Söyleşi

“Umutlar, mutluluklar ve hayal kırıklıkları arasında bir döngü”

Adını Leonard Cohen şarkısından alan True Love Leaves No Traces sergisi var eden, yok eden, besleyen, parçalayan izlere bakıyor. Sergi 2 Nisan’a kadar Galerist’te.

Hale Tenger, Happens to the Heart. Sanatçı ve Galerist'in izniyle. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel.

Burcu Fikretoğlu’nun küratörlüğünde Galerist’te izleyiciyle buluşan “True Love Leaves No Traces” başlıklı sergi, “dokunduğu” meseleler açısından pandemi öncesi ve sonrası arasında bir boşluğa konumlanan, incelikli ve yoğun bir sergi. Adını Leonard Cohen’in True Love Leaves NoTraces şarkısından ödünç alan sergi, dünyaya ve ötesine, kalpten uzay boşluğuna uzanan bir etkileşim zincirinin türlü çeşit izlerinin peşine düşüyor. Galerinin geçmişin izlerini taşıyan tarihi mekanında Hale Tenger, Anri Sala, Silva Bingaz, Necla Rüzgar, Claire Denis, Alfredo Jaar, Ismene King, Stefania Strazua, Ariana Papademetropoulos, Kiki Smith ve Kostis Velonis’e ait işler, izleyicinin dokunarak aralayacağı perdelerle bölünüp birbirine bağlanıyor.

Savaşın bir kentte, göktaşının evrende, insanın doğada, doğanın insanda, nesnenin hafızada, izleyicinin mekanda bıraktığı; var eden, yok eden, besleyen, parçalayan, çarpışan izlerin bütününe, izin ne olduğuna dair sorular soran serginin, başlığı gibi yine bir Cohen şarkısından adını alan Hale Tenger yerleştirmesi Happens to the Heart, aynı zamanda “serginin kalbi” gibi atıyor. Yüklendiği onca metafora karşın kan pompalayarak bir bedeni hayatta tutmak için görevini yerine getiren göğüs kafesinde tutsak bir organın o rutin iniş çıkışı, Hale Tenger’in ifadesiyle “Umutlar, mutluluklar ve hayal kırıklıkları arasında bir döngü”. Tıpkı yaşam gibi…

Burcu Fikretoğlu ve Hale Tenger’le pandemiden sanal gerçekliğe, Pera’dan kozmosa, yoksunluklardan tahribat ısrarına, Jean – Luc Nancy’den Leonard Cohen’e sergiyi ve onlardaki çağrışımlarını konuştuk.

“True Love Leaves No Traces” sergisinden görünüm, Sanatçı ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel.

“True Love Leaves No Traces” sergisi, başlığından da kendini ele verdiği gibi “iz bırakma” teması etrafında şekilleniyor. Bu çıkış noktası ya da kaynak diyelim, pek çok kavram ve meseleyle ilişkilenmeye açık bir potansiyel içeriyor ve sergide de karşılığını buluyor. Serginin çerçevesi nasıl biçimlendi? 

Burcu Fikretoğlu: Aslında bu serginin çıkışı, SIGNS kapsamında yaptığım iki sergiye dayanıyor. Bir üçlemenin son ayağı diyebiliriz “True Love Leaves No Traces” sergisi için. 2019’daki ilk sergi varlık ve yokluk düşüncelerinden yola çıkarak sanat eserinin fiziksel bir nesne olması ve o nesne üzerinden estetik bir deneyim yaşamaya uzanan bir hat üzerinde şekillendi. William Kentridge’in sanal gerçeklik kullanılarak ürettiği ilk işi vardı bu sergide. Bomboş bir odada VR gözlüğü takarak izlediğiniz bu performansı gören izleyicilerin işe verdikleri tepki -gözlüğü çıkardığınızda gözleri yaşaranlar oluyordu- çok önemli oldu benim için. Oysa gözlüğü çıkardığınızda bir boşluğun içindesiniz. Bu noktada, dokunma meselesi üzerinden ikinci serginin teması belirmeye başladı.

Pandemiyle, dolayısıyla izolasyonla birlikte hız kazanan sanal gerçeklik tartışmaları da gündemde…

Hale Tenger: Pandemi öncesinde de sosyal ağlar üzerinden sanal hayata kısmen girmiştik aslında, ama pandemideki kapanma ile birlikte önce kurtarıcımız sonrasında da kabusumuz oldu. Yoksunluk nedir’i çok iyi anladık. Sarılmanın, dokunmanın, eş dostla görüşmenin önemini yeniden keşfettik adeta.

