Söyleşi

“Vargit Çiçekleri”: Birlikte köklenmenin yeni yolları

Cansu Yıldıran’la Hara’da gerçekleşen sergisi “Vargit Çiçekleri” üzerine konuştuk.

Mülksüzler II, 65×45 cm, hahnemühle matt fibre baskı, limba art box çerçeve, 2016

Cansu Yıldıran’ın Hara’da 7 Eylül’de açılan ilk kişisel sergisi “Vargit Çiçekleri”, sanatçının üç ay boyunca Hara’da kaldığı misafir sanatçı programının bir sonucu. Yıldıran’ın ailesinin nesillerdir yaşadığı Trabzon Çaykara’daki yaylada çektiği fotoğraflardan oluşan sergi, ana karakterlerini kadınların oluşturduğu bir tür görsel masal. Oğlunun öldürülmesi üzerine dağa çıkan Pontuslu Rum Çavuş Eleni’den günümüzde hâlâ yaylalarda üreten kadınlara çeşitli biçimlerde direnen kadınların hikâyelerini anlatan bu görsel masal, hem ataerkiye hem de mülksüzleştirmeye karşı çıkan bu kadınların maruz kaldıkları çeşitli baskıları ve ayrımcılığı ele alsa da, onarı mağdur kimliğine sıkıştırmayı reddediyor. Kadınların hem birbirleriyle hem de doğayla kurdukları ittifakı öne çıkartarak birlikte yeni bir yaşam inşâ etmenin mümkün olduğunu hatırlatıyor.

“Vargit Çiçekleri” ilk kişisel sergin. Yeni işlerinin yanında daha önce çeşitli grup sergilerinde gördüğümüz işlerin de var. Biraz sürecin nasıl geliştiğinden bahsedebilir misin?

Mülksüzler serisi, 2015’te fotoğraflamaya başladığım, ama aslında tabii ki çocukluğumdan beri yaşadığım bir misafirlik hali. Cinsiyet dolayısıyla ötekileştirilme hali aslında. İnsan belli şeyleri idrak edebilecek bir yaşa geldiğinde anlıyor. Aslında çocukluktan beri misafiriz. Dedem varken dede misafiriydik. Sonrasında dayıma kalıyor o ev. Yani kadının bir çeşit mal gibi görüldüğü, evlendiği erkek nereliyse oraya gittiği bir anlayış.

Proje, her sene yaptığım yayla ziyaretine, bu sefer elimde makinayla gittiğimde başladı. En başta bir proje olarak da başlamadı aslında. Kendi memleketimde, tıpkı burada İstanbul’da Shelter projesindeki gibi arkadaşlarımın fotoğraflarını çekiyordum. Bir ismi, bir adı ve nedeni yoktu. Hep dokunduğum, zaten temas ettiğim şeyleri neredeyse bir uzvum gibi olan kamerayla çekiyordum.

Put III, Çek Silahını Süreyya Sanmasınlar Şüheyla, 65×65 cm, hahnemühle matt fibre baskı, limba art box çerçeve, 2016

