Kültürel varlıkların korunması ve onarımı üzerine uluslararası bir araştırma merkezi olan ICCROM’un (The International Centre for the Study of the Preservation and Restoration of Cultural Property) 15 Mayıs’ta Zoom üzerinden gerçekleştirdiği ‘Küresel Sesler: Miras ve Pandemi’ başlıklı seminerde COVID 19 salgınının miras alanları üzerindeki etkileri tartışıldı. Buna göre salgın, doğrudan insanları hedef alsa da miras değerleri için göz ardı edilmemesi gereken boyutlarda risk oluşturuyor. Dünyanın dört bir yanında müzeler, arşivler, kütüphaneler, tiyatrolar fiziki olarak kapalı, bienaller ertelendi, geleneklerin deneyimlendiği ve topluluklara dönemsel gelir sağlamada en önemli araçlardan biri olan festivaller iptal, bayramlar ritüellerden uzak, evden kutlanıyor. UNESCO’nun yayınladığı rapora göre müzelerin %10’unun aldığı zarar karşısında tekrar açılması mümkün olmayabilir bile.
COVID 19’un kültür mirası üzerinde kısa vadede yarattığı ekonomik etkiyi ölçümlemek daha mümkünken, sürecin kültürel değerler üzerindeki uzun vadeli etkisini ise zamanla göreceğiz. Fakat bu yazı dizisinin başlığına taşıdığımız ‘katılımcılık’ anlayışı diyor ki durum tespitinden çözüm sürecine kadar bu etkilerle nasıl baş edeceğimizi kapsayıcı yönetim süreçleri içerisinde ‘biz’ belirlemeliyiz. ‘Biz’in içerisinde çocuklardan yaşlılara tüm mahalleliler, kamu görevlilerinden akademisyenlere uzmanlar, ya da sadece yaşadığı çevreye ve değerlerine sahip çıkmaya daha duyarlı olanlara kadar, kent sakini şeklinde genelleyebileceğimiz her bir birey var. Yani evet, ‘zamanla göreceğiz’ fakat biliyoruz ki uzaktan izleyerek ve sadece sonuçlarını gördükçe tepki vererek etrafımızda gerçekleşen hızlı dönüşümlerin ve yarattığı tahribatın olumsuz etkilerinden kaçamıyoruz.
Bugün kent ve yönetimine ilişkin hem dünyada hem de ülkemizde alanda çalışan uzmanların, akademisyenlerin ve sivil toplumun, salgının etkileri karşısında çözüm yolu olarak birleştiği bir yaklaşım var: Farklı aktörlerin bir araya gelerek fikir üretmesi ve işbirliği yapması. Fuat Keyman, “Post-Korona Türkiye ve Siyasette Değişim” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına “benim siyasetime, kimliğime, ideolojime yakın olanlar-uzak olanlar” ayrıştırması yapmadan yaklaşan, “kayırma-dışlama/cezalandırma zıtlığı”nda hareket etmeyen; aksine, işbirliği-haklar-toplumsal uyum ekseninde kapsayıcı yönetimi benimseyen ülkelerde pandemiye karşı başarı elde edildi.” Bu şunu gösteriyor: Krizler karşısında çeşitliliğe ve farklı ihtiyaçlara saygı duyarak bir araya gelip durum tespit edebilme ve tartışarak çözüm üretebilme, nüfus yoğunluğunun her geçen gün arttığı karmaşık kent ortamlarında daha elzem bir hale gelmiş durumda.
Denge ve Denetleme Ağı (DDA) ve KONDA araştırma şirketi, geçtiğimiz gün uzun soluklu bir araştırmanın ürünü olan Türkiye’de Demokrasi Talebi başlıklı bir rapor yayınladı. Raporun yerel yönetimlere dair bölümüne göre Türkiye’de her “üç kişinin ikisi halkın kendini ilgilendiren, mahallesiyle, ilçesiyle ilgili verilen kararlara katılma hakkı olması gerektiğine inanıyor. Ayrıca İstanbul’da yapılan bir araştırma vatandaşların birçok karara katılmak istediğini ortaya koyuyor.” Bu bilgi, karar vericiler için umut verici olmalı. Zira tabanın bu eğilimi, katılımcı politikaların uygulanmasında halkın ilgisini çekmeyi, kamu kurumları açısından zorlu bir bariyer olmaktan çıkarıyor. Geçtiğimiz yazıda İstanbul’da kent mücadelesine dair verdiğimiz örnekler de bu bilgiyi destekler nitelikte.
Türkiye’de kültürel alanda pandeminin etkilerine dair kapsayıcı bir durum tespiti henüz yapılmadı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın resmi web sitesindeki duyurular, daha çok turizme yönelik birkaç genelgeyle sınırlı. Öte yandan Asu Aksoy’un yazısında da bahsettiği üzere salgın döneminde kültür varlıklarına yönelik pek çok müdahale gerçekleştirildi. Bunlara ek olarak basından, meslek örgütlerinin duyurularından, kent, kültür ve çevre savunucularının sosyal medya kanallarından ve İstanbul özelinde belediyenin kültür varlıklarına ilişkin yöneticilerinin Twitter hesaplarından pandemi etkilerini izleme olanağını buluyoruz.
