Söyleşi

Kapıların eşiğinde bir adalet arayışı

Yelta Köm, Depo’da gerçekleşen “Üç Kapı” sergisini kamusal programı düzenleyenlerden Başak Ertür’le konuşarak ele aldı.

"Üç Kapı" sergisi kamusal programından, Fotoğraflar: Hasan Hüseyin Güneş

“Aslında hep böyleydi, sadece ses çıkarmaları azaldı. Sen şimdi üniversitede çalışıyorsun, o yüzden bir şey diyemiyorlar. Ben üniversitede okumadım ama sokakta mücadelemizi verdik, o yüzden Berlin’de çok seslerini çıkarmıyorlar.” (Amcamla Almanya’da yükselen sağ hakkında konuşurken.)

İstanbul’da son yıllarda daha çok zaman geçirdikçe, değişen her şeye daha yakından tanık oluyorum. Cihangir sokaklarından yolumu her seferinde olduğu gibi kaybederek Tophane’ye doğru iniyorum. Köşedeki nar suyu tezgahını göremiyorum, kahvaltıcı ise çoktan toplamış.

Sesi kısılmaya çalışılan radyomun, Açık Radyo’nun eşiğinde bulunduğu Koltukçular Çıkmazı’na sapıyorum. Depo’ya giriyorum, ilk katta başlayan Forensic Architecture (FA) ve Forensis’in mimarlık araçlarını kullanarak yürüttükleri, adli meselelerin çözümüne dair araştırmaların sergilendiği “Üç Kapı”dayım. Sergi, devlet şiddetini ve ırkçılığı üç vaka üzerinden ele alıyor ve bu vakaları kapılar aracılığıyla birleştiriyor: Hanau’daki Arena Bar’ın kilitli acil çıkış kapısı, saldırganın Hanau’daki evi ve Dessau’daki polis karakolunda Oury Jalloh’un yakıldığı hücre kapısı.

Almanya, bildim bileli hayatımın bir parçası. Büyükbabam ve babaannem, 1960’larda işçi göçüyle buraya geldi. Ailemiz, parçalı bir şekilde iki ülkede birden yaşamaya devam etti, ediyor. Ben de on yılı aşkındır Almanya’da yaşıyorum; en küçük şehirlerden en büyük şehirlerine kadar gittim, farklı farklı yerlerini deneyimledim, insanlarını gördüm. Bu ülkenin sosyolojisini anlamak halen çok güç, yılların getirdiği ağırlık sanki kelimelere dökülemeyecek kadar analizlerde kayboluyor. Hava genelde ağır, açtıkça derinleşiyor, kayboluyor insan. Kimi zaman alelade bir tren yolculuğunda sinirleniyorum, ya da kendimi birilerine sadece onların istediği gibi olmadığım için sinirlenir buluyorum. Bir yandan da kimi şehirlerin sokaklarında en özgür halimle karşılaşıyorum. İki yerde olmanın verdiği tüm güç, bu ülkenin her noktasına yayılmış sanki. 

Bu yazıyı da bir arada kalmışlık gibi, kendi aklımda dolaşırken, ara ara bazı sorularla metni açmaya çalıştım, bunda da sevgili Başak Ertür’ün cevapları çok yardımcı oldu. Başak Ertür, Goldsmiths Üniversitesi’nde Araştırma Mimarlığı Merkezi’nde akademisyen olarak görev yapmakta, kendisi Asena Günal ile Üç Kapı sergisinin kamusal programını düzenledi. 2024 yılında Sosyo-Hukuk Teorisi ve Tarihi Ödülü’nü kazanan Spectacles and Specters: A Performative Theory of Political Trials kitabının yazarıdır. Goldsmiths’e katılmadan önce, on yıl boyunca Birkbeck Hukuk Fakültesi’nde ders verdi. Forensis danışma kurulunda ve Law & Critique dergisinin yayın kurulunda yer almaktadır. Çalışmaları, hukukun şiddeti, yasal performativite ve hukukun bilme ve duyumsama biçimleri üzerine odaklanmakta.

