Millî Reasürans Sanat Galerisi, 4 Kasım 1994’te Türk resim sanatının özgün isimlerinden Orhan Peker’e ayrılan kapsamlı bir sergiyle kapılarını sanatseverlere açtı. Galerinin açılış sergisi olan bu etkinlik, “Türk resminin haylaz çocuğu” olarak anılan Peker’in üretimini farklı dönemleriyle yeniden görünür kıldı.
1927 doğumlu sanatçı, kısa ömrüne sığdırdığı yoğun üretimiyle çağdaş Türk resminin en karakteristik seslerinden biri olarak anılıyor. “Siyah-Beyaz Ustası” olarak tanınan Peker, yalın ama derin anlatımıyla, insanı ve tabiatı aynı duyarlık içinde ele aldı. Sanat anlayışını özetleyen şu cümleleri, resimlerine yön veren içtenliğin de bir ifadesi niteliğindeydi:
“Resim sanatında her şeyden önce içtenliğe inanırım. Kişisel dilini bulamadan, angaje yollardan gerçek sanata varabileceklerini umanlara hiç inanmamışımdır…Fransızların deyimiyle ‘şiirsel gerçekçi sanat’ ilgimi çekmiştir.”
Peker’in renk tercihleri, resimlerinin duygusal derinliğini belirleyen temel unsurlardan biriydi. Sanatçının yakın dostu olan İlhan Berk, kitap için kaleme aldığı yazısında Peker’in “şakacı çocuk” görüntüsünün altında yatan hüzne dikkat çekiyor:
“Bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölüdoğa resimlerinde olsun içten içe hep bir acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü, acıyı kazmaya gelmiştir sanki… Mavi de beyaz da kırmızı da hüznün elekten geçirilmişi gibidir.”
Küratörlüğünü Amélie Edgü’nün yaptığı sergiyle eşzamanlı olarak yayımlanan “Ressam Orhan Peker” kitabında, Prof. Önder Küçükerman ve İlhan Berk tarafından kaleme alınan metinler ve Orhan Peker üzerine hazırlanmış kapsamlı bir biyografi yer almaktadır. Sergi kitabının grafik tasarımı Esen Karol’a, fotoğraflar ise Erdal Aksoy’a aittir.
Sergi kitabına ulaşmak için Millî Reasürans Sanat Galerisi ile e-mail adresi (sanatgalerisi@millireasuranssanatgalerisi.com) üzerinden iletişime geçilebilir.
Bir gözlemcidir Orhan Peker. Dünyaya insanları, nesneleri, hayvanları, bitkileri gözlemeye gelmiştir sanki. Onda göz, onda her şey bu işe yarar: bakmak, bakmak. Sonra da yavaş yavaş içine dönmek, bütün gördüklerini resme çevirmek, yaratmak. Bu güzel işine de Orhan Peker hep yakınından, en yakınındaki yaratıklardan başlardı. Pek aramazdı, en yakınında ne varsa, ondan başlardı. Değil mi ki yeryüzü çizilecekti, öyleyse en yakınındakilerden başlanmalıydı. Öyle de yaptı.
Ankara’ya geldiğinde kaldığı oteller Ulus Meydanındaydı hep. Ulus Meydanında da en çok itfaiyeciler, arabalar, atlar vardı. Orhan ilk itfaiyecileri yaptı. Böylece ilk büyük resimleri itfaiyeciler oldu diyebiliriz. İtfaiyeciler hiç oturmazdı onda, hep atlar ayakta, hep koşarlar (hem başka türlü olabilir mi itfaiyeciler?). Sonra da hep kara. Kara (bu onun en belirgin rengi) sanırım ilk itfaiyecilerle girdi ona, sonuna değin de büyük tutkusu olarak kaldı. Kara, gerçi onun gençlik rengidir de ama (ütüler, kargalar, ölüdoğalar), itfaiyecilerde doruklaştı. İlk büyük lekeyi de onlarla buldu. Ve leke böylece onun baş köşesini aldı. “Leke, her şeydir” diyordu sanki.