Bu süreçte UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan kara surlarında bir burç, yağmur suyu etkisi ile yıkıldı. Bir kişi “koronavirüsü bunlar bela ettiği için yaktım” diyerek Bakırköy’deki Dzınunt Surp Asdvadzadzni Kilisesi’nin giriş kapısını ateşe verdi. Başka bir kişi, Kuzguncuk’taki Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin haçını söküp kaldırıma attı. Lohusa Hatun olarak da bilinen Meyyitzâde Türbesi’nin kurşunları çalınarak yapı hasara uğratıldı. Bunlar sadece bu yazı kapsamında verilebilecek birkaç örnek. Vandalizm, hırsızlık, bakımsızlık, kamu yararı gözetilmeden yapılan inşaat bu dönemde de kültür mirasına yönelik tehditlerin başında geliyor.
Türkiye’de kültürel alanda pandeminin etkileri üzerine İKSV tarafından Nisan ayında kapsamlı bir rapor yayınlandı. Hatta ardından kamera arkası çalışanlarına ve müzisyenlere yönelik destekler sağlayacaklarını da duyurdular. Raporun, Türkiye’de kültürel alanda hangi tedbirlere ihtiyaç duyulduğunu ve buna ilişkin önerileri sunmuş olması önemli bir katkı. İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları direktörü Özlem Ece’nin Açık Radyo programında raporun hazırlanma sürecine ilişkin söylediği şu nokta ise dikkat çekici: “Daha fazla vaktimiz olsaydı, tek tek herkesle konuşarak, meslek birlikleriyle, sanatçılarla bir araya gelip onların da önerilerini buraya yansıtmak mümkün olabilirdi ama onu yapsaydık çok zaman geçmiş olacaktı, biraz hızlı hareket etmek adına kamuoyuna yansıyan açıklamaları aldık”.
İKSV, 1973 yılından beri çalışmalar üreten bir kültür kurumu. “Kent ve ülke ölçeğinde kültür politikalarının oluşumunda rol oynamak” vaadiyle yürüttüğü kültür politikaları çalışmalarını ise 2011’den beri sürdürüyor. Kurumun sahip olduğu ilişkiler ağının yanısıra saygınlığı ve bilinirliğine rağmen Ece’nin açıklamasında belirttiği kısıtlar, katılımın ‘nasıl’ gerçekleştirilebileceği ve kriz anlarında nasıl hızla uygulamaya konulacağı konusunda daha çok konuşulması gerektiğini gösteriyor.
Bu bariyeri daha genel bir çatıda, kent politikaları kapsamında bir değerlendirmeye alırsak; mahallelinin, sanatçının, esnafın, çocukların kendilerini ilgilendiren konularda gerçek anlamda söz sahibi olabilmesi nasıl sağlanabilir? DDA’nın araştırmasında ulaştığı bu ‘demokrasi talebi’ nasıl eyleme dönüştürülebilir?
Sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin her köşesinde doğa ve kültürel çeşitliliklere duyarlı, bunların savunuculuğunu gönüllülük esasıyla sürdürerek yerel yönetimlerle işbirliği içinde çalışma gücünü de edinmiş pek çok iyi örnek var.
2016’dan beri çalışan, gönüllü sivillerden oluşan, üyelerinin bir kısmı tam zamanlı Adalar İlçesi’nde yaşayan sivil girişim Dünya Mirası Adalar Girişimi (DMAG) bu örneklerden biri. Kültürel mirasın katılımcı bir şekilde korunması ve yönetiminin gerçekleştirilmesi için Adalar’da savunuculuk yapıyor. Bu kapsamda Adalar Belediyesi ve Adalar Kent Konseyi ile de iş birliği içinde çalışıyor. DMAG, içerisinde bir Adalar Miras Arşivi’ni de bulunduran web sitesinin yansıra özellikle güncel tuttuğu sosyal medya hesapları, Açık Radyo yayınları ve atlara özel paylaşımlar yapan adalarinatlari.wordpress.com web sitesi üzerinden içerik üretiyor. Change.org ile açılmış “Adaların atları Adalar’da yaşasın” başlığıyla bir imza kampanyası da sürüyor. Pandemi sürecinde de sıklıkla Adalar’ın ihtiyaçlarını ve taleplerini sosyal medya içerikleriyle yayınladılar.
Bozcada ise pandemi sürecinde hızlı ortaklaşa karar alabilmesi ve salgının etkilerini en aza indirmesiyle iyi bir yerel yönetim – sivil toplum ilişkisi örneği oluşturdu. Bozcaada sakini Türkan Çim Işık, bu hızlı karar almanın arka planını Açık Radyo’daki programda şu sözlerle açıklıyor: “Bozcaada’nın en önemli avantajlarından biri burada halkla karar alıcılar arasında çok güzel bir iletişimin gelişmiş olması. Çünkü her karar alındıktan sonra gerek Bozcaada Kaymakamlığı, gerekse Bozcaada Belediyesi, Bozcada Haber Gazetesi’nin Instagram kanalı ve Bozcaada TV üzerinden yaptığı canlı yayınlarla röportaj yaparak aktif öneriler aldı. İletişim çok sık olduğu için de alınan bütün kararlar çok verimli uygulandı”.
