Temel malzemesi kullanılmış kumaş parçaları olan Gözde İlkin’in yapıtları çok boyutlu haritaları andırıyor. Kumaş üzerine nakşedilmiş ya da boyanmış figürlerin gösterdikleriyle sınırlı olmayan, mekân ilişkilerinin ötesinde zaman boyutunu da işin içine katan haritalar… İlkin, kültürel çağrışımları hayli yoğun -hatta kültürle yaşıt- bu malzemenin sınırlarını sürekli genişletiyor. Sanki onların metafor taşıma kapasitesini, yıpranma payına ters orantıdaki yeniden doğma gücünü deniyor.
Sanatçının Duygu Demir küratörlüğünde gerçekleştirilen kişisel sergisi Emanet Zemin’de sergi mekânı da bu deneyin bir parçası. İlkin’in yapıtlarını içeren bir alanı değil de onları taşıyan bir bünyeyi ziyaret ediyor gibiyiz. Kumaş üzerinde işli bitki, hayvan ve insan formlarını birbiriyle kaynaştıran hâl, bu sergi kapsamında .artSümer’i de tanımlanmakta. Hareketleriyle mekândaki hava dolaşımını görünür kılan kumaş panolar, almaç görünümlü dantel asma tavan, köşelerde öbeklenmiş kumaş yerleştirmeleriyle, İlkin’in işlerini belirleyen rota, mekânı da içerecek bir boyuta taşınıyor. Rüzgâr’la başlayıp Duygu Parçacıkları ile biten sergi planı, malzemenin kendine dikkat talebi ile temsiliyet arasında gelgite sahne oluyor. Bu gelgit aynı zamanda beden, otonomi ve kültür arasındaki öncelik sırasının, hiyerarşik yapılanmanın geçersizleştiği durumlar ortaya çıkarıyor.
Emanet Zemin’in yapıtları sergileme düzeni, videoları ve bünyesindeki performans programında kültürün taşıyıcı unsurlarından kumaş, doğal oluşumları hatırlatan şekillerde esniyor, bölünüyor, çoğalıyor. Ancak amaç, bu malzemeyi doğaya benzetmek ya da onun temsili olarak kullanmak değil. Temel işlevi örtmek olan bu malzeme, İlkin’in müdahaleleri sonucunda, doğanın kendiliğinden sürüp giden döngüsüyle aynı özellikleri göstermeye başlıyor. Doğal giysi olan tenin üzerinin kumaş gibi yazılı olmadığı zamanlara mı gidiyoruz? Yoksa ten de tamamıyla kültürün ürünü olan kumaştan farksız mı? Sanatçının nakşettiği hibrit figürler de, serginin çerçevesi de bu sorunun cevabına giden yola mayın döşüyor. Sanatçı hayvansal, insansal ve kültürel kategorilere yüklenen işlevlerin rehberliğinin boşa çıkacağı bir kesit sunuyor.
Sergi kapsamında gerçekleştirilen performanslar bu kesitin daha da içine doğru atılmış bir neşter gibiydi. Bir yan programın ötesinde serginin doğal bir uzantısı olan seride Alara Erdem, Barış Diker, Nazlı Durak ve Ümit Özdaloğlu’nun performansları mekân içindeki döngüye eklemlendi. İlkin’in kumaşların kapasitesini ölçme amaçlı deneyleri performansçıların bedenleri ile hareketlerine de uzandı. Serginin girişinde tavandan asılı, arka araya dizili panoların oluşturduğu Rüzgâr yerleştirmesinin salınımını taklitle başlayan performans, devinimini serginin genelinden alan bir organizmaya doğru evriliyordu. Söz konusu hareketin aynı zamanda bir meteoru andırması, aslında performansın geri kalanına dair bir fikir de veriyordu. Zira birkaç dakika sonrasında tohumları andıran şekillerde açılıp serpilen ya da kapanan performansçılar, bir noktada da mekanik kuklaların keskin hareketlerine savruldu. Bu iki uç arasında karşıtlık değil, devamlılık öngören performansta, doğal kabul edilen ile mekaniğin birbirlerine mesafesi sadece bir derecelendirme meselesiydi.
İlkin’in eserleri de bu devamlılığın işaretleriyle dolu. İnsan, hayvan ve bitki temsillerinin iç içe geçtiği ya da birbirine katıldığı betimlemelerde bir oluşum haline tanıklık ediyoruz. Sanatçı için bu süreç kare kare imgeler alıp yansıtılacak bir kaynağın ötesinde, malzemenin nasıl kullanılacağına kadar belirleyecek bir dünya tahayyülü. Gel-Git, Ben ve Birkaç Kişi’de birbiriyle çarpışıp kaynaşan rüzgâr, ateş ve insan uzuvlarını ele alın. Eser, bu unsurlar arasında olası bir mücadeledense hareketin kendisine odaklanıyor. Hepsi kumaştan biçilip üst üste iliştirilmiş desenlerin öncelik sırasının bir önemi yok. İnsan teni, ısı, hava ve malzemenin kendisi sürekli alışveriş hâlinde. İnsan uzvunun aleve dönüştüğü noktada kumaşın dokusu kendini göstermeye başlıyor.
Akla İlkin’in de referans verdiği şaman pratiklerinin gelmesi kaçınılmaz. Orta ve Doğu Asya’nın tarihsel inanışları kapsamında teni incelediği değerlendirmesinde Zeynep Sayın, “soluğun” tüm evrensel dokuya hayat veren bir güç olarak “düşlendiği” bir dönemden bahseder. Buna göre “ısı, ışık, yerçekimi” vd. bu soluğun biçim bulduğu anlar, gökkube ve ten de bu enerjinin sızdığı ya da taştığı kaplardır: “Giysisini giymediği zamanlarda ‘katılaşmış ışığıyla’ parlasa bile şaman, şaman değildi; otuz ya da altmış parçadan dikeceği, yakasına kuklaları takacağı deri giysi, insan teninde gizlenen şamanın bürüneceği biçimler için gereksindiği tendi […] Bedenin teni, kendisinin kuklası olan oyuncunun, kendisinin oynatıcısı olan şamanın farklı evrensel katları bir arada tutan ekseniydi.”[1]
Serginin son odasında sergilenen Şaman’ın insan uzuvlarının neredeyse üst üste yığılmasıyla oluşturulmuş ten renkli figürü de bu çerçevede İlkin’in eserlerinin eksenine bir pencere açıyor. Figüratif eserlerde de, İlkin’in iki boyutlu yapıtlarındaki hareketi üç boyuta esneten yerleştirmelerde de kullanılmış kumaş parçalarının tenle aynı gerilimi yaşadığı anlar yaratıyor. Emanet Zemin’de İlkin’in kumaş yüzeyleri performans, ses ve video mecralarına doğru açılırken, temsile dayalı bir sahnelemenin ötesine geçiyor. Kültürün izlerini taşıyan bir malzemenin, tam karşısına yerleştirildiği doğal organizmalarla aynı noktada buluşabildiğini görmek, tekrarı zor deneyimlere kapı aralıyor.
[1] Zeynep Sayın, “Bedenin Teni, Göğün Teni”, Cogito, sayı 44-45.
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2025 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de kampanyaya tek seferlik 750₺, 1000₺ ve 2000₺ olmak üzere üç farklı kategoriden sizin için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.