B.F: Az önce sözü geçen SIGNS sergilerinden ikincisi, bütün bu sürecin başlamasından hemen önce açılmıştı. Açıldıktan kısa bir süre sonra pandemi başlayınca apar topar kapattık. Ben altı ay boyunca şehir dışında, insan temasını neredeyse tamamen ortadan kaldıran bir evdeydim. İnternet üzerinden toplantılarla geçen, olan biteni nasıl takip edebiliriz, birbirimizle nasıl konuşabiliriz sorularının cevaplarını aramakla geçen bir süreç oldu. İster istemez sergiyi yeniden düşünmeye başladım bu deneyimlerle birlikte. Hale’nin söylediği gibi yoksunlukla yüzleştik. Dokunamıyor olmak, yan yana olamıyor olmak, ama o uzaklığın içinde hala konuşmanın yollarını aramak…

Öte yandan bu kapanma halinde “dünyasızlaşma” üzerine de düşünmeye başladım. Bu kapalılık hali, dünyaya ve ötesine verdiğimiz zarar, tahakküm takıntısı ve yalnızlaşmayla -en azından bir süre için- farklı biçimlerde yüzleşmemizi sağladı.

H.T: Burcu “dünyasızlaşma”dan söz edince, aklıma hemen Jean-Luc Nancy üzerinden “dünyalaşma” bahsi geldi. “Dünyalaşma”, yani doğum anından itibaren başlayan ve ölüme dek süren sonsuz bir karşılaşma edimi, maruz kalma halleri ile bağlantılı olarak bireyin dünyalaşması kavramı. Dünyalaşma kavramının insan harici varlıklar bağlamında içerdiği kendiliğindenlik ile insanın dünyasızlaşması arasındaki şiddetli bir fark uyumsuzluk. Birinin içerdiği akışkanlık ile diğerinin içerdiği zorlama, dayatma arasındaki zıtlık. İnsan dünya olurken, dünyanın bizleşmesi… Dünyasızlaşmanın ürkütücülüğü, hatta korkunçluğu, çünkü başka “evimiz” yok. Yine de bu durumu bilmesine, kavramasına rağmen insanlığın yapmaktan, ekstraktif varoluş halinden geri duramayışı ve bir nevi intihara sürüklenişi… Bu hali tam anlamıyla kavramak, dile dökmek oldukça zor, çok hüzün verici çünkü kendi kaybını, sonunu yaratıyor, diğer yandan da çok şaşkınlık yaratıcı çünkü akıl üzerinden kurulu olduğunu farz ettiğimiz dünya düzeni bu durumda tam bir akılsızlık, akıl tutulması haline denk geliyor.

“True Love Leaves No Traces” sergisinden görünüm, Sanatçı ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel.

Dokunma-yapma sonrasında iz bırakmanın farklı biçimleri ve etkileri üzerine “True Love Leaves No Traces” sergisi. Öte yandan “Gerçek aşk iz bırakmaz / Sen ve ben bir olursak / Sarılmalarımızdan geriye hiçbir şey kalmaz” dizelerindeki “bütün olmak”, “bir olmak”taki idealize durumu ters yüz ederek oyunsu bir alan yaratıyor tam da dünyalaşma ve dünyasızlaşma halindeki zıtlık gibi.

B.F: Bir olma, hemhal olma, bütünleşme, birçok ilişki biçiminde hayal ettiğimiz, fantezisini kurduğumuz şeyler. Birleşme meselesi, konukseverlik ve düşmanlık sözcüklerinin Latince aynı kökü paylaşmaları gibi (hospitality/hostility) ötekini asimile etme isteği de olabilir. Cohen, “Ağaçtan yere düşerken havada iz bırakmayan yaprak gibi, biz de birbirimize sarıldığımızda birbirimize öyle geçeriz ki ardımızda iz kalmaz ve birbirimiz oluruz” diyor. Burada kalmayan iz tam olarak nedir, varlık ve yokluğu nasıl aynı zeminde birleştirir sorularını sormaya devam etmek istedim sergide. “İz engellenebilecek bir şey mi?” üstüne düşünmek istedim.