Salgın döneminde Facebook üzerinde ‘Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu’ adında bir grup kuruldu. Grubun ‘dernek değil dayanışma’ olduğunu belirten Nezih Başgelen oluşumu şu sözlerle açıklıyor: “Platformun, farkındalık ve ortak bilgi paylaşma, tahribata duyarlı, yetkili birimleri harekete geçirme konusunda doğru bir kaynak, taraflar arasında yol gösteren katalizör bir geliştirici nitelikte olmasına özen gösteriyoruz”.
Kenti, kültürü ve doğasıyla savunmak adına harekete geçenler, salgının yarattığı engeller ortamında dijitalin olanaklarını sosyal medya kanalları, web seminerleri, podcast yayınları ve hatta whatsapp gruplarıyla kullanmak için çaba halindeler. Uzmanlar, akademisyenler, öğrenciler ve bu konuya sadece ilgi duyan küçük bir grup ilgilinin oluşturduğu ‘Kültür Varlıkları Dostları’ Whatsapp grubu da yine bir izleme aracı olarak faaliyet halinde. Grubun kurucusu Serhat Şahin, “sosyal medyada tepki göstermenin elbette önemi var fakat asıl çözüm için herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Yanlış bir uygulama karşısında 50-60 kişi bir araya gelerek dilekçeyle şikayette bulunduğunda yetkili kurumlar üzerinde bir kamuoyu baskısı yaratmış oluyoruz ve bu hakka TC kimlik numarası olan her vatandaş sahip” diyor.
Öte yandan, kentsel mücadele adına en aktif ve uzun soluklu çabalardan birini yürüten TMMOB çatısı altındaki odalar, bu salgın döneminde istekleri dışında gündeme getirilen yasa değişikliğiyle uğraşmak, ‘TMMOB’ye Dokunma’ ve ‘Odamıza, Birliğimize ve Demokrasiye Sahip Çıkmaya Devam Edeceğiz’ mesajlarıyla hakkını savunmak zorunda bırakılıyor. Sivil toplumla birlikte hareket ederek gücünü kamu yararına pekiştirebilecek olan karar vericiler, tepeden inen bir yaklaşımla çatışma ortamına sebep oluyor.
‘Normalleşme’ süreci başlamış olsa da eskisi gibi hareket etmemiz henüz mümkün değil. Bu nedenle aktif bir sivil toplumun dijitalin olanaklarından nasıl yararlanacağı üzerine daha çok kafa yorması gerekiyor. ‘Heyecanlı zamanlar sonrası dijital aktivizm’ başlıklı yazısında Erkan Saka, ‘Daha nesnel bir şekilde aslında yapılabilecek çok şey olduğunu ve bir devrim yaratmasa bile vatandaşların hayatını daha iyiye getirmekte çeşitli aktivizm biçimlerinin işe yarayabileceğini göstermek istedim’ diyerek şunu ekliyor: “Elimizde bulunan çok sayıda araç, gözetim riskine rağmen, farklı iletişim ve örgütlenme hedefleri için kullanılabilir. E-posta kampanyalarından, çevrimiçi dilekçe kampanyalarına, çeşitli forumlarda farkındalık yaratma çabalarından hashtag kampanyalarına kadar birçok kamusal pratik imkanı mümkün”.
Zaten halihazırda kültür mirasını savunan örgütlü yapıların azlığı, bu yapıların işbirliği içerisinde hareket etmesini ve dijital araçların kullanımı adına elini güçlendirmesini daha da önemli kılıyor. Örneğin, Avrupa’nın kültürel miras alanında en etkin kurumlarından biri olan Europa Nostra’nın Türkiye merkezinin web sitesi, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi almamız için çok kısıtlı.
Edindiğimiz neredeyse her bilginin bilgisayar ya da telefon ekranlarımızdan geldiği bu dönemde, sivil toplum örgütlerinin mücadelelerini yaygın ve sürdürülebilir hale getirmeleri için daha etkili paylaşım yapmaları, iletişim stratejilerini önceliklendirmeleri gerekiyor. Tabi şunun farkındayız: İdeal katılımın gerçekleşmesi, buna gereken kaynakları aktaran bir kamu kurumunun varlığı olmadan mümkün değil. Biz, sivil alanda, neler yapabileceğimiz üzerine düşünmeye ve bunları paylaşmaya devam edelim.
Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Fulya Baran’ın kaleme aldığı giriş yazısı Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım.
Baran’ın mimar Korhan Gümüş’le yaptığı Bir virüsten düzeni değiştirmesi bekleyemeyiz başlıklı söyleşi.
Baran’ın STK’ların katılımcılık konusundaki yaklaşımlarını ele aldığı ‘Yeni Düzen’den şeffaflık beklemek çok mu naif bir düşünce? yazısı.
Asu Aksoy’un kaleme aldığı Ekolojik altyapı olarak şehir: Bir post-covid tahayyülü başlıklı yazısı.