Sonrasında atmosferin karanlık olması, genelde çektiğim fotoğraflardan sonra adını buldu proje aslında. Ben bunu niye bu kadar karanlık gösteriyorum? Ne var benim burada hissettiğim? Resmen bir içgüdü dışarı vurumu, dışavurum gibi yani. Sonra fotoğraflara bakınca hani böyle psikolojik testlerde görsellere, imgelere bakarsanız ya, onun gibi, kendi fotoğraflarımı önüme koyup baktığımda fark ettim ki burada bir şey var, başka bir şey anlatıyor. Ben yayla güzellemesi yapmıyorum, yapamıyorum yani. Ondan önce başka bir şey geliyor. Bir sıkıntı, bir acı, iş sıkıntısı var yani burada, neden? Sonra hatırlıyorum, dedeme koşuyoruz küçükken kuzenimle. Kız çocuğu o da, ben de tırnak içinde kız çocuğuyum, atanmış cinsiyetimden bahsediyorum. Koşuyoruz, dedem kuzenim Özge’ye sarılıyor, diyor ki “buralar hep senindir”. Çünkü dayımın kızı, yani kız çocuğuna yapıyor ama oğlunun kızına, bana değil. Düşün yani, iki kız çocuğu arasında bile biri oğlunun kızı olduğu için böyle… Yani bu benim 2015’te başladığım bir proje değil. Bu benim çocukluktan beri, doğduğumdan beri içinde olduğum bir şey. Zaten 8 yaşına kadar Çaykara’da yaşıyoruz. Sonrasında Eskişehir’e taşınıyoruz. Sonrasında lisedeyken Bartın’a yine Karadeniz iline dönüyoruz. Yani hep böyle bir… içerisinde olduğum bir döngü. Ve her sene de zaten oraya gidip duruyoruz her sene. İnatla gidiyormuş aslında annem düşününce. Kendine ait bir dikili ağacın bulunmadığı bir yere her sene gitmek bir direniş biçimi gibi geliyor bana. Ve misafir olmak basit bir şey de değil yani. Bana mesela burayı gezerken arkadaşlar, vay bizi de götürsene diyor. Yani böyle koşullarda, bir ömür misafir olmak gibi bir yerden başladı aslında. Sonra fark ettim ki bu cinsiyet temelli ayrımcılığı aslında doğaya da hayvana da, herkese, her şeye yapıyorlar ama bu üç taraf da, yani hayvanlar, doğa ve kadınlar, sanki bir ittifak kuruyor, birbirlerinin arasında bir yeni bir yaşam şekli kuruyorlar gibi. Ben buraya tutunmak istiyorum, böyle mağduriyetle, “ah evimiz yok” falan gibi şeylerle bir şeyin değişeceğine inanmıyorum.

Şunu sormak istiyorum. Sanat pratiğin önce deneyimle ve kayıt altına almakla başlayıp, bu deneyimle birlikte evrilip, sonra bunlara bakıp bir fikir oluşturmak üzerine kurulmuş gibi geliyor bana.

Öyle aslında doğru diyorsun. En başta kurgulayıp düşünüp ben bunu yapacağım diyerek çalışmıyorum, aklımda bir fikir olduğu zamanlarda dahi öyle tamamen kurgulu bir durum yok. Örneğin Mülksüzler serisi için konuşursak, yaylaya her sene gitmek gibi bir emek süreci var, ama işte ben oraya fotoğraf çekmek için mi gidiyorum, yoksa memleketimi özlediğim için mi gidiyorum, bu ikisi arasında emin değilim. Sanki fotoğraf çekmek bahaneme dönüşmüş gibi. Aynı şekilde ben köklerimi fotoğraf çektiğim için mi merak ediyorum, yoksa merak ettiğim için fotoğrafı bahane mi ediyorum? Bence fotoğraf çekmekten biraz daha fazlası söz konusu. Bir merak var, bir tanıma, kendini tanıma, anneni anlama hâli var. Ve ben fotoğraf çekerken topladığım, öğrendiğim her şeyi yuvarlaya yuvarlaya getirip insanlara göstermek, anlatmak istiyorum.

Az önce insan dışı varlıkların, doğanın, kadınların ve muhtemelen queerlerin de ezilmelerine rağmen bir ittifak kurup örgütlendiklerinden ve güçlendiklerinden bahsettin. Sen de bu projeyi ve sergiyi böyle bir yere koyar mısın? Bütün bu deneyimi bir tür direniş biçimi olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Bence zaten kişisel olan politik bir şey, burada da bu kadınların ve benim, maruz kaldığımız ayrımcılığın farklı şekillerde yüzünü göstermesi söz konusu. O yüzden bir kadının hikayesinden bahsederek aslında bambaşka kadınların hikayesini de anlatabiliriz. Ortak dertlerden mustaribiz. Burada hoşuma giden şey şu; hikayedeki insanları kahramanlaştırmadan, durumu da kahramanlık hikayesine çevirmeden, ya da mağduriyetin içine hapsedip o imgeyi orada eritmeden, başka bir yeni dünyaya adım atmışım gibi hissediyorum, çünkü yeni bir direniş şekli, hakikaten o öteki addedilenlerin birleşerek yeni bir hayat kurma şekli söz konusu. Evet, belki de bu yeni hayatın yolu şu değil; bir ev yaptım ve orada bir evim var değil, ama teyzemin annemi her yıl sorgusuz sualsiz misafir olarak ağırlaması gibi. Başka bir ittifak, bir direniş biçimi kurmuş gibi geliyor bana burada bu özneler. Belki ben de onların içine, kurdukları o ittifaka fotoğrafla dahil oluyorum. Belki çok daha önemsenebilecek, gündem olabilecek konular var, ama tarihe bir yere not düşmek değil mi bu yaptığımız? Benim içimden gelen, anlatmak istediğim şey bu; biz de vardık.

