçaltına ve fotoğraflarına ev sahipliği yaptığı bir sürecin kaydı olarak tanımlıyor.
Anı Ekin Özdemir
“Takımada” serisi, Marmara Denizi ve Marmara Adası aracılığı ile insan-ada-su olmak üzere üç farklı ancak birbirinden tam da kopuk olmayan kütlenin kırılganlığını ve kesişimlerini araştırıyor. Bulanıklaşan ilişkiler, insan ve doğa ayrımının yavaş yavaş silinmesi, insanın kırılganlığı gibi konulara odaklanan Özdemir, Marmara Denizi’ni tuzlu gözyaşlarının bir birikimi olarak ele alıyor. Kıyısında büyüdüğü Marmara’yı ailesinin bir parçası olarak tanımlayan sanatçı, Marmara Denizi’ni davet etmeyi, kucaklamayı, olmayı, ilişkilenmeyi, akmayı, dalgalanmayı öğrendiği bir beden olarak konumlandırıyor. Öte yandan Marmara Denizi ile kurduğu yakın ilişki ile, kendi bedeninin bir su kütlesinden “az” veya “fazla” olup olmadığını sorguluyor. Peki bedenimizi bir su kütlesi olarak algılamaya başladığımızda ilişkiler nasıl şekilleniyor? Fiziksel bedenin düşüncelere ve var oluşumuza etkisi nasıl bir hal alıyor?
Bade Turgut
“Bu seçkide yer alan fotoğraflar, sanatçının Aralık 2019’da üniversiteden mezun olduktan kısa bir süre sonra üzerinde çalışmaya başladığı ve henüz tamamlanmamış bir serisinin parçasıdır. İzolasyon, kaygı ve yaratıcı blokaj döneminde, Turgut çevresini gözlemlemenin yeni yollarını araştırmak üzere, “sıradan ve olağanüstü” olana odaklan- mayı seçer. Fotoğraflarda özellikle çıktığı yürüyüşlere, ev arkadaşlarına ve özportrelere yoğunlaşır. Sanatçı bu işiyle kendisi, arkadaşları ve çevresi üzerinden kamera, özne ve fotoğrafçı ilişkisini keşfeder.
Bartu Kaan Özdişçi
Fotoğrafa babasının mesleği olan radyoloji teknikerliğinden esinlenerek başlayan sanatçı, karanlık odanın sunduğu kimyevi ve büyülü ortamın etkisinde üretimler yapmayı hedefler. Çıktığı seyahatlerde kullandığı filmleri evine dönüp yıkayıp taradığında, o büyülü ortama tekrardan yolculuk yapmış gibi hisseder. Gezilerinde aldığı notların da yardımıyla yeni bir evren kurar. Bu sergi kapsamında gösterilen “Slow Sleep” serisi, hafızanın pekiştirildiği, beyin dalgalarının genişleyip ve yavaşladığı ve uykunun en huzurlu, en meditatif, aşaması olan uykunun üçüncü bölümü olarak nitelendirilen “slow-wave sleep”e gönderme yapar. Slow Sleep, sanatçının pandemi öncesi ve pandemi sonrasında çıktığı yolculukların fotografik kayıtlarından oluşur.
Berk Kır
Berk Kır’ın fotoğrafları hayatın akışına aykırı bir müdahale içeriyor. Hayatın akışı içerisinde meydana gelen olayları fotoğraflamak yerine, onları biriktirerek, başka zaman dilimleri içerisinde bir araya getiriyor. Kendi deyimiyle bir “hayat montajı” yaratıyor. Yaşadığı şehir olan İstanbul’da uzun mesafeli yürüyüşlerinde bulduğu nesneler, yarattığı kompozisyonların önemli bir kısmını oluşturuyor. Sanatçı, insan vücudu, mekân ve nesne arasındaki ilişkiye odaklanarak alışılagelmiş fotoğraf tekniklerini reddediyor ve gerçekliğine en yakın bulduğu anların peşinden gitmek için alternatif yöntemler geliştiriyor. Pandemiyle beraber değişen dinamiklerin bir çıktısı olarak “Plastik Tepeciklerin Ardında” serisi, geçtiğimiz iki yıldır sıklıkla kullanılan ve günlük hayatımızın bir parçası olan kargo gerçekliğine odaklanıyor. Tüketim pratiklerinin değişmesine odaklandığı bu seride, kargo paketlerinden çıkan plastikler ile salgından önce kurguladığı fotoğra- fları birleştirerek iki farklı hayat deneyimini de birleştiriyor ve görünür ile görünmeyen arasındaki bulanıklığı şimdinin içine inşa ediyor.