H.T: Birey olarak varlığımız birikmiş izlerin mimari dokusu değil mi zaten? Her karşılaşma iz bırakır, karşılaşmalar sonucu olan biten ne varsa hepsinin izi kalır. Bu izleri dönüştürücü kılabilmek zor olan, engellemek zaten imkansız. Cohen’in “Anthem” adlı şarkısından “Her şeyin içinde bir çatlak, bir çatlak var/ Işık öyle girer içeri” dizesini alıntılamıştım Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet başlıklı ses yerleştirmesinde. Kırılganlığı zayıflık olarak görmek bir yanılsama, hatta dayatma. Aynı işimde Hrant Dink’in aktardığı o yüklü hikayede geçen “Su çatlağını bulur” ifadesini de kullanmıştım. İz bırakarak, iz toplayarak bir akışın içindeyiz, çatlağımızı bulacağımız yer de belli.

B.F: Antik Yunan’da da “xenia” denen yabancıyı ağırlama geleneği var, sorgusuz sualsiz gelene sende olanı -hatta bazen olmayanı da- verme. Çatlak, iz, yara bütünlüklü ve homojen bir varoluş biçimini de sorgulamamıza yol açıyor aslında. Çatlaklar, yaşamımızda neredeyse her zaman biz öngörmeden, hazır olmadan, biz onu beklemeden gelenle oluşur.

“True Love Leaves No Traces” sergisinden görünüm, Sanatçı ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel.

Sizi bu sergide bir araya getiren de sanırım bu konular üzerine halihazırda düşünüyor olmanız oldu…

B.F: Evet, kapanma döneminde bu eksende düşünürken Hale’nin işleri aklıma geliyordu ve onunla bir konuşma isteği doğdu. Öncesinde tanışıklığımız yoktu. Tanışmaya niyetlenmiştik ama olmamıştı. Sergiye davet etmeden önce asıl amacım sohbet etmekti. Sonra haberleşmeye devam ettik, birbirimizle metinler paylaşmaya başladık.

H.T: Tanışmıyorduk ama ilk karşılamamızla birlikte denkliklerimiz olduğunu hissettik, sanki birbirimizi epeydir tanıyormuşuz gibi. İlk zamanlar Burcu’yla Cohen ortaklığımızı da bilmiyordum.

B.F: Ben biliyordum senin zaman zaman Cohen’le ilişkilenen işlerini tabii ama o süreçte konuşmadık. Genel olarak edebiyat referanslı işlerini çok yakından takip ediyordum. Sonra haberleşmeye devam ettik, birbirimizle metinler paylaşmaya başladık…

H.T: Önce Jean-Luc Nancy’nin “L’Intrus” metnini yolladı Burcu bana ve o metin üzerine sohbetlerimiz oldu. Ardından Cohen’den “True Love Leaves No Traces” ve “Stranger Song”’un şarkı sözlerini paylaştı. Bu şekilde bir zemin oluşmaya başladı, bir “mood board” kıvamında.

B.F: Bir gün Hale ipek kumaşlar görüyorum dedi ve…

H.T: İlk ipek kumaşlar ve renk belirdi. Turuncunun tonları vardı aklımda. Sonra gidip farklı turuncu tonlarda ipek kumaşlar aldım, bir süre masamda gözümün önünde durdular. Derken bu ipekli kumaşlardan kübik bir form hayal etmeye başladım. Ardından da bir gün arabada Cohen’in “Happens to the Heart”ını dinlerken kübik formun içinde bir aşağı düşüp, bir yukarı yükselen kısmı belirdi.

Ne çağırdı acaba ipek kumaşı? Dokunma hissi mi?

H.T: Sanırım evet… Dokunma, sevgi, şefkat, arzu, özlem hepsi bir arada. İpek kumaşa dokunuşun yarattığı uyarıların tümü. 2019’da Nev’deki Rüzgarların Dinlendiği Yer sergisinde Edip Cansever’in aynı isimli şiirinin tamamını ele alırken, rüzgarlarların etkisi ile sürekli form değiştiren deniz ve kırlık videolarını karşılıklı olarak yerleştirdiğim şifon kumaşlara yansıtmıştım. Şifon perdeler aynı zamanda bir fan yardımı ile hafifçe uçuşuyordu. Serginin bu kısmı geçirgenlik, uçuşkanlık, geçicilik gibi temaların yanı sıra karşılaşmalar, etkileşimler üzerine kuruluydu. Tıpkı rüzgarın dokunuşuyla ürperen, kabarıp alçalan deniz yüzeyi veya yine rüzgarın dokunuşuyla sağa sola eğilip bükülen kırlıklar gibi bu iki video da elle tutulmaz, gözle görülmez bir şekilde de olsa izleyicisine dokunuyordu. Happens to the Heart da bu özelliklerin tümünü barındırıyor, yerleştirmenin tüm unsurları birbirleri ile bir bağ ve etkileşim içindeler ve iş bu vasıta ile izleyicisine dokunuyor. 