Serginin başladığı ilk kata bu duygularla giriyorum. Eğer bir göçmen ailesinin parçasıysanız, sizi alışkın olduğunuz yüzler karşılıyor. Bu sıcak karşılama, Almanya’da bir devlet kurumundaymışım hissiyle alıyor beni. Mekânda kurulan ekranlarla paylaşılan tanıklıklar, 19 Şubat 2020 akşamı Hanau’da gerçekleşen ırkçı saldırıda hayatını kaybedenlerin aileleri, tanıdıkları, dostları. Bu düşünceler aklımda dönerken, Başak’a dönüyorum.

Bu tanışık his bir yandan sergi mekânını benim için performatif bir alana dönüştürüyor. Kendi akademik çalışmalarında, siyasi davaların teatral doğası üzerine odaklandığını biliyorum. “Üç Kapı” sergisindeki belgelerin, görsellerin ve mekânsal temsillerin adalet arayışını bir tür teatral alan olarak, ya da performans alanı olarak yeniden çerçevelediğini düşünüyor musun?

Başak şöyle cevaplıyor: “Ben çalışmalarımda teatrallikten ziyade performativite kavramıyla düşünüyorum esas olarak. Performativite derken de ‘performans’ kelimesinden türeyen bir şeyden ziyade dil felsefesinde, söz edimleri kuramındaki anlamıyla ‘performatif’ (o bağlamda ‘edimsel’ diye çevrildi) kelimesinden türeyen anlamını esas alıyorum. Bu da çok özetle çıkışı itibariyle dilin sadece saptayıcı, yani kendi dışındaki hakikati (doğru veya yanlış bir şekilde) ifade eden bir işlevi olmadığını, dilin bazı kullanımlarının edimsel/performatif olduğunu yani mevcut hakikati dönüştürmeye (isabetli ya da isabetsiz bir şekilde) yeltendiğini söyleyen bir kuramsal çerçeve. Bu çerçevenin dil felsefesinde çıkışının ardından toplumsal cinsiyet kuramı dahil pek çok farklı alanda geliştiğini ve daha genel olarak sözle, söylemle, edimle, estetikle hakikati dönüştürmek üzerine düşünmenin önemli bir yolu haline geldiğini görüyoruz.

Bu açıdan bakınca ‘Üç Kapı’ sergisinin resmî kurumların muğlaklaştırarak aşındırdığı hakikatin performatif olarak yeniden inşasına yeltenen bir forum işlevi görmeye çabaladığını düşünüyorum. Burada ‘forum’ derken de Forensic Architecture’da sıklıkla vurgulanan, ‘forensic’in kökünde olan ‘forum’u, yani yargılama mekânını, ya da daha geniş bir anlayışla kamusal hakikatin müşterek olarak tartışıldığı, tartıldığı, kurulduğu mekânı kastediyorum. Zaten Forensic Architecture’ın önemli bir iddiası, forum kavramını yeniden ele alarak, mahkeme salonları gibi yasal forumların ötesinde kamusal hakikat ve muhakeme mekânları oluşturmak, müzeler ve kültür sanat mekânları gibi mevcut kamusal ya da yarı kamusal yerleri böyle mekânlara dönüştürmeye çalışmak. Elbette bu çabanın ne kadar isabetli olduğu sergiyi gezenlerin, kamusal programa katılanların takdiri. Benim bu konudaki bir şerhim, ‘forum’ dediğimiz şeyin tek taraflı bir şekilde kurulamayacağı. Yani sergileyiciler ne kadar iyi iş çıkarsalar da bir sergi mekânının bir tür ortak muhakeme forumuna dönüşebilmesi için çok farklı dinamiklerin devreye girmesi gerekir sanıyorum, bunların da programlanabilir, küratörlüğü yapılabilir dinamikler olduğundan emin değilim.”

