Betül Aksu ve Memed Erdener’in ortak araştırma, sorgulama ve üretim sürecinden doğan “Ses Uyumu” dil ve kimlik ilişkisini ele alan çok katmanlı bir sergi. Hayy Open Space’in bir araya getirdiği sanatçıların diyaloglarını içeren ve Umut Altıntaş tarafından tasarlanmış sınırlı edisyon bir kitap da sergiye eşlik ediyor. Bu yazıda, oldukça çeşitli soruşturma olanakları sunan “Ses Uyumu” için Didier Anzieu’nun deri-ben kavramını rehber alarak bir okuma önerisinde bulunacağım.
Öncelikle, uzun soluklu ortak bir çalışmanın sonucu olan “Ses Uyumu”, bu ortaklığı yansıtır şekilde giriş katında sanatçıların arasındaki diyaloglardan oluşan bir kitap ve duvar yazısıyla izleyiciyi karşılıyor. Defter formunda tasarlanan kitap, büyük ölçüde boş ve çizgili sayfalardan oluşuyor. Ancak orta sayfalara yaklaştıkça Türkçenin gramerine ve eş zamanlı olarak kimliğe yönelik bir sorgulama ve bozuma uğratma süreciyle karşılaşıyoruz. Aksu ve Erdener’in arasında geçen yazılı diyalog esnasında, sayfa çizgileri giderek yön değiştiriyor ve sonunda tamamen tersine dönüyor. Tıpkı üst üste binen bir sohbet gibi, özneler arası geçirgenliği ve “öteki” ile “ben” arasındaki sınırların kırılganlığını hatırlatıyor.
“…Kendimi bu evrenin sakini hissediyor, sokağa çıkıyorum. Yolda ilk karşılaştığım kişi büyük harflerle şu soruyu soruyor;
– Nerelisin?”
Kitaptan alınan bu pasaj, Betül Aksu’nun alt kattan yukarıya doğru uzanan nereli eki işine dair bir çıkış noktası sunuyor. Sanatçı, doğduğu evden çıkıp sokakta karşılaştığı ilk kişiden yöneltilen soruyu (Nerelisin?) gramatik bir öneriye dönüştürüyor. Çizgisiz A4 boyutunda bir defterden koparılmış spread sayfalarda “Nereli? / Nereli değil?” sorusunun tüm şahıs zamirleriyle çekimlenmiş hâlleri sıralanıyor. Aksu’nun verdiği yanıtlar, çerçeveler içinde sergilenirken, izleyici merdivenlerden bu yanıtların eşliğinde yükseliyor. Üst katta, tam karşı duvarda Memed Erdener’in Her Kaza Bir Mucizedir sekizlemesi izleyiciyi karşılıyor. Aksu’nun cevaplarıysa komşu duvarlarda devam ediyor. Çizgisiz defter sayfaları ve kırmızı ip gibi unsurlar, sınırların esnekliğini ve kırılganlığına işaret ederken, Erdener’in kazazede figürleri kendilerini doğadan ödünç aldıklarıyla onarıyor ve yeni bir benlik inşa ediyor.
Bu esnada, ben sergide dolanırken Anzieu’nun deri-ben kavramı da zihnimde geziniyor. Deri-ben, metaforik anlamda benliği bir arada tutan, ona istikrar kazandıran, bireyleşmeyi ve karşılıklılığı mümkün kılan bir sınır olarak düşünülebilir. Tıpkı derinin bedeni çevrelemesi gibi, benliği de dış dünyaya karşı koruyan, tanımlayan ve anlamlandıran bir yapı sunar; psişik yapıyı kuşatır, içerir ve korur. Bireyin düşüncelerini ve duygularını bir arada tutarken, diğer yandan iç ve dış dünya arasında bir köprü görevi üstlenir. İlksel iletişimlerin kaydı burada tutulmaktadır ve duyular arası bağlantılar onun sorumluluğundadır. Ve nihayetinde bireyin kimlik kazanmasını destekleyen, toplumsal ile bireysel arasında arayüz işlevini üstlenerek “içeren-içerilen” ilişkisinin temelini oluşturur. Anlaşılabileceği gibi “Ses Uyumu”’nu gezerken deri-ben harika bir eşlikçi olarak zihnimde kendini çağırıyor. Sergiyi oluşturan iki seriye bu kez de onun bakış açısından bakarak katediyorum.