İtfaiyecileri atlar izledi. Atlar, dışarı her çıkışında rastladığı hayvanlardı. Hep de arabalara koşulmuş, üzgün, sessiz dururlardı. O da üzgün, sessiz onları çizdi. Oradan ayrılıp Esat’a, Kavaklıdere’ye taşındıktan sonra da atlar onun bu dünya yolculuğundaki en uzun yerini aldı. Onları bir türlü unutamadı. Esat’taki küçük katına atlar, arabalar sığmaz olmuştu ama, aldırmadan sürdürdü yine de at sevgisini.
Orhan’ın bu çevresiyle olan ilgisi evleninceye kadar sürdü. Neredeyse dışarıyı görmez oldu: Varsa yoksa her şeyi evdi artık. Ev dediğimiz nedir? Eştir, eşyalar, çiçekler, odalardır. O da öyle yaptı. Evlenince uzun zaman Özden’i (eşi) çizdi. Değil mi ki en yakınındaki oydu? Onu tamamlayınca (onda hiçbir resim teke indirgenmezdi, tamamlanmazdı ya), evde onunla kalan Başka (kedisinin adı) vardı, o da Başka’yı yaptı durdu en yakını olarak. Sonraları da Başka’nın yerini kediler, her yerde gördüğü kediler aldı. En çok da bir oyuğa sokulmuş, yıkık, ezik kediler. Başka da, kediler de bitince, evin neredeyse demirbaşları olan kurutulmuş çiçeklere döndü. Hem Özden çiçekleri severdi, eve her akşam çiçek getirirdi. Orhan, evde uyanınca Başka’dan başka çiçekleri bulduğu için bu kez de onlara sarıldı. Hep de sıradan şeyleri sevdi, çiçeklerin de sıradan olanlarını severdi. Bunlar da Ankara’da kırçiçekleri, bozkır çiçekleriydi. Orhan, Ankara’dan ayrıldıktan sonra gittiği her yerde onları yaptı durdu. Atlardan sonra çiçekler en uzun yeri aldı onda. Atlar, çiçekler çoğunlukla önemli yapıtları olacaktır. Orhan gözlemci yönünü İspanya’da da sürdürmüştür. Yığınla boğa güreşi resimleriyle dönmüştü. Velaskes kopyası bu ustalığının iyi bir örneğidir.
Ev içleri resimleri İstanbul’da da yakasını bırakmayacaktır. Elmadağındaki evinin pencerelerini, balkonlarını, sabahtan akşama kadar güvercinler, kumrular doldururdu. Odalara bile sokulurlardı. Bu evde de yığınla kumru, güvercin resimleri yaptı Orhan. Asıl mavi, siyah, beyaz da bu zaman paletine girdi diyebiliriz. Güvercinler, kumrular onun her şeyi oldu.
Ayvalık’ta denizle tanışacaktır. Ev içleri, avlu, bahçe denizle yer değiştirecektir. Burda da en yakınları onlar değil midir? Öyleyse onları yapacaktır. Orhan Peker’in bu yakın plan çalışmasını, gözlemci yönünü böyle özetleyebiliriz.
Orhan Peker bir nesneci, bir ölüdoğacı olduğu kadar, kurdun kuşun da ressamıdır. Bu böyle olmakla birlikte kediler bir yana, genelde hayvanlara yanaşmazdı. Bu bütün hayvanları sevmesine karşın böyleydi? Bodrum’da bir gün bizim evden çıkarken rastladığı iki ineği görünce hemen gerisin geriye dönmüştü.
— Sen hayvanları seversin, niye korktun? dediğimde de: Ben severim ama, bakalım onlar beni sever mi? dedi.
— Ben severim ama, bakalım onlar beni sever mi? dedi.