Happens to the Heart işini detaylı konuşmadan önce Jean-Luc Nancy’nin sergi için de önemli referanslardan olan “L’Intrus” metninden; sergiyle ve Happens To The Heart‘la kurduğu ilişkiden bahsetmek yerinde olur sanırım. Serginin işlerinin birbirine nasıl eklemlendiğini, bir “bütün iz”i göstermesi açısından da önemli bu ilişkilenmeler.

B.F: Nancy genel olarak kısa ve yoğun metinleriyle bilinir fakat otobiyografik bir metin olan “L’Intrus” (İşgalci) en içten, en derin metinlerinden birisi bana kalırsa. Geçirdiği kalp nakli ardından yazdığı bu yazıda, kendisine ait olduğunu düşündüğü kalbinin nasıl ondan uzaklaştığını, kendi içindeki bir yabancıya dönüştüğünü anlatıyor. Yaşamına devam etmek için bir yabancının kalbine ihtiyaç duyması, bağışıklık sisteminin bu yabancıyı kabul etmemesi ve adaptasyon için yaşadığı tedavi sürecinden bahsediyor metinde. Nancy’nin daha önce de diyalog içinde olduğu Claire Denis, bu metinden ilhamla aynı isimli bir film çekiyor 2004 yılında. Yalnız, mutsuz, “kalpsiz” bir adamın kendisine uygun olan kalbi yasal olmayan yollarla arama sürecini izliyoruz bu filmde. Hale’yle bu meseleler üzerine uzun uzun tartıştık…

H.T: “L’Intrus” üzerinden bende kalanlar Nancy’nin kendi bireysel deneyiminden yola çıkarak yaşadığı süreci çok çarpıcı biçimde aktarımı ve insan vücudunu – insan olarak vücut, vücut olarak insan anlamında ele alışındaki netlik. Zihin ve beden arasında kurulan klasik anlayışı, kabulleri sert şekilde alt üst eden bir metin. Artık günümüzde çok yavaş da olsa bu köhnemiş dualistik beden-zihin görüşünün ötesine geçilmeye başlandı. Bu fark dünyayı algılama ve yorumlamamıza da yansıdı. Yaşamın sonsuz ve kaotik bir etkileşimler yumağı olduğu fikri git gide yaygınlaşıyor. İklim krizinin ve pandeminin de bu farkındalığın artmasında çok etkisi oldu.

Yerleştirme, sözleri Cohen’in ölmeden kısa süre önce yazdığı ve oğlunun bestelediği şarkıdan adını alıyor. Şarkının yükü ve taşıdığı hüznü hem kavrayan hem de hafifleten, biraz önce de söylediğin o uçuşkanlığı hissettiren, minimalliğiyle çok söz söyleyen bir iş. Aklıma Aylin Vartanyan’ın işlerine dair söylediği şu cümleyi de getiriyor: “Hale’nin eserlerinin ortak noktası seyirciyi nazikçe, huşu dolu bir alana davet etmesi”. Bir yandan çok teknik bir iş bir yandan çok duru. Biraz hikayesini ve hayat bulma sürecini dinleyebilir miyiz?