Burada ben arkadaşlarımla hüznümüzü, eğlencemizi, bir arada oluşumuzu, yurt dışına gidişimizi, burada kalışımızı nasıl fotoğraflıyorsam hiçbir çıkarım olmadan, sebebi şu ki ben bunları tarihe not düşmek istiyorum, bunu görevim olarak görüyorum yani bir gazeteci gibi değil, gündelik tüketilen bir haber fotoğrafı olarak değil, daha uzun soluklu, daha nedenleri, sonuçları, hisleri içinde barındıran bir biçimde, ben insanların bu hislerle bağ kurduklarına inanıyorum. Bu dönemde burada, İstanbul’un bu zamanında biz de buradaydık. Karadeniz’de bu vakitte kadınlar böyleydi, biz böyleydik, ben bu şekil bir şey yaşıyordum diye tarihe not düşmek, kimisi işçi sınıfını anlatır çizimleriyle, fotoğraflarıyla, kimisi başka bir şey anlatıyor. Ben de kendi içinde bulunduğum hikayeleri anlatmak istedim. Bu yani asıl mevzu.

“Vargit Çiçekleri” sergisinden görünüm, Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz

Fotoğraflarında silahlı kadınlar da var, onlar dikkatimi çekti. Biraz bahseder misin onlardan?

Aslında gördüğün herkes akrabalar, Karadeniz’de her evde mutlaka silah bulunur. Bunun çok basit bir nedeni var, kadınlar da tabii ki silah kullanmayı bilir, çünkü mesele toprağını korumak. Silahı görünce teyzemden tutmasını rica ettim. O da komik geldiği için o an güldü. Kurgusal bir şey en fazla bu kadar var. Bu şekilde gelişti aslında. Ve bence orada o silah, alanını savunma gibi metaforik bir yerden birazcık ironik bir tını katıyor gibi geliyor işlere. Veya yaylada fener de çok kullanılır mesela, o yüzden ben de fenerle çok fazla çekim yaptım çünkü ben de fener çok kullanıyordum ama fotoğraf çekmek için değil, akşam vakti, sis indiğinde önümü görmek için. Ve nasıl her evde silah bulunursa, fener de bulunur aynı şekilde. Ve o fenerle gezerken çeşitli oyunlar yaptım, merak edip denemeler, oyun gibi gelen şeyler yaptım, neyi neden yaptığım sonradan oturup, işin içine girdi. Anlatmaya çalıştığım şeyi genelde ışık oyunlarıyla anlatmaya çalışmışım. Bazen çok güçlü bir flaş ışığı, bazense çok karanlık silik bir portre. Işık sanki benim dilim ve çığlığım olmuş bu projede.

Kız Kardeşler, fotoğraf yerleştirmesi, Matt fibre baskı, beton, demir, bambu, 2024

İlk oturduğumuzda masallarla, tiyatro oyunlarıyla, yerel gösterilerle ilgilendiğinden bahsetmiştin, ışığın bu kullanımı gölge oyunlarını anımsattı bana. Belki böyle bir şey de vardı.

