Yeni koronavirüs salgınına karşı mücadelede en etkili yöntemlerden birinin evde kalmak olarak açıklandığı günlerden bu yana faaliyetlerin hızlıca çevrimiçi ortama kaydığını gördük. Bir anda ortalığı kaplayan çevrimiçi konuşmalar, konserler, sergiler, erişime açılan filmler ve arşivler…
Dijitalleşme yeni bir olgu değil tabii ki. İnternet hızının giderek artması, internete erişimin ucuzlaması ve sosyal medya kanallarının artık internetin kendisine dönüşmesi son on yıldır tartıştığımız konular.
Bu on yıllık süreç boyunca “eski usul” yöntemler ve dijitalin birbirini tamamlayacağı; konsere gitmek, sergi gezmek, sinema salonunda film seyretmek gibi fiziki mekândaki deneyimlerin önüne geçilemeyeceği görüşü hakimdi. Birçok sanat kurumu için de dijitalleşme benzer bir “tamamlayıcı” işlev görüyordu. Salgının en büyük etkilerinden biri de daha zamanı var denilen dijitalleşme çalışmalarına büyük bir ivme kazandırması, en azından dijitalleşme konusunda kurumları cesaretlendirmesi oldu.
Neredeyse içerik doygunluğuna ulaşılan bu sürecin sonunda son üç ayda gördüklerimiz üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Kurumların çevrimiçi içerik üretmesi, çevrimiçi içerikler açısından ortalıklar kurulması, çevrimiçi sergiler ve arşivlerin çevrimiçi ortama aktarılması başlıkları üzerinden ele alacağım. Tabii ki bunların birbirinden ayrı değil, iç içe geçen başlıklar olduğunu da not etmek gerek.
Fiziki mekânlar açılsa da “yeni normal”in kuralları nedeniyle eskiye hemen dönemeyeceğiz. Sanat kurumları çevrimiçi ortamla aralarındaki buzları kırdı. Ancak dijitalleşme ve çevrimiçi ortamda çalışma özümsendi mi?
Kurumların dijital içerik üretmesi
Facebook’un dünyaya açıldığı ve akıllı telefonların yaygınlaşmaya başladığı 2007 yılını dijital iletişimin milatlarından biri olarak sayabiliriz. Sanat kurumları açısından da bu dönemde çevrimiçi kanallar kamuyla iletişim açısından etkili bir araç oldu. Bu süreç bir yandan da ziyaretçi sayılarını ve görünürlüklerini artıran güncel sanat mekânlarının yükselişiyle paralel gerçekleşti.
2015 yılında Web 3.0 tartışmalarının yoğunlaşmasıyla dijitalleşmeye dair bakış açısı değişti. Algoritmik akışın ortaya çıkması, bireysel içerik üreticilerinin güçlenmesi ve anlık içeriklerin doğuşuyla kurumlar açısından dijitalleşmenin anlamı da değişti, değişmek zorunda kaldı.
Bu noktada birçok kurum bu hızlı dönüşüme adapte olamadı. İlk dönemde kurumlar çevrimiçi alanlar ve özellikle de sosyal medyayı PR çalışmasının bir parçası olarak ele alıyordu.
Sosyal medya kanalları yeni üretimlerin duyurulma noktasının dışına pek çıkmıyordu. Ancak ikinci dönemle birlikte çevrimiçi alan kendi başına bağımsız bir mecra olmaya başladı. Tabii ki halen çevrimiçi alanı ilk dönemdeki gibi kullanan kurumlar da var, iki yaklaşım arasında sıkışıp kalan da.
Savaşlar, salgın hastalıklar, kısaca türlü musibetler insanlığa büyük zararlar verse de bazı teknolojik gelişmeleri hızlandırıyor. Son iki ayda birçok kurum bu dönüşüm virajını bir anda almak zorunda kaldı. Sosyal medya platformlarındaki canlı yayınlar, online sergiler bir anda hesap akışlarımızı doldurdu. Demek ki yapılabiliyormuş, bunu gördük. Ancak iki soru ortaya çıktı.
