Heidegger, ‘’varlık ve zaman’’ da sürekli olarak, bireyin kendi gerçek potansiyeline yabancılaşma tehdidi altında olduğu bir durumu anlatır. Bu yabancılaşma, varoluşu ”düşüş” olarak nitelemesinin sonucudur. ”onlar’ın gündelik kamusallığı.. bütün o barizliğiyle varoluşun ortalama gündelikliğine sükunet verici bir özgüven ‘’evde oluş’’ getirir demesiyle sonuçlanır. Bunu daha yalın bir dile çevirecek olursak, en geniş anlamda dışarıda ‘’kamuyla karşı karşıyayken’’ sürdürdüğümüz banal ve yüzeysel hayat, yabancılaşmış varlıklar olduğumuz bilgisini bizden gizler ve dünyada kendimizi ”evde” hissetmemizi sağlar.*
İnsanların yaşamlarında karşılaştıkları olağan durumlar ve kurdukları iletişimler, bütün karmaşıklığı ve telaşı bir kenara bırakarak, varoluşlarının temel bir parçası haline gelir. Bu durum, “bütün o barizliğiyle varoluşun ortalama toplumsallığına” işaret ederek, sıradanlığın kendi içinde bir anlamını taşıdığını ve yaşamın basite indirgendiğinde de değerli olduğunu vurgular.
Fırat İtmeç, geçmişte yapmış olduğu sergilerinin devamı niteliğinde “Sanat, Aşk ve Varoluş Krizleri” başlığını taşıyan solo sergisinde otobiyografik bir deneyim sunarak, en mahreminde izleyiciyi ağırlar.
İtmeç’in çeşitli personaları ile karşılaştığımız sergi, bir çift gözün dikizlediği bir eşikte başlar. Sanatçının atölyesine bakan bu gözler ile sanatçı, varoluşunu mahremiyetinin sınırlarının çizilmememesi şeklinde yansıtır.
Çocukluğunun temelinde yatan, en kişisel anlarda bile peşini bırakmayan, aile konuşmalarına şahitlik etmiş, 90’lar da çok meşhur olan toplum dayatması bir Amerikan posterinden ilhamla yapmış olduğu resimler duvarda yerini alır. Dayatma sistemini tiye alan İtmeç, protest tavrını bugünün normaliymiş gibi aktarır. ‘’Sanatçı,’’ iki duvar arasında bile özgür olmadığımızı yüzümüze vurmaktadır. Sürekli üretmek zorunda olma algısı varoluş krizine dönüşüp, “şayet gerçekten ‘yalnız’ olunabilinseydi, bu krizler de yalnızca varoluşsal olabilirdi” der gibidir.
Toplumun, kendi kültürel idealleri uyarınca bireye dayattığı engellemelerin çekilmez hale gelmesinin çeşitli sonuçlarını ucu açık metaforlarla izleyiciye sunar. Toplumun içerisinde kendini varetmeye çalışırken ordan oraya savrulan bireyin bazen tek kaçış noktası maneviyat arayışıdır. Böyle bir arayış içerisinde kişi çeşitli bölümlenmelere maruz kalabilir. Ruhsal yaşamımızın kimi parçalarının, algılarımızın, düşüncelerimizin, duygularımızın sanki yabancı ve “benliğimiz”e ait değilmiş gibi göründüğü sıklıkla karşılaştığımız durumlarla vardır. O halde benlik duygusu da bozukluklara açıktır ve benin sınırları sabit değildir.** Ben duygusunu içselleştiren inanç üzerine fikirler de sürekli ve zamanla değişir, akışta maruz kaldığımız her şey zamanla bambaşka bir hal alır. Çünkü geçen zaman beraberinde kişiyi uyum sağlamaya ve algıyı her yeniliği kabul etmeye zorlamaktadır. Toplum dayatmalarını kabul etmediğimiz noktada ise sadece kendi doğrularımızdan var ettiğimiz mabedler inşa ederiz. İtmeç’in mabed olarak tanımladığı alan, inançlarımızın sürekli sorgulanması gerektiğini ve “ben”in sınırlarının değişime açık olduğunu izleyiciye hatırlatır. Mabedin bir ön mekânı ise durmamız anları anımsatan bir antre görevini üstlenmektedir. Akış içerisinde ne kadar uyum sağlayabildiğimiz ve küreselleşen dünyada, her fırsatta hayatımızın her yerine sızan, zihnimizin arka planında sürekli olarak hareket eden şeylerin tamamının, sanatçının kişisel yaşamına tezahürü niteliği taşımaktadır. Toplumun kitlesel talepleri bireylerin isteklerine zıt düşer. Sonuç olarak içgüdüler karakterleri oluşturur. Uygarlığın yapısı, içgüdülerden vazgeçme ilkesi üzerine oturmuş bastırma, geri itme gibi etmenler üzerine kurulmuştur.
Personalar arası geçiş yaptığımız mekânda en temel ihtiyaç olan yemek kültürü İtmeç’in en keyif aldığı personalarından birisi olan aşçı kimliği sanatı ile bütünleşir. Balık üzerine uzmanlaşan personasına karşılık, bilinçaltının derinliklerinde yatan yemek kültürünü gözler önüne seren sanatçı yemekle kurduğumuz bireysel ilişkiyi sorgulamamızı ve tüm bunların yanında, hiyerarşik olmayan bir sanat ve etkileşim düzleminde herkesin eşit olduğunu ve aynı güdüye sahip olduğunu yansıtmaya çalışmaktadır.
Görülmek bakan göze bağlıdır. O halde var olmak yerini görünür olmaya bırakınca insan varoluşunun kararını da ona bakan gözlerin bakışına bırakmış olur. Yani kendisi değil dümende başkası oturmaktadır. Mücadele de tam anlamıyla burada başlamaktadır. Dümende olmak uğruna verilen savaş aykırılık olarak yorumlanarak, toplumun dayatmasının karşısında sanatçının normali dikiz halindeki izleyicinin hayretini sahiplenmektedir.
Fırat İtmeç’ in 16 Kasım 2024’e kadar Martch Art Project‘’te görülebilecek “Sanat, Aşk ve Varoluş Krizleri ’’ başlıklı solo sergisinin metnidir.