Pontus Rumlarından esinlendiğim Pontus serisi kısmında bunu düşündüm aslında. Orada açılır kapanır bir iş var ve Eleni Çavuş diye bir karakter var. O annem aslında, Pontuslu olarak annemin sahnelemesini istedim Eleni’yi. Eleni’nin hikâyesi de şöyle: O dönem sünnetli mi sünnetsiz mi diye çocuklara bakıp, eğer sünnetsizse öldürüyorlar. Eleni’nin oğlunu bu şekilde katlediyorlar, Eleni de oğlunu öldüren Çavuş’u öldürüp, onun kıyafetlerini giyip dağa çıkıyor. O yüzden adı Eleni Çavuş olarak kalıyor. Bafra Dağları’nda en son dağdan inen kadın olarak anılıyor, öldürülüyor hatta inmiyor da. Ölene kadar orada direniyor. Söylenene göre “ben Rum’um ne dilimden ne dinimden vazgeçmem” demiş. O karakteri, o güçlü karakteri oraya koymak istedim. Fark ettiysen Pontus duvarı daha karanlık çünkü karanlıkta kalan bir hikâye söz konusu, ama aydınlatmak istediğimiz bazı yerler var. Mesela Eleni’yi aydınlatmak istedim. Eleni’yi aydınlatınca da gölgesi Atatürk ve Atatürk’ün askerlerinin olduğu fotoğrafa doğru düştü. Atatürk’ün bir portresi var, sırtı dönük, pelerinli, aslında korkutucu bir şey değil mi? Atatürk’ün Samsun’a çıkışı bizde kutlanır, Yunanistan’da yas günüdür mesela. Yani o çıkış anı, onu temsil ediyor, o yüzden orada. Altta hemen kurşun askerler gibi onun askerleri var. Yine bir masalsı bir yerden anlatmak istedim; o pelerinin içinden ne çıkacağını bilemezsin, silah mı var gül mü, pelerinin altında ne var bilemeyiz. 

Her fotoğrafın kendince anlamı var. Ya da folklor yaptıkları, horon oynadıkları sahnelediğimiz bir fotoğraf var. Sahnelenmiş belgesel fotoğraf diye bir tanım var, ben aslında Pontus‘ta daha çok o tekniği kullanıyorum. Fotoğrafları sahneliyorum ve yarı kurgusal oluyor böyle olunca. Bir gerçekliği tekrar sahneleyerek yeniden yaşamak üzerine kurulu bir teknik, Act of Killing filmindeki gibi. Burada tabii soykırım yapanlar, yapmayanlar, belki de oradaki karakterlerin dedesi soykırıma karışmış olabilir, belki benim tarihimde de vardır bu, belki de iki kökten birden geliyorum, iki tarafın da sorumluluğunu taşıyorum. Eleni’nin hemen karşısındaki üçleme olan fotoğrafı anlatayım. Orada Karakoncalos var, canavarları ve zulmedenleri temsilen koyduğum bir fotoğraf. Ortada ise göç edenler var. O da mesela sahnelediğimiz bir fotoğraf, bir tiyatro ekibiyle çalışmıştım. Göçü temsilen, o karanlık ay ışığında yürümeyi temsil eden bir fotoğraf. Bu üçlemeyi şöyle bir yerden de yaptım; eskiden ikonalar olurdu ve insanlar bu ikonaları ahırlarda saklardı, ben de bu ikonalardan esinlendim. O gizli saklı tuttuğun şeyi biraz daha ortaya çıkarıp durumunu her bir açıdan, üç kanattan da vermek istedim. 

Bir de Eleni’nin dağda olduğu bir görsel var, bu görselde ışık vuruyor ama tam da göremiyoruz ne olduğunu. Benim için bu güzel bir anlatı, ışığı direkt ona yansıtmama rağmen yine de bir veri alamıyorsun fotoğraftan. Bu hikâyeyi biraz daha anlatıyor aslında. Aynı şekilde Mülksüzler‘de de en sonunda bir çocuk portresi var, varla yok arası bir manzarada. Onda da aynı şekilde. O fotoğraf benim çocukluğum gibi hissediyorum, orada var mıyım, yok muyum, ne kadar varım, ne kadar oralıyım. Orada ona da ışık vuruyor ama çocuğu göremiyoruz. Çocuğun orada olduğunu hissediyoruz ama veri alamıyoruz.

Kız Kardeşler, hahnemühle matt fibre baskı, limba art box çerçeve, 90×70 cm, 2023

Bir yandan bu mülksüzlük bir tür köksüzlük hikayesi gibi de durmuyor. Çünkü bir kök var orada, ama bu kök hasar görmüş. Bu konuda ne düşünürsün?