Bora Şekerci
Kendini görsel hikayeci ve belgesel fotoğrafçısı olarak tanımlayan sanatçı, öncelikli olarak fotoğraf ve video mecralarını metin ile birleştirerek çalışmalarına devam etmektedir. Üretim pratiği, çevresel dönüşümler, insan ve doğa arasındaki değişken ve dengesiz ilişki (antroposen), sosyal yapılar ve kültürel meseleler etrafında dönmektedir. Çalışmalarının çoğunda, etrafını çevreleyen unsurları kamera yardımıyla korumaya yeltenen sanatçı, çevreye dair olan hassasiyet ve içgüdülerini kullanarak insanoğlunun kırılgan doğasını pratiğinin önemli bir parçası olarak görüyor. Bu sergi da- hilinde, son projesi olan “Kayan Kum”dan çeşitli görseller kullanarak insan ve doğa arasındaki kopan, ya da kopmak üzere olan, bağlantıyı bir nevi uzatmaya çalışan bir sunum üzerinde çalışmıştır. Okuduğu kitaplardan birinde ufak ama onu çok etkileyen bir anektoda denk gelir. Denilene göre, Marco Polo zamanında 17 yıl kaldığı büyük Çin gezisinden çeşitli objeleri Venedik’e geri getirir. Bu objeler arasında ufak bir kutu içerisinde seyahatinde topladığı bir avuç kum vardır. Bu değersiz anlamsız sayılabilecek ufak kum tanelerini analiz eden Marco Polo, üstüne kurulan devasa hanedanlığı güç kavramıyla ilişkilendirir. Bu bilgi sanatçının kafasını karıştırmakla birlikte ilgisini de çeker. Antroposen, hafıza ve yakın zamanda materyalist değerini kaybetme olasılığı olan “şeyler” üzerine yoğun bir şekilde kafa yoran sanatçı, Hollanda’nın sahil şeridi boyunca bolca bulunan kum tepelerinden eve geri getirdiği kumların fotoğraflarını çekmeye başlar ve bir yandan da insan ve doğa ana arasındaki denge içinde kendi huzurunu arar. Bu fotoğraf serisi, doğanın belirsizliğe doğru solup gittiği bir gelecek ile fotoğrafın bir araç olarak “eski” olanı koruyabilme yetisinin bir arada varolması üzerine bir denemedir. troposen kavramına, yani fotoğrafın bir meta olarak hem hafızamızı hem de doğayı koruyabilme ihtimaline dair çeşitli sorular soran sanatçı, halen üzerinde çalışmakta olduğu bitirme tezini de bu konular etrafında yazmaktadır. 2020 yılı itibariyle dahil olduğu “BABYFACE” adlı kolektif çerçevesinde projelerine devam etmekte olup kendi pratiğini de devamlı olarak gelişen bir bütün olarak görmektedir.
Çağla Demirbaş
Cross processing (çapraz banyo işlemi) yapılmış bir seri çift pozlama fotoğraftan oluşan , bir ilişkideki “ya her şey farklı olsaydı” sorularını zevkli bir uyumsuzlukla cevaplıyor ve nelerin ters gittiğinin peşine düşüyor. Kendisine eski bir partner tarafından hediye edilen kamerayı tamire götüren sanatçı, içinde yarısı kullanılmış 35 mm bir diapozitif film rulosu olduğunu fark eder. Unutulmuş film rulosunu kullanmaya karar verir ve çektiği fotoğraflar önceden filme pozlanmış fotoğrafların üstüne biner. Sanatçı son kullanma tarihi yıllar önce geçmiş olan bu film rulosunu kurtarmak için son bir çare olarak cross processing ile, pozitif banyo kimyasalı yerine negatif banyo kimyasalı kullanarak, pozitif görüntülere negatif muamelesi yapar. Film rulosunun bayatlığından dolayı fotoğraflara hükmeden pembe rengi, sanki yürümemiş ilişkideki romantizm ve heyecanı diriltmek için geç kalınmış çabanın kimyasal bir tezahürü gibidir. Soğuk bir yatak odasıyla eşleşen bir kadının kalçasından, birbiriyle asla tanışmayacak yakın arkadaşların suratlarına; birlikte çıkılamayan seyahatlerden, beraber bakılamamış ufuk çizgilerine; serideki fotoğraflar en nihayetinde mutlu bir kazayı kaydeder – kendi yollarına gittikten sonra ortada buluşabilen iki gezgini. Serinin seyahat fotoğrafları ile özdeşleştirilmiş eski bir diapozitif projektörü aracılığıyla sergilenmesi, fotoğraflardaki yolculuk temasına göndermede bulunur. İşin yerleştirme kısmının odağında bulunan zarar görmüş cep telefonları ise slayt gösterisindeki fotoğraflar arasına serpiştirilmiş WhatsApp diyaloglarını hatırlatır, ve aralarında neredeyse bir asır olan bu iki teknolojinin nostaljiyi aktarma yollarını sorgular. Fotoğraflardaki canlı fuşya tonunun aksine, WhatsApp konuşma kayıtları dijitalin donukluğundan taviz vermez, ve tıpkı film rulosunun kendisi gibi bayatlamış anıları olduğundan farklı göstermeyi reddeder.