Birincisi, bu içerik patlaması yeterli etkiyi oluşturdu mu? Bu dönemde sadece izleyici olarak katıldığım, bazılarında sunum yaptığım ya da başka şekillerde parçası olduğum birçok çalışmanın yeterince etkili olmadığını gördüm. Bir yandan çevrimiçi ortam daha önce pek ulaşılamayan bir kitleye ulaşmayı sağladı. Ancak amaçlanan çıktılara ulaşamayan atölyeler; yapılandırılmamış, gelişigüzel hazırlanmış konuşmalar ve basit teknik sorunlar birçok kullanıcıyı da bezdirdi. İçerik patlaması da bunun sebeplerinden biri. Salgın sonrası dönemde dijital içeriklerin yeterli etkiyi oluşturmadığı, bu nedenle eskiye dönmek gerektiği düşüncesi ortaya çıkarsa şaşırmamak gerek.
İkincisi de kurumlar ve çalışanları bu dönüşüme zihni olarak adapte olabildiler mi? Dijital okur yazarlığı yüksek genç çalışanlara hiç bu kadar ihtiyaç duyulmamıştı sanırım. Ancak kurumlar bu süreçte zihni dönüşüm gerçekleştirebildi mi? Alandaki çalışma pratiklerini, metotları içselleştirebildiler mi? İki aylık süreçte ulaşılamayacak bir hedeften bahsediyorum. Ancak bunu en azından düşünmeye başladılar mı, yoksa sadece trendlere uyum sağlamaya çalışan refleksif bir hareket miydi? Bu sürecin sonunda kaç kurumun sürdürülebilir bir politika oluşturabileceğinden emin değilim.
Kurumların dijital üretim açısından ortaklılar kurması
Türkiye’deki sanat kurumları çevrimiçi alanda çalışma yapan diğer paydaşlarla ortaklıklar kurma konusunda neden çekinceliler? Gördüğümüz kadarıyla kurumlar halihazırda kitlesi olan yayınlarla ortaklıklar kurmak yerine kendi kanallarına yoğunlaşıyor. Sosyal medya platformlarında kaç takipçi olduğu, kurumun Youtube kanalına kaç video yüklendiği halen eldeki tek metot olarak düşünülüyor. İki aylık süreç de bunu pek değiştirmedi. Kurumlar abone ve takipçi sayılarını birer “asset” olarak ele almaktan vazgeçmedikçe de bu değişeceğe benzemiyor.
Bunun kırıldığı ender örneklerden biri Google Arts and Culture programıyla yapılan ortaklıklar. Teknolojik altyapısı en güçlü platformlardan Google’la işbirliği yapmak bir yandan elzem görünüyor. Ancak bu süreçte Türkiye’deki online yayıncılarla işbirliği konusunda güçlü örnekler göremedik. İki tarafın da birbirini güçlendireceği, ortak değer yaratabilecekleri alan halen mevcut. Ancak kurumların bu “çekinceyi” üzerlerinden atmaları gerektiğini ve meselenin “alanı” güçlendirmek olduğunu vurgulamak gerek.
Dijital sergiler
2000’li yılların başındaki çevrimiçi sergiler yeni bir sergileme düşüncesini akılların bir yerine yerleştirse de teknolojik altyapı sorunları bu sergilerin meraklı bir kesim içinde kalmasıyla sonuçlandı. Google Arts and Culture’ın eğitim ve erişilebilirlik amacı güden çalışmaları ve kurumlarla yaptığı işbirlikleri alanı genişletmiş oldu.
Ancak dijital sergi deneyimi bu süreçte de istenilen sonuçları vermedi. Dijital sanat eserlerinin bile fiziki ortamda sergilenmek üzere kurgulandığı bir sanat ortamında dijital sergi teknolojileri kullanıcı alışkanlıklarının gerisinde kaldı. British Council Türkiye’nin Duvarları Olmayan Müze çalışması ya da SALT’ın yakın zamanlı çalışmaları dışında Türkiye’de de örnekler göremedik.
