Türkiye’nin önemli çağdaş sanat topluluklarından biri olan Çıplak Ayaklar Kumpanyası yepyeni ve izleyeni derinden sarsan projesi “Taşıdıklarımız” ile sezonu uzun zaman sonra seyircisi ile göz göze gelebildiği Bergama Tiyatro Festivali’nde açtı. Portekiz’in önemli sanat yapılarından Eira ile ortak olarak, Francisco Camacho’nun sanat yönetmenliğinde hazırlanan çiçeği burnunda proje, Nisan ayında Moda Sahnesi’nin Sahneden Naklen yayınları içerisinde çevrimiçi olarak prömiyer yapmıştı.
“Taşımak” en basit tanımıyla, “bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere götürmek”… Yaşadığı coğrafyanın sıkışmışlıklarından beslenen Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın yeni projesi Taşıdıklarımız’ın, üzerine duyguları, yaşanmışlıkları, kaosu ve o göz alıcı dans performansını kattığımızda ise basit anlamından çok daha fazlası… Adını Ece Temelkuran’ın Kıyı kitabındaki “the things we carry” cümlesinden alan performans Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan’ın sahneye muntazaman dizdiği sayısız objeyi bedenlerine “giymesi” ile başlıyor.
Saplı süpürge, iş eldiveni, makrome, bilgisayar parçaları, kask, dantel örtü, su terazisi, PVC boru, gastronom küvet, eski fotoğraflar, mercimek ve fasulye dolu kavanozlar, ansiklopediler, tuğla, halatlar, ipler ve daha nicesini yükleniyor dansçılar. Bir hurdalıktan toplanmış gibi görünen, hiçbir albenisi olmayan ama “Taşıdıklarımız”ın yolculuğunu başlatan gündelik hayatın atıl malzemeleri bunlar. Mihran Tomasyan bu malzemelerin deposundan sahneye uzanış hikâyesini şöyle anlatıyor: “Çıplak Ayaklar’ın proje aşamasındaki mutfağı meşhurdur, sohbetli geçer, masanın üstü sürekli dolar. Masanın üstü dolmaya başladığı bir anda Francisco, masaya ıvır zıvır obje olarak neler koyabileceğimizi sordu. Benim de birçok şeyin bir arada durduğu dağınık bir depom var. Skalası çok geniş. Biz o depoya girip de depodan o gün bulduklarımızla ‘Taşıdıklarımız’ fikrine geldik aslında.” Postalcıoğlu ise o masada konuşulanları, “kökleri iki farklı şehre dayanan iki kültür bir araya gelince, birbirimizle karşılaşınca çevremizdeki/ülkemizdeki olan biten her şey için ‘bu nasıl?’ diye sormaya başladık. Yaşadığımız şeyleri anlatmaya başlayınca da bir anda yüklerden konuşurken bulduk kendimizi. Oradan da ‘yüklerle karşılaşma, yüklerle bir araya gelmek nasıl olura evrildi konuşmalar.’” sözleriyle anlatıyor.
Çalışmaya başladıkça müzik ihtiyacı onları Berke Can Özcan’a götürmüş. Saksılar, gazoz kapakları, anahtarlar… Biriktirdikleri ile çalışmayı seven bir müzisyen “Taşıdıklarımız” için biçilmiş kaftan sanki. Kendisinin de normal/bildiğimiz enstrümanlarla çalışmadığını söyleyen Özcan, ilk prova için “elimdeki ses çıkaran tüm gariplikleri sergilediğim bir gündü”diyor. Tüm bu uyum müziğin ve müzisyenin de diğer iki dansçı gibi performansın bir parçası haline gelmesine vesile olmuş. Yavaş yavaş koreografinin bir parçası olarak yer bulmuş kendine. Oyun sırasında dansçıların malzemeleri üzerlerine giymesine paralel, kendi biriktirdikleri ile sahnede bir müzik seti kuruyor Özcan. Benim izlediğim gösterimde başlarına gelen, müzik setinin bir anda yıkılması ve yeniden inşasını soruyorum; “Bu oyun aslında o kaza riskiyle evriliyor” diyor Tomasyan. “Sahnede fiziksel olarak taşımaya çalıştığımız çok şey var. Bazen bir şeyler düşüyor ve onu alman lazım orada bırakamazsın. Bazen hiç düşmüyor, bazen o kadar düşüyor ki orada duruyor ama alamıyorsun. Zor… Oyunu dinamik tutan tarafı da o sanırım. Her an bir aksilik olabilir ve o aksiliği nasıl çözeceğimiz meselesi.” Oyun performansçılar için ne kadar fiziksel bir mücadeleyse seyirciler için de o kadar psikolojik bir mücadele alanı yaratıyor. Tomasyon da, oyun boyunca her şeyi dengede tutmanın baştan sonra bir mücadele olduğunu ve oyundaki gerçek mücadele halini, onun hem korkutucu hem de heyecan verici duygusunu çok sevdiğinden bahsediyor.
Bütün bu kaza riskleri ve mücadele arasında klostrofobik biri olarak, bir dansçının bedenine onca farklı malzemeyi yüklemesi, kendini bağlaması, bedeni sıkıştırılmış bir taşıyıcıya dönüştürmesinin hissini merak ediyorum. “Bu oyuna girmek günler öncesinden psikolojik olarak zorlayıcı. Dışarıya belli etmesek de içine girene kadar onca şeyi üzerimize giyeceğiz fikri, başımıza neler gelecek hissi ağır basıyor,” diyor iki dansçı da. Tomasyan da Postalcıoğlu da dansta doğaçlamaya kafa yoran dansçılar. Bu nedenle birliktelikleri sahnede tüm dağınıklığın içinde yekvücut olmuş. İzlerken her eylemin kendi zamanı olduğunu fark ediyorsunuz. Postalcıoğlu’nun dediği gibi “oyun zamanı ile gerçek zaman birbirine karışıyor” yüklerin taşınmasında.