En sevdiği hayvanlar kuşlardı ama, mandalar da (pek çok manda resmi yapmıştı) çok ilgilendirirdi onu. Keçilere, eşeklere ise bayılırdı. Yalnız hayvanlar değil, kolay kolay insanlara da yaklaşmazdı o. Yaklaşması da yer sarsıntısı gibi bir şeydi. Yeni tanıdığı bir insana kavga etmeden yanaşmaz, onunla dost olmazdı. Böyle bir insanın bir ölüdoğacı olması gerekirdi değil mi? Hep o sessiz, dilsiz dünyayı çizmesi gerekirdi. Hayır pek öyle olmadı. Korktuğu hayvanların da resmini yaptı.
İnsanlarla zor anlaşmasına karşın, özellikle Ankara’da tanıdıklarının pek çok portresini yaptı. Ama bunların içerisinde bir tanesini ayrı tutmak gerekiyor, o da Aşık Veysel portresi. Büyük yapıtlarından birisi de odur. Aşık Veysel portresine bağlılığının nedenlerinden biri, sanırım Veysel’in körlüğü, sessizliği, kendi halinde biri olmasıdır. En çok da körlüğü elbet. Bu yüzden Orhan Peker ona kolaylıkla yaklaştı. Saygıyla, güvenle. Kalem’de (Kalem, ünlü lokanta, Mehmet Kemal işletiyor) geceleri ona kolayca yaklaşabiliyordu. Yanı başında oturarak, ikisi de hem rakılarını içiyorlar, hem konuşabiliyorlardı. Sustuklarında da rahatça onu çiziyordu. Portre onun büyük tutkularından biriydi de. Eşlerinin onca resimlerini yaptı ama, gene de yaklaşamamazlık egemendir. Bunu bildiği için olacak Aşık Veysel bir yana, onlardan söz etmezdi. Ama portre yapmayı çok mu çok isterdi.
Evinin dışında resim biterdi onun için. Dışarısı, dışarıdaki dünya resim için değildi. Dışarısı, dolaşacağı, insanlar göreceği, eğleneceği, içeceği bir yerdi. Yaşamakla, resim yapmayı karıştırmazdı. İkisinin arasına kalın mı kalın duvarlar koymuştu. Bu yüzden ne hocası Bedri Rahmi gibi cebinin her yerinde kalemler, defterler taşır, ne de dışarıdaki dünyaya resim gözüyle bakardı. Sokağa ressam Orhan’ı eve kapatıp çıkardı. Hem üstünde hiçbir zaman kalem de bulunmazdı, gerekince (o da tanıştığı birinin telefonunu, adresini yazacaksa) ondan bundan isterdi. Dışarısını yok sayması, varlığına aldırmaması daha çok içine kapalılığından geliyordu. Sıkılgandı. Bir sokağın önünde elinde boyalarla oturamazdı. Bodrum’da bir dükkanın ön cephesini boyamaya kalktığında ecel terleri dökmüştü. (Mavi bar. O zamanlar butikti, bir arkadaşınındı.)
En sevdiği ressamlar Picasso, Morandi, Kokoschka, Yves Klein’dı. Kokoschka’nın bir kopyasını yapmıştı, Kokoschka da kopyayı sevdiği için ona imzalamıştı. Yves Klein’le bir arkadaşlığı da olmuştu. O da onun gibi tek renkçiydi. Bu yüzden onu ağzından düşürmezdi. Yves Klein ona küçük bir mavisini vermişti. Orhan Almanya’da zor durumda kalınca, onu satarak bir zaman daha orada kalabildi. Morandi’de sevdiği ise onun tek konuyla, şişelerle yetinmesiydi. Böyle bütün bir yaşamını tek konuya vermiş ressamlara saygı duyardı. Morandi adı onun ağzında en geniş anlamı alırdı. Sonra Avni Arbaş’la Cihat Burak’ı severdi. Avni’de ustalıktı sevdiği, Cihat’ta ise resmi bilmezmiş gibi görünmesiydi.
