Nelly & Nadine, II. Dünya Savaşı sonrasında kurumsal tarihyazımının dışında bırakılmış çarpıcı bir gerçekliğin tarihteki yerini alışına tanıklık eden bir belgesel. İlk gösterimini 72. Uluslararası Berlin Film Festivalinde yapan film, kuir temalı yapımlara verilen Teddy Ödülü’nü alarak büyük ses getirdiğini de kanıtlamış oldu.
Film, 28 Nisan 1945 günü, Nazi kamplarından kurtarılarak İsveç’in Malmö Limanına ulaştırılan kadınların arşiv görüntüleriyle açılıyor. Kıyıcı bir deneyimden her nasılsa sağ çıkmış, yeni bir hayatın kıyısındaki bu kimliksiz kadınların peşinde üçüncü filmini çeken Magnus Gertten’in yolculuğu, bu defa kalabalığın arkalarında, geriye taranmış parlak siyah saçları ve bir izci düğümüyle boynuna tutturulmuş fularıyla dikkat çeken Asyalı, solgun bir yüzün -ve bu kalabalığın içinde olmayan bir başkasının- beklenmedik öyküsüne mercek tutuyor.
Nadine Hwang’ın yüzündeki düşünceli, neşesiz gülümsemenin Gertten ve biz seyircide uyandırdığı güçlü meraka yanıt sunabilecek ipuçları, günümüzde kuzey Fransa’daki bir çiftliğe uzanıyor. Orta yaşların sonlarında bir kadın, mutfak masasına özenle dizilmiş kâğıt destelerinin başında gerginliğinin sebebini açıklıyor. Sylvie, büyükannesi Nelly’nin toplama kamplarında tuttuğu günlüklere yirmi senedir, annesi tarafından kendisine teslim edildiğinden beri dokunamamış. Parisli bir opera şarkıcısı olan Nelly Mousset-Vos’nun 1943’te Nazilerce yakalanışı, Berlin’de bir hapishaneye götürülüşü; toplama kamplarında devam edecek bu uzun ve ağır tutsaklık dökümünün kapağını şöyle bir aralamak bile Sylvie için oldukça zor: “Bu, büyükannemin hayatında çok karanlık bir dönemdi. Bu konuda hiç konuşmazdı.”
Oysa Magnus Gertten’in anlatısı, bizi büyükanneden çok kızı ve torunlarının konuşmadığı, karanlık olmaktan oldukça uzak bir yere götürüyor. Nelly’nin geride bıraktığı koca bir sandık dolusu anı, yazışma ve fotoğraf içinde tanıdık bir yüzün inkâr edilemez varlığı göze çarpıyor: Almanya’daki Ravensbrück toplama kampında tanıştığı ve savaştan sonra, diğeri ölene dek beraber yaşadığı yarı Çinli “arkadaşı,” Nadine.
Kurduğu anlatının merkezine hem anlatıcı hem de -şaşırtıcı bir gecikmeyle- parçaları birleştiren bir araştırmacı olarak torun Sylvie Bianchi’yi yerleştiren Gertten, bu tercihi sayesinde Nelly ve Nadine arasında hiç beklenmedik koşullar altında filizlenen, bugüne dek üstü örtülü kalmış bir aşk hikâyesinin ötesinde, bunca kayıt altına alınmış bu öykünün nasıl olup da hiç konuşulmayan bir tarihi gizlediğine dair politik bir gözlemi de barındıran çok katmanlı bir film ortaya koyuyor. Gerçekten de filmin asıl “sürpriz etkisi,” Sylvie’nin bir albüm dolusu fotoğrafın içinden takım elbiseler ve golf pantolonlarıyla gülümseyen Nadine’e bakarken, çocukluğu boyunca Venezuela’da yaşayan büyükannesinin yanında ziyaret ettiği bu kişiyi hatırlayışındaki tuhaf ilgisizlikte yatıyor: “O zamanlar bana göre, biz büyükannemin evine gidiyorduk, o da biriyle beraber yaşıyordu.”