2013’ten sonra yoğunlaşan göçü düşününce, yeni nesil göçmenler için bir dönüm noktasıydı gibi geliyor bana Hanau. Kuşaklar arası bir forumu böyle kurmak mümkün belki. Türkiye coğrafyasından gelenler için ise 29 Mayıs 1993 bir dönüm noktasıydı. Solingen’de Neonaziler, Genç ailesinin evini kundakladı. Hülya (9), Saime (4), Gülistan (12), Hatice (18) ve Gürsün (27) hayatını kaybetti. Bu olay, ırkçı şiddet tarihinde bir kırılma noktası yarattı. 95 yılında Cartel’in ilk çıkış şarkısının girişinde radyo açılır “Berlin, dün akşam ateş saldırısına uğrayan 5 Türk, onun içinde üçü çocuk hayatlarını kaybettiler” haberi geçer, klipte Solingen görüntüleri görürüz ama sözleri bunlara eşlik ediyor gibi gözükmez. Türksün adlı parçasında net bir şekilde duyulur,

“Saat 20.30 cumartesi akşamında

Arabaya binip radyomu açarım yolumda

Haberlerde söylenenler moralimi bozar

Yine bir Türk genç ölü, daha doyamadılar

Aniden yolumu değiştirip, arkadaşa

Bir iki grup var ‘Cartel’ çok yaşa

Düşünüp, taşınıp, konuşup karar verdik

Bu gece bizde sıra, evet bu duruma geldik

Tam şekilde karşılık vermeye hazırız!”

Sokaktaki ırkçılıkla mücadelede inanılan bir gerçek var, devlet kurumlarının hukuktan, adaletten yana olacağına dair o saf yaklaşım. Oysa, Cartel’in şarkılarıyla dışarı vurulan durumun, sadece sokakta değil kurumsal ve sistematik bir durum olduğunu NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) davasıyla gördük. 2000-2007 yılları arasında Neonazi örgüt tarafından işlenen cinayetler, çoğunluğu göçmen kökenli 10 kişinin hayatını kaybetmesine yol açtı. Dava sürecinde güvenlik birimlerinin uzun süre cinayetleri “Türk-Kürt mafyası” ve organize suç çerçevesinde araştırdığı, ırkçı bir bağlantı üzerinde durmadığı görüldü. Almanya’daki iç istihbarat teşkilatı (Verfassungsschutz), aşırı sağcı grupları izlemekle görevli ajanlarının bazı delilleri imha ettiği için büyük eleştiri aldı. Bu süreç, birçok göçmen ve azınlık için travmayı derinleştiren bir sürecin başlangıcı oldu. Forensic Architecture, documenta 14’te Halit Yozgat Cinayeti araştırmasıyla 2006 yılında Kassel’de NSU tarafından gerçekleştirilen cinayeti ele almıştı. 21 yaşındaki Halit Yozgat’ın ailesine ait internet kafede öldürülmesi ve olay sırasında kafenin arka odasında bulunan Hessen istihbarat memuru Andreas Temme’nin tanıklığına ve olası suç ortaklığına odaklanmıştı. 

Bu suç ortaklıklarıyla ilk defa da karşılaşmıyoruz, Başak’ın bu adalet arayışları ve sistematik ihmaller hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. Devlet kurumlarının sistematik ihmalleriyle bireylerin ve toplulukların adalet arayışı arasındaki ilişki üzerine ne düşünüyorsun? Görünmeyen ihmallerin ve niyetlerin, sergi ve adli araştırmalar, mekânsal analizlerle görünürlük yaratması nasıl bir çerçevede bu davaları ve mücadeleleri destekliyor ve yeni kanallar açıyor?