Doğru, haklısın. Bir arkadaşım demişti ki, ev dediğin yer, düzenli olarak aynı hareketleri yaptığın yerdir. Aslında burada da var böyle bir mevzu, düzenli olarak oraya gitmemiz bile bunu gösteriyor. Ama ne olursa olsun tam olarak ait hissetmeme da durumu var, yani dikili bir ağacının bile olmaması kötü bir his. Mülkiyetçi bir yerden söylemiyorum bunu ama… Ev yapıp yapamama, alan isteyip istemememe hakkımızın olabilmesi gerektiğini savunuyorum. Aksi türlüsü bir ayrımcılık. Ama bu ayrımcılığa karşı en nihayetinde nasıl bir mücadele şekli gelişiyor? Asıl konu burada. Asıl konu biz ev edinemiyoruz değil, asıl konu nasıl eğilip bükülerek, esneyerek, dimdik durarak değil de şekilden şekle girerek, yaratıklaşarak, garipleşerek nasıl mücadele ediyoruz bugün bu mülksüzleştirme ağlarıyla. Mevzu burada bence. 

Ursula K. Le Guin’le bir ilgisi var mı Mülksüzler isminin?

Var, benzer bir yerden. Orada da başka bir dünya meselesi geçerliydi. Nasıl anlatayım bunu bilmiyorum ama var, ismini Le Guin’in kitabından dolayı da aldı biraz. Ben çok seviyorum Le Guin’i. Ama serginin ismini vargit çiçekleri yapmak istedim. Vargit çiçeklerinin bir tane bile fotoğrafı yok sergide, herkes onu arıyor ama olmaması zaten asıl konu.

Dünya Bin Kapılıdır, duvar enstalasyonu, 200 x 250 cm Folyo baskı + sıvama, çeşitli boyutlarda fotograflar, hahnemühle matt fibre baskı Limba çerçeve, 2024

Biraz vargit çiçeklerinden de bahseder misin? 

Vargit çiçekleri benim 2019’da İstanbul’dan kalkıp annem ve babamla yaylaya gittiğimde karşılaştığım, aslında hep orada olan ama benim annem sayesinde oradayken öğrendiğim bir çiçek. Bu çiçek ortaya çıktığında soğukların geldiğini, artık yayladan inme vaktinin yavaş yavaş geldiğini söylüyor insanlar. Biz annemle video çekip gezerken, spontane bir anda annem çiçekten bahsetti ve o çiçeği kendine ve o yayladaki kadınlara benzetti. Tıpkı sergiye yazdığı metinde de söz ettiği gibi, “vefasız vargit çiçekleri bana git dediler ama ben hiç veda etmedim”, diyor. Ve kendiyle o çiçeğin arasında o bağ kuruşu, o babaların, git artık, evlen, buradan git deyişi gibi, vargitlerin çıkması tomurcuk vermesi gibi, aslında çok da cadı bir yerden ele aldı bunu. Tam olarak nasıl anlatayım? Nasıl toprağı bilen kadındır, doğayı bilen kadındır, yaylada onu elleyen dokunan, ondan şifa bulan, şifayı dağıtan kadındır, ben bunu cadılık diye okuyorum, o yüzden öyle diyorum. Ve kendini yine bir bitkiyle özdeşleştirmesi benim için çok etkiliydi. Hem böyle vargit çiçekleri vefasız olarak okunabilir, hem de vargit çiçekleri kadınlar gibi de okunabilir. Yani iki taraflı açık okunmaya. Zaten sergiye gelmeden çok da ismiyle ilgili bir anlamıyorlar bence insanlar. O da güzel bir şey. Çok tanımlayıcı olmaması yani. Öyle bir yerden çıktı vargit de. Annem videoda gezerken anlattı ve sonra benim için çok etkili olduğu için sergiye de ismini verdim.

Anladığım kadarıyla vargit çiçekleri kışa, soğuğa dayanıklı bir çiçek. Bu da insana kadınların direngenliğini ve gücünü hatırlatıyor. Bu konuda ne düşünürsün?

Evet, çok güzel. Çok fazla şeye, okumaya açık aslında. Nereden tutmak istersen. Ben şunu da söyleyeyim. Her sene o çiçeğin inatla açışı, tıpkı annemin her sene inatla o yaylayı tekrar memleketini, çocukluğunun geçtiği yeri, arkadaşlarının, annesinin, bütün anılarının dolu olduğu yeri tekrar ziyaret etmesi, yine tekrar ediyorum, dikili bir ağacının bile olmadığı yere inatla misafirlik, birini rahatsız etme ihtimaline karşı bile olsa tekrar tekrar gitmesi arasında bir bağ kuruyorum. O çiçeğin o gücüyle annemin direngenliğini bağdaştırıyorum kendi içimde.