H.T: Hem ağırlık hem hafiflik var işin temelinde, tıpkı hayat gibi. Umutlar, mutluluklar ve hayal kırıklıkları arasında bir döngü. İşin hazırlık sürecinde ilk olarak melodi ile kübün ortasında yer alan ipek kumaşın inip çıkma süresini senkronize etme denemeleri ile başladık. Bu teknik açıdan en zor kısımlardan biriydi. Bu süreç tamamlandığında sadece tek bir fasadın kumaşını asarak kumaş uzunluğuna göre ortadaki kumaşın alt üst hareket noktalarını saptama aşaması oldu ve böylece de kübik formun uzunluğu belirlendi. Sonrasında saptanan ölçülere göre yapılan nihai kumaşlarla son denemelere geçtik. Ne zaman ki dört kumaşı da astık ve kübik form içinde ilk defa tüm hareketi görebildim, işte o an ağlayacak gibi oldum çünkü hesapladıklarımın dışında beklemediğim ama çok hoş bir efekt çıktı ortaya. Dört taraftaki her bir kumaşın aşağı uçlarında hafif uçuşmalar olmasını zaten planlamıştım ve bu yüzden sadece yukarıdan ve birbirlerinden bağımsız olarak asılı idiler. Ancak ortadaki kumaşın yukarıya çıkarken vakum yapıp kübik formun üst kısmını dışarıya doğru ittirmesi ile tam da göğüs kafesinin nefesle genişlemesine tekabül eden bir görüntü ve hareket oluştu. Bu tamamen bir sürprizdi ve beni inanılmaz derecede mutlu etti. Böylece hem kübik formun göğüs kafesi işlevi görmesi fikrim daha da hayatiyet kazandı hem de inip çıkan kumaşın kalp fonksiyonu yerine geçen hareketi derinlik kattı. Motor sesi ile başlarda bir takıntım oldu, çok fazla duyuluyor diye ses izolasyonu yapmak istedim. Ancak bir gün Gizem Gedik işi görmeye gelip hayranlık içinde tepkiler verdikten sonra özellikle ses hakkında ne düşündüğünü sordum. Önce müziği sorduğumu sandı, onun üzerine konuştuk. Sonra peki motor sesine ne diyorsun dedim. Makineye bağlanmış suni yolla yaşatılan bir kalp gibi hissettirdiğini söyledi. İşte o zaman ikna oldum sesi o hali ile bırakmaya, yoksa motoru ve sistemi sil baştan değiştirecektim. Şimdi artık o sesi seviyorum bile diyebilirim. İşin bütünü için ise şunu diyebilirim, bendeki tekabüliyeti tam bir “L’Intrus” ve Happens to the Heart karşılaşması, hatta kucaklaşması. Bir şekilde Nancy ile Cohen kucaklaşıyorlar sanki.

Bir tek Hale Tenger işi mi bu sergiye özel üretildi?

B.F: Ismene King ve Stefania Strouza da bu sergi için üretti. Panspermia Stefania’nın meşgul olduğu bir konuydu. “Sperma” Yunanca’da tohum demek, tohumları her yere taşımaktan, kozmolojik olarak dokunma, iz taşıma meselesinden bahsediyor sergideki asteroidlerle. Ismene de konukseverlik-düşmanlık kelimelerinin aynı kökü paylaşmaları düşüncesi üzerinden bir “sofra” kurdu. Kabuk olan, korunak, mesken olan nesneleri düşünerek, onlardan aldığı izlerle oluşturduğu seramik heykellerden oluşuyor bu sofra. Kostis Velonis de Apollo ve Daphne’yle ilgili bir süredir çalışıyor ama bu işi sergi için üretti.

“True Love Leaves No Traces” sergisinden görünüm, Sanatçı ve Galerist’in izniyle. Fotoğraf: Nazlı Erdemirel.

Sergiyi Galerist’e kurma fikri nasıl gelişti?

B.F: Galeriyle birkaç yıl öncesinde başlayan bir düşüncemiz vardı.Yani, zihnimin bir yerinde mekan olarak Galerist hep vardı aslında. Galerist’in Pera’da olması, Pera sözcüğünün Yunanca geçiş/geçit anlamına gelmesi, mekanın yer aldığı bina Passage Petit-Champs’ın Tepebaşı’nı İstiklal Caddesi’ne bağlayan bir yol olması, bu mekanın 20 yıllık galeri geçmişinin öncesinde bir ev olması, duvarlarda geçmişin izlerinin sergilere eşlik etmesi, odalardan oluşan yapının birbirine açılıp kapanan yapısı serginin böyle şekillenmesinde büyük rol oynadı.

H.T: Sergi planında işimin yer alacağı bölüm ve diğer bölümler arası geçişler, tıkanıklar belli idi. Tıkanıklık diyorum çünkü ilk olarak plan üzerinde gördüğümde epey yadırgamıştım ancak izleyiciye parkur seçimi şansı vermesini ve girdiği rotadan çıktığında başka bir yöne döndürmesini, aralarındaki çekim-itim alanlarını uygulamada görünce hoşuma gitti. Perdelerin olacağını biliyordum ancak detaylı değil, renklerini hiç bilmiyordum. İşin kurulumuna başladıktan sonraki günlerden birinde yine galeriye gittiğimde birden perdelerle karşılaştım. Sergi girişinden başlayarak odaları birbirinden ayıran farklı renklerdeki perdeleri gördüğüm an büyülendim, her biri ayrı bir sahneye açılıyor, izleyicisini hem bir açma eylemine çekiyor hem de ustaca bir eşik yaratıyordu.