Filmin ortalarına doğru, Patricia Highsmith’in biyografisini de kaleme almış olan yazar Joan Shenkar (2021’de hayatını kaybetti), Paris’teki Jacques Doucet Kütüphanesinde buluştuğu Sylvie’ye şu soruyu sorduğunda, izleyicinin muhtemelen dakikalardır boğuştuğu bir düşünceyi söze dökmüş oluyor: “Sevgili olabilecekleri hiç aklınıza gelmedi mi?” Böylece Sylvie’nin tuhaf masumiyetinin kaynağına dair bir fikir ediniyoruz. Nelly’nin kızı, Sylvie’nin annesi olan Claude, Nadine’i hiçbir zaman sevmemişti. Claude, savaş sırasında kaybetmiş olmaktan korktuğu sevgili annesini geri almayı umarken, hayatlarında beliren ve sonunda hep beraber Venezuela’ya gittikleri bu beklenmedik kadınla onu paylaşmayı kabullenmemişti. Böylece Nelly, ömrünün sonuna dek düzenli olarak görüştüğü kızı ve torunlarının yanında ne Nadine’in sıra dışı bohem kişiliği ne Ravensbrück’te nasıl tanıştıkları ne de hepsinin gözü önünde yıllarca süren ilişkileri hakkında hiç konuşmamıştı. Her ne kadar Sylvie, annesinin tutumunu çocuksu bir kıskançlıkla açıklamaya çalışsa da ancak kolektif bir suç ortaklığıyla sürdürülebilecek bu büyük sessizlik, elbette Nelly ve Nadine arasındaki ilişkinin “gayrimeşru” niteliğinden bağımsız değil. “Söze dökülmeyen hiçbir şey, toplumsal anlamda gerçek değildir.” Shenkar’ın, dil felsefesinin söz edimi kuramına atıfla yaptığı bu tespit, aile içi bu sessizliğin toplumsal bir şiddet biçimi olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Magnus Gertten ise bir yandan Sylvie’nin izleyici için apaçık ortada olan şeyi, Nelly ve Nadine’in birbirine aşkla bağlı bir çift olduğu gerçeğini kabullenmek konusundaki yolculuğunu yargıdan uzak bir gözle adım adım takip etmeye çalışırken, anlatısının diğer yüzünü iki kadının Nazi kamplarında başlamış, şiirselliğini imkânsızlığından alan aşkından 20. yüzyıl ortasında kuir hayata nadir bir bakış sunan canlı ev partilerine uzanan kayıtlarla örüyor. Nadine tarafından Super-8 filmlerle çekilmiş bu sessiz görüntüler, filmin merkezindeki lezbiyen romans öyküsü kadar güçlü bir bilgiyi törensiz bir aleladelikle fısıldıyor: Nelly ve Nadine yalnız değildi, kuir dostlarla beraber bir hayat kurmuş ve Nelly’nin Avrupa’da bıraktığı ailesinin kasvetli ketumluğuna karşı neşe dolu, hayatı olumlayan bir açıklığı deneyimlemişlerdi. Bu açıdan, Shenkar’ın katı toplumsal hükmüne karşı, Nelly ve Nadine’in kalabalık salonunda patlatılan her kahkaha, özel ve toplumsal arasındaki ayrımı bulanıklaştırırken modernitenin sembolik düzenini kıran, George Orwell’in tabiriyle “minik bir devrim” olarak kabul edilebilir. Benzer şekilde, Nelly’nin arkasında bıraktığı aşk ve romantizm yüklü günlükleri Nadine’le birlikte hazırladıklarını ve yayımlatmaya çalıştıklarını öğrenmek, modernitenin sessiz kılmaya çalıştıklarının çoktan konuşmaya başlamış olduğunu göstermesi açısından son derece güç verici.
Bununla birlikte, Nadine’in Brüksel’deki ölümünün ardından Nelly’nin dile getiremediğini anladığımız yas ve yaşamış olacağı yalnızlık, bu radikal deneyimin sınırlarını da hatırlatıyor. Böylece, tarihsel olarak zor aygıtlarıyla bastırılmaya çalışılagelmiş olan erkek eşcinselliğinin aksine, lezbiyen kimliğine dönük toplumsal şiddetin yok sayma ve varlığının sembolik olarak silinmesiyle kendini gösterişi, bu defa Nelly’nin hüzün dolu satırlarında güçlü bir şekilde hissediliyor. Benzer şekilde, ikisi de hayattayken Nelly’nin günlüklerini basacak bir yayıncı bulamamış olmaları kadar, Sylvie’nin, bu çarpıcı kayıtları neden kimsenin basmak istemediğine verecek bir cevabının -hâlâ- olmayışı, belki de bize lezbiyen tarihyazımının özneler kadar, kendisiyle yüzleşmeye ihtiyaç duyan bir toplum için de gerekli olduğunu anlatıyordur. Bu açıdan Nelly ve Nadine, çoğumuzun tahayyül edemeyeceği koşullar altında yeşermiş bir aşkın keşfedildiği güçlü bir lezbiyen romansı olduğu kadar, aynı zamanda konuşmaya hazır bu iki insanın nihayet tarihteki yerini alışını aktaran, politik ve güçlendirici bir tanıklık olarak kesinlikle görmeye değer bir yapım.
Kundura Sinema’nın dünyadan yaratıcı belgeselleri buluşturan film programı #BelgeselFilmKuşağı’nın 2023 seçkisi “Aşk, İsyan, Özgürlük”, 4 Haziran’da başlıyor. Magnus Gertten’in yönetmenliğini üstlendiği Nelly & Nadine‘yi de izleyebileceğimiz bu seçkide farklı formları ve yeni anlatım biçimlerini kullanarak aşkı, isyanı ve özgürlüğü yeniden tanımlayan 9 film bir araya geliyor. Seçkiyi bağlantıdan inceleyebilirsiniz.