Sergide dikkat çeken bir başka şey de, bazı hikâyeler fragman fragman, parçalı hâlde olsa da, bütün sergi tek başına bir hikâyeye de hizmet ediyor gibi. Söz gelimi Pontus sergide kendine yer bulan ayrı bir seri, ama diğer işlerle ortaklaşan bir anlatı var. Bundan biraz bahsetmek ister misin?

Evet çünkü bakan kişi onları bence yorumlama şekliyle birleştiriyor olabilir, zaten birbirine uzak hikayeler de değil. Böyle birleşen parçalı başka işler de var. Mesela aşağı katta orada dokuz tane farklı fotoğrafı aslında bir araya sokuyorum, bu parçalı fotoğraf bence hafızam, çocukluk anılarım. Bu işte de amacım yine yeni bir mekân kurmaktı. Form olarak böyle parçalı olmasının sebebi de hafızanın parçalı olması, hatta sonra doğru artık dağılıyor her şey. Ben bunu çocukluktaki anılara, o ait olamama hâline benzetiyorum bunu. O yüzden o yerleştirme benim için çok değerli.

Ters bir çatıya benzeyen bir işin var, ilk bakışta metalden yapılmış gibi duruyor. Biraz bu işten bahseder misin?

Bu işi 3D printerla yaptık, oraya çok rahat bir şekilde metal de koyabilirdik, alüminyum da koyabilirdik. Ama o kâğıdın uçuşu, üflediğinde uçup gidebilme hâlini benim oradaki evsiz, yersiz, yurtsuz oluşuma yakın bulduğum için materyalin kâğıt olmasını istedim. Çatı ağır bir şeydir değil mi? Burada hafif, yani dibinde taş var ve onu dengeliyor, aşağı doğru tutuyor ama kimisi onu hemen karşısında bir su olduğu için batmak üzere olan bir kayık olarak da okuyor mesela. Ben ters bir çatı olarak koydum. En başta bir evdi o, sonra baktım ki hikâyem çok parçalı, her şey parçalanıyor, aşağıda yukarıda yanda, sağda, solda, parçalı her şey ve hikâyenin kendisi de parçalı olduğu için o zaman bu evi de soyutlaştırıp parçalayalım diye düşündüm ve bu evin sadece çatısını ters bir şekilde koymak istedim, bunun sebebi de hikâyenin tepetaklak oluşuyla ilgiliydi. O tepetaklak olma, parçalanma haliniyse yine bir araya getirerek ama farklı formlarda, farklı şekillerde bir araya getirerek kurmak istedim. Sadece parçalanmak değil, yeni bir araya geliş, yeni bir dünya, yeni bir aile, yeni bir hayatta kalma şekli, mücadele şekli bulmak gibi.

Senin işlerindeki temel izleklerden biri, mekân ve mekânla olan bu dert gibi geliyor bana. Sen bu konuda ne düşünürsün?

İnan bunu bilerek yapmadım. Ben mekân ve ev hakkında çalışacağım demedim. Nasıl Mülksüzler’i yapacağım diye gitmediysem. Ya da burada İstanbul’da çalıştığım Shelter gibi, o da biliyorsun barınak ve kafes anlamına geliyor. Bu isim de aslında farklı şehirlerden gelip İstanbul’da kendimize oluşturduğumuz güvenli alanları temsil ediyor. Toplum açısından ütopik sayılabilecek kadar farklı olan o alanlar. Ama o güvenli alanları bazen kafes hâline de dönüşebiliyor, devlet de belki bilinçli bir şekilde oraya sıkıştırıyor ama oranın dışında da varız biz, var olmak da istiyoruz, işte bunun mücadelesi, bu durumun nasıl aslında bir tür kafese dönüştüğü, ama o kafese karşı nasıl yeni hayatta kalma yöntemleri geliştirdiğimiz söz konusuydu Shelter serisinde de. Onu da bilerek öyle yapmamıştım, hepsinin hikâyesi zamanla oluştu. Bir İtalyan atasözü var, zamanla olan şeye zaman bile saygı duyar, diye, bence gerçekten zamanla ortaya çıkıyor, çünkü emek emek örüyorsun. Ve evet, evle ilgili bir derdimin olduğunu ben de Tom Seymour’un işlerimle ilgili yazdığı bir yazıda fark ettim ki gerçekten böyleymiş yani. Bilinçli yaptığım bir şey değil yani. Takıntım bu demek.