B.F: Uzun zaman fiziksel olarak yaşayamadığımız sergi izleme deneyimini yeniden düşünmemek mümkün değildi sergiyi oluştururken. Sergiyi tasarlayan Ömer Pekin’le tartışmalarımızda izleyicinin eserler ve odalarla kuracağı ilişki çok önemli oldu. İçeride mi, dışarıda mı olduğumuzu bilemediğimiz; mekanın merkezinde miyiz yoksa sürekli olarak dışarı mı itiliyoruz sorularını sorduran, bunu da defalarca yaşatan bir deneyim ihtimalini tartışıyorduk. Kırmızı kadife perdelerin ağırlığına vuran dramatik ışık, sahne sanatlarında dışarıdan izlenen, pasif kalınan deneyimlere işaret ederek bunu güçlendiriyor.

H.T: Kendini aralamak da var. Bir beklentin var ama ne çıkacağını bilmiyorsun. Dokunmak, açmak, geçmek her seferinde bir eşik olarak fonksiyon görüyor, girerken de çıkarken de.

Dönüp durduğun ve ele aldığın konuların tuhaf ve rastlantısal bir birlikteliği var. Cohen sözleri ya da edebiyat diyelim, bunlardan biri. Akla hemen We are so lightly here işin ve Hayat, Aşk, Ölüm ve Adalet‘teki “There is a crack in everything that’s how the light gets in” gibi Cohen sözleri geliyor. Bu sergide de hem serginin başlığı hem de senin işin Cohen’e dokunuyor yine. Cohen’le ayrı ayrı ve ortak bağınızı sormak isterim. 

H.T: Yıllar öncesinden, yine bir Cohen şarkısı ile aynı adlı Heartache yerleştirmem var, sanırım 1999 tarihli. Onda da fan ile hareket eden kumaşlar vardı, bir bebek yatağını çevreleyen. Tabii Cohen dışında birçok başka müzisyenin de şarkıları, şarkı sözleri, bazı yazarların metinleri, şiirleri ile hemhal olan işlerim hep oldu, en başından beri, ilk sergimin olduğu 1990 yılından başlayarak. Cohen’e gelince, sözleri ve müziği ile dünyayı, hayatı ve insan olma halini öyle derinden, kapsayıcı, doğrudan ve yalın bir dille aktarıyor ki etkilenmemek mümkün değil benim için. Zaman zaman bazı parçalarında söz müzikten öne geçse de kurduğu dünya her zaman çok büyülü ve aynı zamanda da çok çıplak, çirkin, itici bulduğumuz ne varsa, sevmediğimiz taraflarımızı, yarattığımız nahoşlukları çırılçıplak karşımıza getirip son derece nazikçe ve usulca ayağımızın dibine bırakıveriyor. Beni en çok çeken bu yönü sanırım. 

B.F: Cohen’in, arzu, yas, melankoli ve insan olma durumunun karmaşıklığını incelikle kurguladığı sözcükleriyle anlatışı yaşamımın farklı dönemlerinin eşlikçisi oldu. Dünyevi olan onun dizelerinde kutsallaşıyor ve metinleri farklı okumalara o kadar açık ve o denli katmanlı ki. Cohen çok iyi bir şair ama onun sözlerinin götürdüğü yerler melodiyle birlikte başka biçimlerde kazınıyor zihne. Şarkı söylediği için zaman zaman eleştirilmiş olsa da tutucu ve kapalı bir sanat anlayışını derinden sarstı ve bu ona hayranlığımı katlıyor. Serginin oluşmasını sağlayan düşünceler bir araya gelirken, onun sözleri her durakta karşıma çıktı. “Koyu yeşil tepelerin üzerinde iz bırakmayan sis gibi, bedenim de sende iz bırakmıyor ve asla bırakmayacak.”

“True Love Leaves No Traces”, hem çok hafif, geçici, yumuşak olup hem de aslında olmadığını söylediği izi her satırında, her notasında onaylamasıyla sergiye ismini verdi sonunda.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

© 2020

Exit mobile version