Orhan Peker ressam olarak, buraya kolay kolay da gelmedi. Her ressam gibi o da öğrenilmesi gerekeni öğrendi. Ama birçok ressam gibi öğrendiğine bağlanmadı. Öğrenmeyi sürdürdü ama, bu kez hem şimdiye değin öğrendiklerini, hem de her gün öğrenmekte olduklarını yıkarak sürdürdü. Özellikle Aşık Veysel portresiyle başlayan evresinde o artık bütün bildiklerinin üstünü çizecek, eline de fırçayı yeni alıyormuş gibi davranacaktır. Bundan sonra artık onun resmi yeni bir kimlik kazanır olacaktır. Onun resminin büyüklüğünü ben yalnız, ama yalnız buraya bağlayabilirim. Resim tarihindeki yeriyle saptamaya kalkarsak, bir figüratif dışavurumcudur o. (Buraya geleceğiz). Soyut çalışmalara hiç girmedi, bir gerçekçi olarak başlamıştı, öyle kaldı.
Orhan’ın bütün resimlerinde, insan, hayvan, ölü doğa resimlerinde olsun içten içe hep bir yalnızlık acı göze çarpar. Bu en aydınlık resimlerinde de vurur. Hüznü, acıyı kazmaya gelmiştir sanki. Bu ilk anda vurmaz, yavaş yavaş işler insana. En sonra vurur. Çocukların, hayvanların, nesnelerin yüzünden bir bırakılmışlık, bir hüzün, bir yalnızlık vurur. Bunun için daha çok karayı, kahverengiyi, koyu renkleri seçmemiş midir? Mavi de, beyaz da, kırmızı da (ki bunlar son resimlerinde görülür daha çok) özellikle hüznün, elekten geçirilmişi gibidir.
İlk resimlerinde yüzeyci, lekeci, grafikçidir Orhan. Ayrıntıların ressamı değildir: Yüzey, leke yeter ona. Çizgi erimiştir, yok gibidir. Ya da çok altlardan başını çıkarır, seslenir. Bütün renkçiler gibi çizginin böyle bir yeri vardır onda.
Kalabalıklar, pazar yerleri, alanlar, çarşılar, sokaklar yerine tek tek insanlar, tek tek hayvanlar, nesnelerdir ilgi alanı. Ev tek bir evdir, sokak bir başka sokağa kesmez. Nesneleri, hayvanları ne denli yan yana yapsa da, yine de bir başlarınadırlar. Kalabalığa karışmazlar, yerlerinden yakınmazlar, durukluğu daha bir yeğlemişe benzerler. Onda nesneler, hayvanlar nerdeyse statiktir. Durgunluğu, onu saptamakla yetinirler. Devimi dondurmuştur, ya da devim öyle vardır onun için. Yeryüzü bir kitaba başka türlü nasıl girer? Böyle bir kitaptır onun bize bıraktığı: Bir dünya gözlemcisinin kara sevdalı kitabı.