Aksu’nun nereli eki çalışması, olumlama ve olumsuzlama ekseninde bir “hem… hem…” ilişkisi kurarak deri-benin geçirgenlik ve aynalama işlevlerini düşündürüyor. Nereli sorusuna verilen yanıtlar tek tek Türkçede yer alan tüm kişi çekim ekleriyle, yani Türkçede yer alan tüm özne olasılıklarıyla çekimleniyor. Tüm bu özne olasılıkları; her biri ayrı çerçevede karşımıza çıkan yanıtlarıyla hem kendilerini tanımlıyor hem de tanımlamaktan kaçınıyorlar: Göçmen / Göçmen Değil, Vranofçalı / Vranofçalı Değil, İzmirli / İzmirli Değil, …. Dünyalı / Dünyalı Değil… Uzamsal ve dilsel sınırların ve aidiyetin sürekliliği her adımda sorguya açılıyor.
Dikkatimi çeken bir nokta ise bazı yanıtların “-li” ekini içermemesi oluyor. “Göçmen / Göçmen Değil” gibi ifadelerde, belirleyici unsur olan “-li” eki dışarıda bırakılıyor. Böylece özne, coğrafyaya bağlı bir kimlik tanımlamanın ötesine geçerek, varoluşunu yerleşik bir aidiyet üzerinden değil, aidiyetsizlik üzerinden kuruyor.
Sanatçının yanıtları, bir spiral gibi yükselerek, doğduğu evden uzaklaşıp ve yakınlaşarak ilerliyor, ta ki tüm tanımlar anlamını yitirene dek. Defter sayfalarına geçirilen kırmızı ip, başlangıç ve bitiş noktalarında (Nereli / Nereli Değil – Dünyalı / Dünyalı Değil) kayboluyor. Böylece hem olumlama hem de olumsuzlama aynı noktaya çıkıyor. Aksu’nun işinde deri-ben, duyusal ve uzamsal geçirgenliğiyle iç-dış arasındaki ikili varoluşu taşıyor.
Her Kaza Bir Mucizedir’de ise ruhsallığı bir arada tutan ama bütünlüğü tehlike altına girmiş deri-benlerin, iyileşmek için yapısal kodlarını terk ederek yenilenmiş, arttırılmış bir benlik inşasına yöneldiğini görüyoruz. Erdener’in, sekiz parçadan oluşan, her bir resmi Türkçedeki bir ünlü harfe adanmış serisi, kaza sonrası durumları betimliyor. Referans kitaplarından alınan ilk yardım sahneleri, iyileşmeyi simgeleyen yabani bitkiler ve kırmızıyla vurgulanan büyük ve küçük yazımlarıyla sesli harfler yer alıyor. Her harf, bir yaralanma ve iyileşme potansiyelini içinde barındırıyor. Ancak burada iki unsur dikkatimi çekiyor: İlki, onarım için yabani bitkilerin seçilmesi; ikincisi ise yalnızca sesli harflerin kullanılması.
Aksu’nun “Nereli? / Nereli Değil?” sorusuyla kurduğu dikotomi, ister istemez yabani bitki ile sesli harflerin karşıtlarını da akla getiriyor: Kültür bitkileri ile sessiz harfler. Doğal olarak ortaya çıkan yabani bitkilerin karşısında insan eliyle açılmış tarlalarda yabani bitkilerinin modifiye edilmesi üretilen kültür bitkileri… Ses yolunda engelsiz bir şekilde kendiliğinden insanın telaffuz edebildiği sesli harflilerin karşısında ise sesli harfin yardımı olmadan telaffuz edilemeyen ve tek başına ancak insanın icat ettiği alfabelerde bir imgelem olarak var olabilen sessiz harfler bulunuyor. Bu karşıtlık gibi Erdener’in kazazede deri-benleri için insanın geliştirdiği sargılar ve sedyeler yeterli olmuyor. Ötekine erişmek ve içermek adına yeni bir bireylik inşasına bu karşıtlık içinde erişmeye çalışıyor: Kendini aşması ve benliğini yenilemesi gerekiyor. Deri-ben ancak insan ötesi olana, doğaya yönelerek, ona katılarak ancak bir mucizeye ulaşabiliyor.
“Ses Uyumu”, dili, doğayı, bedeni ve mekânı iç içe geçirerek kurucu ve yıkıcı ilişkileri araştırıyor. Deri-ben ise bu kavramsal örgü içinde zihnimizi yaslayabileceğimiz olasılıklardan yalnızca biri. Hayy Open Space’te ziyaretçiyle buluşan sergi, aslen daha pek çok farklı okumaya açık. Sanatçıların işlerinin tek tek ve birlikte okunmaya elverişli oluşu, sınırlı edisyon kitabın tasarımı ve içerdiği diyalogların kendiliğinden bir sorgulama sunması bunu mümkün kılıyor. İzleyicisini çok yönlü bir benlik algısına, inşasına ve bozumuna odaklanmaya davet ediyor.