“Oraları sen daha iyi biliyorsun ama mesela Türkiye örneği üzerinden düşünürsek, hukuksuzluğun artık akla hayale sığmayan boyutlar aldığı bu dönemde bile insanlar kurumsal ırkçılık, ayrımcılık ve devlet şiddetiyle mücadele etmek için adliyelerin kapılarını aşındırmaya devam ediyorlar. O ısrarda buyurgan bir talep (madem adalet merciisin, adaleti tesis edeceksin) ve bir başa bela olma hali (ben bana yaşattığın adaletsizlik yüzünden rahat edemiyorsam, seni de rahat ettirmeyeceğim) olduğunu düşünüyorum. Kullandığım kelimelerden yanlış anlaşılmasın, bence bu ısrar son derece saygıdeğer ve elzem.

İkinci soruna gelince, NSU örneğinde de çok net gördüğümüz gibi ırkçı ve sistematik şiddeti en iyi bilenler ona maruz kalanlardır. Feminist literatürde ‘konumlu bilgi’ diye adlandırdığımız şey bu. NSU’nun bombalama eylemlerinin hayatta kalan mağdurları ya da öldürülenlerin yakınları başlarına gelen şeyin mafya hesaplaşması falan değil ırkçı saldırı olduğunu yıllarca yetkili mercilere anlatmaya çalışıyorlar. Devlet kurumları katiyen oralı olmuyor, gözünün önündeki delilleri bile görmemeyi seçiyor. Medyanın da büyük katkısı var. Ben Forensic Architecture gibi ‘karşı adli bilimler’le iştigal eden girişimlerin çalışmalarının en önemli işlevinin asla anaakımlaşmasına izin verilmeyen o konumlu bilgiyi, resmi kurumlar, anaakım medya gibi, o bilgiye normalde tamamen kapalı olan bağlamlarda okunaklı ve inkar edilemez kılma çabası olduğunu düşünüyorum.”

Hayatlarını kaybedenlerin ve kurbanların isimlerinin unutulmaması, onların mücadelesinin göçmen toplumdan çıkan cevaplarla görünür olmasındaki önemli işlerden biri, Ülkü Süngün’ün Takdir. Die Anerkennung (Takdir. Tanınma) başlıklı katılımcı performansı. NSU tarafından öldürülen kurbanların isimlerinin doğru telaffuzunu merkeze alan performans, önce katılımcılara Türkçe harflerin doğru telaffuzunu öğretir ve ardından Enver Şimşek, Abdurrahim Özüdoğru, Süleyman Taşköprü gibi kurbanların isimlerini birlikte söylerler. Bu performans mimarlık gibi kanıt oluşturmaz ama başka tür bir hafıza inşasını mümkün kılarak bir tür geçici anıt oluşturur, unutulan isimleri ve hikâyeleri sese dönüştürür.

Ülkü Süngün’ün Takdir. Die Anerkennung performansından

Mimarlık, mekânları yalnızca fiziksel alanlar olarak değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, güç dinamiklerinin ve adaletin biçimlendirildiği mekânlar olarak da var eder. Mekân mecralaşır. Tarih boyunca, mekânların tasarımı ve kullanımı, toplumsal kontrolü sağlamanın veya direnişi bastırmanın araçları olarak işlev görmüştür. Hapishaneler, sınır duvarları, toplama kampları gibi yapılar, baskıcı rejimlerin gücünü pekiştiren araçlar olurken; kamu binaları, anıtlar veya hafıza mekânları toplumsal mücadelelerin bir ifadesi olarak anlam kazanıyor, ama pratik olarak mimarlık güce hizmet etmekten çoğu zaman sıyrılamıyor. Ürettiği her şey buna hizmet edebiliyor. Örneğin, apartheid dönemi Güney Afrika’da şehir planlaması, ayrımı güçlendiren fiziksel engeller yaratırken, günümüzde birçok şehirde polis baskınlarını kolaylaştırmak için tasarlanan kentsel yapılar benzer bir rol oynar. Ama alışılmış mimari pratiklerin dışında, mekân üretme ve temsil araçlarını başka yollardan kullanmak da adli süreçlerde yardımcı olabilir. Bu sergideki gibi mimarlık, güç, iktidar ve suç ilişkilerini görünür kılmak ve bu ilişkileri dönüştürmek için kritik bir araca dönüşebilir. “Üç Kapı”, üç farklı ırkçı şiddet olayını kapılar üzerinden birleştirerek, mekân, adalet ve hafıza arasında bir diyalog kurmaya çalışıyor.