Dışavurumculuk Peker’in resminde başlangıçtan beri ağır basmıştır. Bu ilk resimlerinde daha çok çizgilerde, lekelerde bellidir, renk daha egemen değildir. Ya da bu tek renktir. Orhan Peker tek renkçiliğin adamakıllı tadını çıkardıktan sonra, çok renge döner ki, bu da orta döneminde, özellikle de son resimlerinde görülür. Böylece dışavurumculuk bütün bütün belirginleşir. Atlar, çocuklar, kapılar, duvarlar, horozlar, çiçekler, güvercinler, kediler böyledir. Ama Ayçiçekli Kız ile Horozlu Çocuk, Kedili Duvar, Gramafonlu Kedi, Yeşil At, Atlı Araba’larda vurucu, atak, çarpıcıdır. Bundan önceki resimlerinde renkler böylesine bağırmaz, çarpmaz, coşturmaz daha çok tek renk çağı resimleridir bunlar. Tek renk egemendir (siyah). Kargalar, ütüler, mandalar, itfaiyeciler böyledir. Çarpıcılık seçtiği nesnelerden vurur. Kürek, Kapı, Duvar resimleri bunlara en iyi örnektir. Dışarıda peyzajı görmezdi ama, bir kediyi, bir sandalyeyi, bir pabucu, bir küreği, masayı, pencereyi, kapıyı görüverirdi. Giderek bunlar da elbet boyutça renkçe, çarpıcı, şaşırtıcı olacaktı. Bir kezinde bana sapsız, eski mi eski, kocaman mı kocaman, küflü, ağır, şimdiye değin pek görmediğim bir kazmayı armağan olarak getirmişti. Resim, yontu diye onun resmini yapmadı ama, bu nedensiz de değildi, kazmayı yeterince yontuydu, resimdi, bu yüzden onu yeniden varetmeyi gereksiz buldu. Dışarıda ilgilendiği, yıkık dökük, büyük duvarlar, kapılar, gereçler, nesneler olmuştur hep. Ama bunları aramak için çıkmazdı. Rastlamak yeterdi. Onlara dünyanın en güzel resimlerinden, yontularından birine bakar gibi bakardı. Şaşırtıcılık onun yapısında da vardı. Biriyle karşılaşacaksa, ilk bu yönü vururdu onda. Tek renklilik de öyleydi. Giydiği nesneler lacivert, siyah, kahverengi olmalıydı. Beyaz gömleklerini bir yana bırakırsak, hep koyu şeylerdi giydiği, taşıdığı şeyler. Büyük bir coşku, çarpıcılık, kıvanç, şaşırtıcılık bulurdu tek renkte. Bir kezinde uzun bir sopayı siyaha bandırıp duvarına asmıştı.
Orhan Peker’in İtfaiyeciler, Atlar, Kediler, Mandalar, Çiçekler, Güvercinler gibi, bir de Balıklı Çıplaklar dönemi olmuştur. Bu dönemi gerçi çok uzun sürmemiştir ama, onun çok değişik bir çağıdır da. Bunların büyük bir bölümü mavi, pek azı da kahverengiydi. Bunların epeyce de baskılarını yaptı. Şaşırtıcılık özellikle bu resimlerinde daha da vurur: balıklar kadınlara saldırı bunlarda. Kadınlar devimsizdir ama, balıklar canavarlaşır hep. Tek bir çıplak kadına iki üç azman balık birden saldırır. Bu çıplaklar hep de etli butludur. Balıklar da acımasız, korkunç, kösnül. Esat’taki o küçük çatı katında Balıklı Çıplaklarla epeyce cebelleşmiştir. Yalnızlığının, bekarlığının ürünleridir bunlar, daha çok da yalnızlığının. Erotik çağıdır bunlar Peker’in. Bir daha da geri dönmemiştir bu dönem. Öte yandan, bu çağa, Atlara geçiş evresi diye de bakabiliriz. Sanki büyük yapıtları olan Arabalı Atlara hazırlıktı bu dönem. Tek tek atlara döndüğündeyse renk birden çarpıcılaşır, çığlığa dönüşür. Özellikle de Atlar artık salt baş ile boyundan kurulur olur. Gözler en çarpıcı yerini alarak sürer. Bu arada torbalar da sıraya girer. Hem de atın bütün başı torbada kalarak. Değil mi ki torba da sıradan, acayip, şaşırtıcı bir nesnedir. Öyleyse resim olmak için daha ne ister. Atlarda bu çarpıcı özellik plastik olarak şaşırtıcıdır. Bunlar Peker’in yarattığı biçimlerdir. Çok kendine özgü biçimlerdir. Bir örneği gösterilmez: Öylesine özgün, değişik vurucu, yalın. Dışavurumculuk yeni bir anlam kazanır.