Cansu Yıldıran
Kişisel deneyimlerini birer referans noktası olarak belirleyen Yıldıran, cinsiyet, cinsel kimlik, sınıf, ve kültür gibi kavramlar üzerinden aidiyet ve ayrımcılık üzerine çalışır. Türkiye’nin toplumsal yapısı ona hem Doğu hem Batı değerlerini sorgulama şansı verir. San- atçı yaşadığı her şehirde gelenekleri, muhafazakarlığı ve ye-rel an- layışları anlamak için güçlü bir içgüdü hissetmiştir. “Pango, Garip ve Diğerleri” serisi, kökünü hem dış dünya hem de kendisi tarafından dayatılan özgürlük sınırlarından alan bir kaygıyla başa çıkmak hak- kındadır. Fotoğrafçı kamerasını güneşin olmadığı ve küflü duvarların çerçevelediği mahrem bir ev haline çevirerek bu evin ona yaşattığı anıları yeniden düşünür. Fotoğraflar, Yıldıran’ın hem hatıralar hem de evin kendisinden kurtulma isteğinin bir görsel günlüğü olurken aynı zamanda istenmeyen bir evde yaşayan mutlu bir çift ve iki kedi arasındaki ilişkinin tezatlığına nükte yapar.
Ekin Çekiç
“Oksimoron” serisinde sanatçı, fotoğrafın kendisi ve gerçeklikle olan doğrudan ilişkisine çelme takma amacıyla çektikten sonra sadece hatırlamak ya da unutmak için baktığı bu fotoğrafları üretir. Artık sadece tanıktan ziyade öznesi olmaya çalıştığı durumlar yaratmaya başlar. Korkularla, çelişkilerle ve merak ettikleriyle yüzleşen Çekiç, güvensizliklerinin ayağına bulaşan çamur gibi onunla birlikte geldiği gerçeği üzerine düşünür. Sanatçının üretim pratiği daha çok içinde bulunduğu dış dünyayı anlatmaya yönelikken bu seride işin içine biraz daha kendini dahil etmeye başlar.
Kıvılcım S. Güngörün
Analog ve dijital tekniklerle çekilen fotoğrafları, topladığı çöp ve objelerle destekleyip heykelleştiren sanatçı, bu işinde karantina döneminin getirdiği eve kapanmakla, çocukluktan beri süre gelen deprem korkusunun çatışmasını işlemektedir. Karantina süresince, bakış mesafesi daralmış, kaşık koleksiyonu bile sekmeye uğramış ve deprem endişesinden çocukluğunun geçtiği Foça’ya çekilip konuyla etkileşimini zamanda geriye almış sanatçı, bu süreçte evde duran bazı depreme hazırlık gereçleriyle, dışardayken de toprağa yakın nesnelerle bir foto-enstalasyon yaratmıştır.
Lina İrem Arditty
İşlerinde ikilik, çatışma kontrol kaybı, biçimsel-bilişsel bozulmalar, his kayıpları, tekinsizlik gibi kavramlarla ilgilenen sanatçı, iletişimi ve iletişimsizliği fotoğrafla anlamaya çalışır. Sanatçı, bağışıklık ve merkezi sinir sistemindeki kopuklukları; bedeninin nerede yanlış yaptığını, yaşadığı kopuklukların hangi noktada onun için rahatsız edici bir hal aldığını, tekinsizlik hissinin bedeninin neresine yer- leştiğini, bedeninin ve “benliğinin” kendine ait olup olmadığını fo- toğraf aracılığıyla sorgular. Kendini, bilinciyle ve benliğiyle sıkça bir kavga içinde bulan Arditty, benliğinin içinde adeta ikinci bir benliğin olduğunu ve bu benlik ile iletişim kurmanın sanki bir başkasını tanı- maya çalışmaya benzediğini ima eder. Bir türlü sabit kalamayan varlığını belki daha da karmaşıklaştıran bu arayışından fotoğraf sayesinde bir nebze zevk de almaya başladığını fark eden sanatçı bedeninin hangi anlarda ona ait olup olmadığını sorgularken, beden ve zaman ilişkisine dair düşünüyor. Çektiği her beden fotoğrafında, kendi bedeniyle olan iletişimsizliğinin üstüne giderek, belki de bede- nini fiziksel olarak kontrol altına almaya çalışmaktan vazgeçip, onu fotoğrafla somutlaştırmaya ve kendi bedeniyle görsel bir iletişim kurarak ona yaklaşmaya çalışıyor.
Melike Koçak
Bir rüya tabirleri olmadan, dilde karşılık bulmadan ya da görsel sembollerle taklit edilmiş temsillere sahip olmadan nedir ki? Gas- ton Bachelard’ın “Su ve Düşler”inden yola çıkan Melike Koçak’ın “Rüya Hali” serisi, rüyaların bize sunduğu estetiğe erişmenin bir yolu olarak fotografik imgeyi kullanırken bir yandan da sorular sorar. Sanatçı rüyaları bilinç düzeyinde tasavvur etmeyi reddeder ve rüyaların kendine özgü doğasına yönelir.
Mixer’de yer alan İşler Değişti sergisi 9 Nisan’a kadar görülebilir. Sergiyle ilgili detaylı bilgi almak için kataloğa bağlantıdan göz atabilirsiniz.