Dina ve Festus Okey panelinden

19 Şubat 2020’de Almanya’nın Hanau kentinde gerçekleşen ırkçı terör saldırısında, altı kişi Arena Bar’ın kilitli acil çıkış kapısı nedeniyle kaçamadı. Araştırma, kapı açık olsaydı en az iki kişinin kurtulabileceğini gösteriyor. Yapılan detaylı analizlerin zaman çizelgelerinin yanı sıra, ailelerin bir araya gelişi ve davanın seyrine tanıklıklar görüyoruz.

Burada Achille Mbembe’nin “Necropolitics” (Ölüm Politikası) kavramıyla düşünmek mümkün. Mbembe, modern devletlerin hangi yaşamların korunmaya değer olduğunu ve hangilerinin ölüme terk edilebileceğini belirleme gücüne sahip olduğunu öne sürüyor. Saldırının gerçekleştiği barın geçmişi, yalnızca bir eğlence mekânı olmanın ötesinde, sistematik bir baskının izlerini de taşır. Polis baskınlarının sıklığı, bu mekânı sadece bir toplumsal buluşma alanı değil, aynı zamanda polis gözetiminin yoğunlaştığı bir hedef haline getirmişti. Barın acil çıkış kapısı hem fiziksel bir kaçış yolu hem de devletin müdahale kapasitesinin sembolü olarak kritik bir önem taşıyordu.

Forensic Architecture’ın araştırmaları, CCTV görüntüleri ve mekânsal analizler yoluyla, kapı kilitli olmasaydı bazı hayatların kurtulabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Acil çıkış kapısının kilitli olması, devletin göçmen toplulukları üzerindeki “aşırı kontrol ve yetersiz koruma” ikiliğini de gözler önüne seriyor. Bu belgelerin temsili, insanı bir kanıtlar denizine sürüklüyor; gerçekleri bu kadar yalın hâlde görmek ve materyallerin tanıklığı, üretilen görsel imgenin farklı bağlamlarda nasıl ilişkiler kurabileceğini gösteriyor.

Eyal Weizman’la gerçekleştirilen konuşmadan

Sergiye konu olan ikinci kapı, ihmalkârlığın mekânı olarak saldırganın evini önümüze çıkarıyor. Hava görüntüleri, üç boyutlu modeller ve ses analizleri ile kayıtları takip eden ekip, polisin bu evi dört saat boyunca etkin bir şekilde denetim altına alamadığını ortaya koyuyor.

Serginin görsel dili, aslında bugün çoğunlukla kitlesel medyada karşılaştığımız görüntülerden oluşuyor. Bu durum onların gerçekliğini pekiştirirken, teknik analizler bir hukuki meselenin nasıl mekânsal çözümlerle desteklenebileceğini ve “silah sesini duymadık” diyen polislerin akustik analizlerle nasıl çürütülebileceğini gösteriyor.

Çocukluğumdan beri Almanya’ya gidip geliyorum, on seneyi aşkındır da orada yaşıyorum. Sistematik ırkçılık her seferinde beni şaşırtıyor ama bir yandan da tanıdık geliyor. Almanya’nın bürokratik yavaşlıkları bunu güçlendiriyor. Uzun yıllardır süregelen NSU davası ve Solingen gibi olaylar bu ülkenin toplumsal hafızasında yer etse de, yıllar geçtikçe bunun sadece belli bir kesim içinde yankılandığına dair umutsuz bir düşünce halindeyim. Üstelik bu uzun süren, bürokratik yavaşlıklar bu tip davalarda bir şiddet unsuruna dönüşüyor, bu bekleme şiddeti her alanda kendini gösterir.