Büyük bir görkeme dönüşür.
Orhan Peker’in Aşık Veysel portresinin yanına Aliye Berger, Ragıp Buluç portrelerini dışavurumcu örnekler olarak katmalıyız. Buluç Portresi Aşık Veysel’le aynı boyuttadır. Bu portre de onun hem önemli yapıtlarındandır, hem de onun sevdiği bir portredir. Aşık Veysel yapıtı ne denli yabansı, buruk safçaysa; Ragıp Buluç resmi o denli heyecan vericidir. Ali Berger portresi ise bir çığlık, bir yangındır sanki. Asıl da bir renk cümbüşü. Orhan’ın sıkılganlığını düşünürsek portre yapmak onun tavrına ters düşerdi denebilir. Portresini yapacağı kişiyi yalnız tanıması yetmezdi, onu bir elma gibi görmesi, karşısında da öyle durması gerekirdi. Karşısına da öyle oturması gerekirdi. Çok iyi tanıdığı çoğu zaman ters de düşerdi. Benim portremi çok yapmak istemişti, yüzümün buna çok elverişli olduğunu söylerdi, ama buna ne o, ne ben tam olarak yanaşmadık. Ben önce bir elma gibi duramazdım, o da bana bir elmaya bakar gibi bakamazdı. Bir resim karşısında olduğumuzu unuturduk çünkü. Orhan’ın yaptığı portreler içinde karakalem köpekli bir Atatürk resmi de vardır ki, bunda Atatürk’ün çok özel bir yönünü yakalamıştır, büyük bir resimdir benim için o.
Kimi yaratıcılar yeryüzünün bir yerini, ya da bu yeryüzündeki bazı hayvanları, bazı bitkileri, bazı insanları bölüşmüşlerdir. Dahası, onları parsellemişler, sahip çıkmışlar, üstlerine yazdırmışlardır. Bu yeryüzündeki bazı renkler, bazı biçimler, bazı çizgiler onlarındır. Öyle peyzajlar vardır ki onlara Cézanne’ın, Bonnard’ın, Van Gogh’un deriz, Orhan Peker’de geçirmişitr: Böylece de kimi çiçekler, kimi kapılar, kimi duvarlar, bir kürek, bir şişe, bir ütü, bir kuş, bir kedi, bir dağ keçisi yalnız onundur.
Ben yeryüzüne, yeryüzünün bir parçasına bakarken, böyle bir Peker’lik nice şeyler görürüm. Onun evreninden bu yeryüzüne saçılmışlardır. Onlarla olmak, bu yeryüzünün neresine olursa olsun, onların yaratıcılarıyla olmaktır.
Orhan’ın yaşamı gözlerine vurmuştur. Öte yandan, bu gözlerden vuran ise yalnız ve yalnız hüzündür. Bu yüzden onlara göz olarak bakmadan önce hüzün diye bakmalı. Bunca yalnızlığı, hüznü bu gözler nereden toplamıştır diye düşündüğümde, öyle kolay kolay bir yere oturtamadım. Bir eşraf oğluydu. Akademide okudu, dünyanın birçok yerlerini dolaştı. Para sıkıntısını pek bilmedi. Ana-baba, kardeş sevgisinden yoksun yaşamadı. Ona nerden geliyordu bu hüzün? Yaşamayı hiç bırakmamacasına severdi. Dünyada olmak, ona öyle büyük mutluluk vermezdi demek zordur. Yaşamaktan yakınmazdı. Yalnızlığı da kötülemeye yanaşmazdı. Ondan