“Gezginliği, göçebeliği, hem hayatta kalmak için, hem de zaten alışılmış olunan hayat tarzı modeli için şartlar yaratma pratiğini ele alarak ilerliyor,” diyor ekip Taşıdıklarımız için. Taşıdıklarımız’ı izlerken, sonrasında da üzerine düşünmeye başladıkça aklıma “bunlardan bir şey yaparım ki” diye yıllar içerisinde biriktirdiğim ve asla kullanmadığım, kıymetli sandığım atıl objelerim geliyor. Ya da anısı var diye vazgeçemeyip 30 yıldır bir kenarda tuttuğum ama bir daha açıp bakmadıklarım… Ortaokulda kestirdiğim saçımdan kalan saç kuyruğumu hâlâ saklayışım düşüyor aklıma mesela ya da ilkokul 2. sınıfta arkadaşımın verdiği kalemin hâlâ kalemlikten bana bakışı… Düşünceler yerini kırk yıl içerisinde değiştirilmiş onlarca eve ve evler boyunca bizimle sürüklenen eşyalara, duygulara, insanlara ve dolmuş da taşmak üzere olan hafızama bırakıyor.
Mihran Tomasyan ve Leyla Postalcıoğlu’nun gözünüzü bir tek saniye ayırmak istemeyeceğiniz kadar içine çeken performansına daldıkça tüm hayatınız geçiyor belki de gözlerinizden. Biriktirdiklerimiz, yıllar içerisinde bir uzvumuza dönüşen, kamburumuza her gün birini daha eklediğimiz gözden çıkaramadıklarımız üşüşüyor beynimize. Zihinsel yüklerimiz, maddi yüklerimiz, dünyevi yüklerimiz… Taşıdıklarımız dürttükçe dürtüyor içimizdeki narı. Her izleyen için biricik aslında. Performansı kişisel deneyimlerden okumak mümkün olduğu kadar, iklim krizinden, göçmen meselesine kadar birçok yerden de okumak mümkün. Tomasyan, “bilerek ve isteyerek hikâyeleşmesini istemedik, dile dökmenin ya da hikâyeyi bulmanın bir alemi yok. Ortaya metaforlardan, eylemlerden bir duygu çıkıyor. Herkeste bir yere dokunuyor. Bu bizim aradığımız şey” diyerek yaptıkları işi seyirciye nasıl aktarmak istediklerinin –ve bence oyunun başarısının- altını çiziyor aslında.
Sırtında taşıma / Taşırken yıkılma / Yıkılırken yeniden kurma/ Kurulanı bozma/ Bozduğunu onarma/ Onardığına sarılma / Sarıldığınla barışma / Barıştığınla üretme / Ürettiğini koruma / Koruduğunu paylaşma / Paylaştığını saklama / Sakladığınla mutlu olma / Mutlu olduğundan uzaklaşma / Uzaklaştığına bağlanma / Bağlandıkça harekete geçme/ Harekete geçtikçe yolunu kaybetme/ Yolunu kaybettikçe parçalanma / Parçalandıkça yok olma / Yok oldukça yıkma/ Yıktığın yerden yeniden doğma / Ve müzik/ Ve Salıverme… ( Performansın akışına kendimi bıraktığımda aldığım notlardan…)
Performans başından sonuna bir hikâye çizmesine çiziyor aslında ama neye evrileceğini izleyenine bıraktığı bir hikâye bu. Başlangıcından bitişine dönüşen, devinen ve kendini yenileyen bir iş. Her adımı/objesi bir öncekine kitlenmiş ama yepyeni bir söz sanki… Her nesne birbirinden bağımsız ama zamanla birbiriyle kesişen başka anlamlara dönüşüyor. Sonra yeniden ve yeniden başka anlamlara… Taşıdıklarımız önce ne varsa yüklüyor izleyenin sırtına, sonra salıverme umudunu bırakıyor kucağına. Bırakma, vazgeçme, hafifleme ve iyileşme…
Oynadığı mekânla da ilişkilenecek, izleğini yönlendirecek ve izleyicisinde her yeni mekân denemesinde başka dünyaların kapısını açacağı da aşikâr Taşıdıklarımız’ın. Asklepion Antik Kenti bu oyunun seyircili prömiyeri için oldukça özel bir mekândı. Şanslıydık. Çıplak Ayaklar Kumpanyası sırtındaki yükleri Antik Çağ’ın en önemli tedavi merkezlerinden birinin uyku odalarının üzerine saçmıştı, biz de bir parçası olabilmiştik. Aristides’in Hieroi Logoi (Kutsal Sözler) eserine göre uyku odalarında hastalar, istihare uykusuna yatırılması, su sesi, çamur kürü, şifalı su, hacamat, açlık tokluk kürleri, terapi ve müzik dinletisi gibi çeşitli yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılırmış. Taşıdıklarımız da ruhumuza birçok şekilde dokunup en sonunda da huzura kavuşturduğu performansı ile sanatın iyileştirici gücüne olan inancımızı yeniden tazeliyor.