Öte yandan, Almanya’da eğer gerçek bir Alman değilseniz, bu size çoğunlukla hatırlatılır. Diliniz düzeltilir, şaka yollu olsa da entegrasyonunuza laf edilir. Bu sistematik, içselleşmiş durum yalnızca Ausländer (yabancılar) için değil, çoğu zaman Doğu Almanlar için de böyledir, kendisine benzemeyenleri sevmeye zorunlu kalmış bir ülke burası, hem isteyerek hem istemeyerek.

Serginin son katına çıktığımda ise karşıma 7 Ocak 2005’te Sierra Leoneli bir mülteci olan Oury Jalloh’un Dessau’daki hayatını kaybettiği polis hücresinin kapısı çıkıyor. Arkadaşları ve ailesi tarafından seneler süren bir adalet mücadelesine tanık oluyoruz, sergilemenin ötesinde her belgede polisin ihmalkârlığını görüyoruz. Oury Jalloh tek değil, onun gibi başka vakalar olduğunu da görüyoruz. Mücadelenin her adımında kurumlarda yerleşik yapısal ırkçılığın örnekleri karşımıza çıkıyor. Ailesi ve arkadaşları, Forensic Architecture ile uzun yıllar sonra iletişime geçtiğinde onlara sorulan ilk soru kapı oluyor. Bu mekânsal soru, bir anda duman izlerinin analizlerine uzanıp, hücre kapısının açık olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu da polisin iddiasına göre üzerinde hiçbir şey yokken, bir şekilde kendini yaktığına dair söylemleri çürütüyor. Bu bulgu polisin bu yangında büyük bir rol oynadığını gösteriyor. İzleyici olarak bu odanın bir modelinin içinde dolaşıp, duman izlerini takip ediyoruz. Bu mesele Susan Schuppli’nin “maddi tanıklık” kavramı üzerinden ilerliyor. Maddi nesneler, tanıklar gibi konuşamasalar da olayların izlerini taşır ve bu izler adalet arayışlarında kritik öneme sahip olur. Forensic Architecture’ın analizleri, kapının çevresindeki duman izleri, hücrenin içinde ve dışında oluşan farklı duman yoğunluklarını karşılaştırarak yangının seyrini yeniden oluşturuyor.

Meselelerin çözümünden çok, bu sergiler aslında yargıda kendine yer bulamayan meseleleri ve mücadeleleri de tekrar kamuoyuyla buluşturmaya yarıyor. Forensic Architecture, Tahir Elçi cinayetinde hazırladığı raporda net bulgular sunmasına rağmen, Türkiye’deki yargı süreci bu raporu sınırlı ölçüde dikkate almıştı. Diyarbakır Barosu’nun talebi üzerine hazırlanan teknik analizler ve adli tespitler mahkeme tarafından dikkate alınmamıştı. Kurumsal inkâr pratikleri sınırların ötesine geçen ve devlet kurumlarında kendini sürekli gösteren durumlar. “Üç Kapı” sergisinin kamusal programı da bu meseleyi sadece bir sergi temsili ötesine taşıyıp, aileleri ve arkadaşları da kamuoyuyla buluşturarak Türkiye’deki davalarla ilişki kurmaya çalışıyor.

Bir göçmen ailenin parçası olarak, bu meselelerin Türkiye’de tartışılmasını değerli buluyorum. Hem Türkiye’de bu konunun tartışılması bir şekilde yeni nesil “expatlık” anlatısından gözleri boyanmış göçmenlere de aktarımını sağlıyor. Türkiyeli toplumdaki “Alamancı” mitolojisinin de gerçek meselelerle öne çıkması önemli geliyor. Bu forum meselesini ve kamusal programları konuşmak için tekrar Başak’a dönüyorum.