acı bir tat alırdı. Bunu kendi isteğiyle yaratırdı. Neydi bu gözleriyle birlikte ilk vuran hüzün? Dedim ya kolaylıkla hiçbir yere koyamıyorum bunu. Ama hüzün onda insanı sıkan, umutsuz bırakan bir bun değildi. Çok sıcak, çok insanca bir şeydi. Sanki bu yeryüzünün bir ortak şeyiydi de bizim adımıza taşıyordu onu. Dahası, sanki kendisinin değildi, dünyanın bir malıydı. Hüznü taşıyan bu gözler kocamandı. Gülmez miydi bu gözler? Hem de bal gibi gülerdi. Hem herşey onlarda belirirdi ilkin: Coşku, aşk, kavga, dostluk. Onda gözler böyle bir şeydi. Gözlerinin, hüznünün hemen arkasından gelip vuran yüzüydü. Söbüydü yüzü. Söbü ve dolgun. Kara kaşları, kara bıyıkları, saçları yüzüne onun çok istediği ağırbaşlılığı hemen verirdi ama, bu onun yüzünün bir yapısı değildi de. Bir coşku adam olduğu için bunu ağırbaşlı, duru olan yüzü değişikliklere açıktı. Birden parlar, kararır, yine istediği biçimi alabilirdi. Yüzünün üyeleri yüzüyle çatışmazdı, tamamlardı onu. Kalın dudaklıydı, kalın dudaklı ve kösnül. Yüzünün bu üyelerinin ardından hemen vücut yapısı, boyu gelirdi. Kısa boyluydu, tıknazcaydı. Ama kısa boyluluk pek batmazdı onda, yapısına uygun düşerdi. Bir pehlivan elliydi. Vücudu da buna pek karşı çıkmazdı. Enikonu esmer tenliydi. Saçlarını öyle pek uzatmaz, ama favoriler bırakmayı severdi.
Orhan dıştan böyleydi. İçine eğildiğinde bir yanardağ ağzıyla karşılaşacağınızı sanırdınız. İçi içine sığmazdı çünkü. Çoğunda içini boşaltmak, püskürmek, lavlar saçmak isteyen o yanardağlara benzerdi. İçi öylesine doluydu ki, dışarıdan hiçbir şey alamadan, hep böyle dışarıya vererek, daha binlerce yılı yaşayabilirmiş gibi gelirdi. Büyük yangınlar, seller, fırtınalar, yağmurlar ülkesiydi içi. Sorun nedir bilemeyecek bir vücut yapısı vardı. Ama onu yıldırımlara, rüzgarlara, dolulara tutmak, onlarla yıkamak, çarpışmak için büyütürdü. Vücudun yeri böyle bir şeydi onda. Hiç de dinlendirmeye, hava almaya sürmezdi. Hep ayakta taşırdı. Böylece bu vücut hemen hemen denizleri, güneşleri, suları, gölgeleri, sıcakları, pek tutmaz, hem koşu halinde, hep koşulmuş olarak yaşardı.
Sanki yeryüzü görünürleri Orhan’ı sevindirmezdi. Dışarıda pek bir şeye bakmazdı, başını hemen bir çatının altına sokmayı severdi. Vücuduna verdiği bunca yüke karşın, onu iyice bezemesini bilirdi. Deniz kıyısına bile boyun bağla, ya da açık kolalı, beyaz gömleklerle gider, gömleğinin kollarını sıvamaz, güneşe yarım yamalak tutmak yeterdi. Sımsıkı giyinirdi. Onu bütün yaşamında, dağınık, özensiz hiç görmedim. Korkunç özenirdi giyimine.