Burada asıl sorun zaten dijital deneyimi yeni ve ayrı bir alan olarak konumlandırmak yerine fiziki ortamın bir uzantısı olarak görmek. Halbuki kullanıcıların çevrimiçi alışkanlıkları bambaşka bir noktada. Tek kelimeyle kötü inşa edilmiş 3D tasarımlar, meraklıları dijital sergi deneyiminden uzaklaştırmak dışında bir işe yaramıyor. Bir dijital sergi tasarımında ziyaretçi dostu olmak tek hedef olmamalı tabii ki, ancak kullanıcı deneyimlerinin kıymetli veriler olduğunu düşünerek hareket etmek gerek.
Arşivlerin dijitale açılması
Arşivlerin dijitalleşmesi ve çevrimiçi ortamda ücretsiz erişime açılması belki de bu sürecin en ilginç noktalarından birini oluşturuyordu. Getty Images ya da JStor gibi arşivleri dev bir ticari metaya dönüştüren kurumları bu tartışmanın dışında bırakıyorum. Ancak arşivi kamusal bir görev olarak ele alan kurumların arşivleri hızlıca dijitalleşmesi ve çevrimiçi ortama aktarması bize neler söyledi?
Türkiye’deki sanat kurumlarının ellerinde son yirmi yılda oluşturulmuş ve çoğu da dijital olarak bekleyen arşivler var. Salgın sürecinde gördük ki yıllar önce kaydı tutulmuş içerikler bir anda çevrimiçi kanallara aktarılmaya başlandı. Ancak bunları yayınlamak, paylaşmak ve yeni bilgi üretimlerine sunmak için ne bekleniyordu? Ayrıca, yeni sergilerin yapılamadığı dönemde arşivleri açmak ne anlama gelir? Bu noktada arşivlere nasıl bir anlam yüklemiş oluyoruz?
Arşiv tutmak, arşivleri dijitalleştirmek “yapılmazsa olmaz” iş kalemlerinden biri mi kurumlar için, yoksa üretilen bilginin potansiyelini artırmak için kullanılabilecek bir yöntem mi?
Dijitalin potansiyeli kullanılabilecek mi?
Sanat kurumları salgın dönemini acil sorunlarla boğuşmakla ve dijital çalışmalar yardımıyla “halen hayatta olduklarını” hatırlatmakla geçirdi. Ancak dijitalleşmenin ve çevrimiçi ortamda çalışma yapmanın henüz kurumların kimliğine sindiğini, özümsendiğini kolay kolay söyleyemeyiz.
Türkiye’de dijital okur yazarlığın pek yüksek olmadığını biliyoruz. Bütün sorunlarına rağmen geniş bir kesim için çevrimiçi deneyimler Facebook, Whatsapp gibi platformlarla sınırlı. Ancak aynı zamanda yeniliklere hızlı adapte olabilen, dijital potansiyellerin peşinde koşan bir kitle de var. Ayrıca güncel sanatta olmasa da tasarım, reklam ve teknoloji gibi alanlar dijitalde önemli adımlar attı. Yani sıfırdan başlamıyoruz.
Önümüzdeki aylar fiziksel ortamdaki çalışmalarla dijital çalışmaların birlikte işleyeceği bir süreç olacak. Yeni normal tartışmaları içinde sanat kurumları yollarını bulmaya çalışacak. Çevrimiçi ortamı aktif kullanan alanların tecrübeleri sanat kurumlarına da yol gösterebilir. Hemen, şimdi değil belki ancak bütün dünyanın dijitali artık yeniden ele aldığı bir dönemi kaçırmamak, bu süreci ivmelenmek ve yenilenmek için kullanmak elzem.
Ancak bu yol bulma sürecinde kurumlara düşen görev, çevrimiçi çalışma metotlarını, prensiplerini, teknolojilerini ve daha önemlisi de teknolojiyi kullanma yollarını özümsemek olmalı. Mücbir sebepler kurumların her zaman karşılaşabileceği engeller, Türkiye’deki sanat kurumları bunu son 10 yılda öğrendi zaten. Ancak Mücbir Sebepler ve benzerleriyle sanat kurumları nasıl başa çıkacağını halen bilmiyor.
SAHA Yazı Dizisi kapsamında 2020 yılının konuk yazarı Kültigin Kağan Akbulut tarafından SAHA Derneği desteğiyle yazılmıştır. Haziran 2020 www.saha.org.tr