Sergi mekânının kendisi, daha önce de bahsettiğim gibi bir kamusal forum işlevini görüyor. Kamusal programı hazırlarken, nasıl bir çerçeve çizdiniz ve ne gibi çıktıları olduğunu düşünüyorsun?

“Depo’da sergiye eşlik eden kamusal programı hazırlarken kısıtlı bir zaman ve bütçeyle çalıştık ama asıl önem verdiğimiz şey adalet arayışını sürdüren girişimlerin deneyiminden öğrenmeyi mümkün kılacak buluşmalar yaratmaktı. Bizim için önemli olan bir çıktısı, sergide konu edilen mesele ile Türkiye’de göçmenlere yönelik, üstelik muhalif geçinenlerin körüklediği mevcut nefret söylemi, ayrımcılık ve şiddet arasındaki bağlantının daha ilk günden kurulmasına vesile olmasıydı.”

Benim baktığım yerde bu karşılaştırmalara olanak sağlarken, bir yandan da bu forum formatının kendine ait bir estetiği olduğunu ve bu estetiğin kurumsal bir kimliği olduğunu düşünüyorum ve bence birtakım riskleri de barındırıyor. Neoliberal eğilimlere açık olan bu veri görselleştirme biçimi kanıt oluştururken kimi zaman mücadele edilen tarafa örnek olma riskini de taşıyor, bu imge üretiminde aklımızda tutmamız gerek bir yere işaret ediyor.

Serginin karşı anlatı yaratma sürecinde, Forensic Architecture’ın kurucusu Eyal Weizman’ın “Forensik estetik” kavramı yer yer kendini belli ediyor. İçeriği oldukça yoğun olsa da Depo’nun “beyaz küp” bir sergi alanı olmaması, o estetiğin soğuk ve mesafeli halini de değiştiriyor.

Türkiye’de mimarlık araçları ile temsillere aslında alışığız. Tıpkı Gezi Parkı’nın yerine alt geçitler yapılacağını bir mimari animasyondan öğrenmemiz, ya da zamanında Kanal İstanbul projesini de benzer şekilde bir animasyonla duymamız gibi. Bu mimari temsiller muktedirlerin elinde her türlü araca dönüşebilirken, Forensic Architecture’ın mimarlık temsil pratiklerini yeniden ele alıp onları hak arayışında kullanması bana çok önemli geliyor. Bu sergi mekânsal temsilin tekrar tekrar analiz edilip, tekrar temsil edildiği çok katmanlı derin bir anlatı veriyor izleyiciye.

Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” ile ayrılıyorum sergiden. Arendt’in adaletin ancak kamusal bir alanda, ortak bir görünürlük ve tartışma zemininde mümkün olduğunu söylemesi de bu serginin ötesinde dünyanın dört bir köşesinde neye ihtiyacımız olduğuna işaret ediyor.

Gözlerimiz kör oldu, kulaklarımız duymaz.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Sanat Dünyamız Film Günleri’nin ikincisi bu yıl “Bir de Buradan Bak” başlığı altında 24-27 Ocak Tarihleri arasında gerçekleşecek. Bu vesileyle Senem Aytaç'ın Sanat Dünyamız...

Kütüphane

“Sakin Topraklar” sergisi vesilesiyle küratör Yasemin Ülgen ve direktör Esra Eldem’le Eldem Sanat Alanı’nın danışmanı Melike Bayık’ın gerçekleştirdiği söyleşi Argonotlar Kütüphanesinde.

Gündem

Bor Sanat konuşmalarının son oturumunda Türkiye’nin kültür-sanat ortamındaki eleştiri kültürü ve üslubu, geçmişten günümüze bir perspektifle ele alındı.

Gündem

Protodispatch yazı dizisinin bu bölümünde yazar/sanatçı Kridpuj Dhansandors, sanatçı/film yapımcısı Apichatpong Weerasethakul'un Motion Pictures (Hareketli Görüntüler) adlı enstalasyonu aracılığıyla Tayland'daki politik travmalarla iç içe...

© 2020

Exit mobile version