Bir yerlerde pek kalamazdı. Sıkardı evinin dışında heryer. Yalnız meyhanelerde, evinin dışında, bir oralarda rahat ederdi. Yürümeyi, dolaşmayı pek sevmezdi. Niçin yürüsündü? Evin içindeydi: sandalyeler, koltuklar, yataklar, tabaklar, ütüler, kuru çiçekler, aynalar, sobalar, kediler, pencere; pencereden gördüğü bir kuş, bir at, bir itfaiye eri, bir duvar, bir kapı, bir kürek yeterdi ona. Dünya böyle bir şeydi. Bu dünyaya gelen bunları yapsındı daha ne isterdi. O ressam olarak yaratılmıştı, bu yüzden Turizm Bakanlığındaki işini saymazsak, hiçbir iş tutmamıştı. Bu dünyadaki işleri düşünüyorum da hiçbiriyle onu bağdaştıramıyorum. En başta öğretmenlik yapamazdı, ne Akademide ne de herhangi bir okulda. Bir büroda grafik ya da afiş belki çalışabilirdi ama, orada karışan görüşen olmamalıydı. İstediği şeyi yapmalı, istediği zaman da girip çıkmalıydı. Böyle bir yerde olamazdı. Turizm Bakanlığındaki işi rahattı ama işine öğleden sonraları giderdi. Birçok kez işine geç geldiği için uyarılmıştı, aldırmamıştı buna. İşine son verilince de iyice içerlemişti. Dünyaya zaten resim yapmaya geldiğine inandığı için herkesin de bunu anlamasını isterdi. Yalnız anlaması değil, o resim yaptığı için Devlet ona bakmalıydı da, ondan başka bir şey istenmemeliydi. Bir gazetede çalışamazdı, gireni çıkanı çoktu. Kısaca, bir ressam ancak ressam olabilirdi. Çok onurluydu. Bu yüzden işten atılışını uzun zaman yediremedi kendine. Parasını atıp sevmezdi. Hayattan korkardı. Zaten evinin, odasının dışına düşman gözüyle bakmaya alışmıştı.
Yine bu yüzden pek az arkadaşı oldu. Bunların başında Fikret Otyam gelir. Bedri Rahmi, Turan Erol, hem ressam hem insan olarak sevdiği kimselerdi. Ama tek arkadaşı yine de Fikret Otyam’dı.
İşinden ayrıldıktan sonra salt yaptıklarıyla geçindi. Az kazanırken neydiyse, yaptıkları para etmeye başladığı zaman da oydu. Güzel bir lokantada yemek yemeyi severdi ama, seçtiği yemek değil, lokantaydı. Tabağında yemek kalırdı hep. Yaptıklarından, onların değerinden öyle pek kuşkulanmazdı. Güvenliydi. Umutsuzluğu pek yaşamamış gibiydi. Picasso onu resminden çok dünyaya koyduğu tavrı, yaşamı, serüveniyle, enikonu ilgilendirirdi. Bir canavardı o. Kendine yakın bulurdu onu. Arkadaşlarını severdi. Parayı kolay kolay harcamazdı ama, resimlerini karşılıksız tanıdığı, tanımadığına rahatça verebilirdi. Yalnızlıktan hoşlanmazdı çoğun yeğlediyse yine oydu. Kendi başına rahatça içerdi. Büyük ayrılıklar geçirmemişti ölümüne değin. Öylesine içerdi ki ertesi gün kalkamayacağından hep korkardık. Böyle gecelerde sabahleyin onu korkarak görmeye gittiğimde, demir gibi ayakta olurdu. Son olarak kendini iyiden iyiye güvercinlere vermişti. Evi zaten güvecinlerle doluydu. Güvercinler balkonun kapısından içerlere değin giriyordu. O da boyuna onları yapıyordu. Hastaneye yattığını, uzaklardan telefonda aradığımda:
— Ben iyi değilim, sarılık değilmiş hastalığım, ameliyat olacağım, ama temben kendimi iyi hissediyorum, dedi.
Sesi iyiydi, bu vücudu bir türlü çürütememişti, onun için güvenliydi. Ölüm de ne oluyordu! Hiç usuna getirir miydi, hiç getirmemişti ki, bu dünyada yapılacak nice şey varken. Ama o vücut ona bu kez:
— Benden bu kadar, diyordu.
Bu yazı 4 Kasım 1994’te Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde açılan “Ressam Orhan Peker” sergisiyle eşzamanlı yayımlanan kitabın metnidir.