İlk oturduğumuzda bahsettiğin gibi bu sergide kolektif bir üretim süreci var ve bu bir arada olma hâli senin sanat pratiğini de epey etkilemiş gibi. Bana öyle geliyor ki, sanatçılara dair o “dünyadan elini eteğini çekmiş, tek başına çalışan insan” algısını kıran bir sanat pratiğin var. Bu konuda ne düşünürsün?

Kesinlikle. Mesela derler ki sanatçıyı besleyen şey yalnız kalışı, düşünmesidir. Ben insanlarla birlikte düşünüyorum. Senle konuşurken çok fazla şey düşünüyorum. Ben tek başıma yaşayacak, tekil bir insan değilim. Ben kendimi de kolektif olarak hissediyorum, sanki parçalarımın böyle her birini bir arkadaşım oluşturuyormuş gibi geliyor. Benim için çok önemli o bir arada oluş, sürekli görüşmek. Besliyor bu beni, kendime zaman ayırma, kendimi tanıma şeklim sanki insanlar. Böyle gelişti, hep böyleydi. Beslendiğim yer yalnızlık değil, çoğulluk yani bir arada oluş.

Cerattepe Direnişi, Ander, 120×80 cm, hahnemühle matt fibre baskı – limba art box çerçeve, 2016

Aynı zamanda ABD’de de bir sergin oldu. Bu sergi neyle ilgiliydi?

Orada da yine yarı kurgusal bir göç hikâyesi ve sevdiğin yerden ayrılma hikayesi olarak Mülksüzler serisiyle ABD’yi birleştirerek gösterdim. Orada Mülksüzler memlekete veda ve kopuş gibi bir şeyi temsil ediyor, ABD’yi de ABD olarak değil de, Etel Adnan’ın manzaralarına benzer bir şekilde, yeni bir manzara olarak ele aldım ve tüm bunları geniş manzara görmenin o uçsuz bucaksız hissiyle birleştirmeye çalıştım. Nasıl söyleyeyim? Eğer annem ABD’ye göç etseydi, yani tam olarak ABD değil ama eğer annem bu manzaralardan birinde yer alsaydı gibi bir kurmaca yaptım. Bunu da hafif tiye alan bir şekilde yaptım, çünkü tam da Trump seçilmişken, Filistin meselesi varken, göç hakkında her şey üst üste binmişken hepimizin ev hakkında konuşma sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Ev nedir? Burada da bu yüzden serginin adını Mülksüzler koymak istemedim, çünkü mesele sadece mülksüzlük değil. Vargit çiçekleri derken de bu her şey olabilir yani. Nasıl söyleyeyim, evi sadece mekânsal bir ev, tapusal bir ev olarak değil, beden, kimlik, her şey, kurduğumuz evler, içine hapsedildiğimiz evler gibi düşündüm. O yüzden çalışmalarım bu yönde ilerliyor şu anda.

Nurdan Gürbilek’in Ev Ödevi diye bir kitabı var, burada evin, özellikle de aile evinin, bir noktada bir tür hapishaneye dönüştüğünden, oradan çıkmanın nasıl bir şey olduğundan bahsediyor. Sen bu konuda ne düşünürsün?

İşte yeni aileler, yeni evler, hayat buradan çıkmakla mümkün. Gelecek burada. Bunu yaptık, yaptık, yapamadık, çöküş demek. Artık bu sistem yürümüyor. Çürüdüğü, yürüyemediği, ilerleyemediği, yok ettiği, mahvettiği belli. Queer hayatlar kurmamız lazım. Benim içimden gelen ve inandığım şey bu. Yeni aile şekilleri kurmak. Ve evet, aile evleri hapishaneye dönüşüyor, bir şekilde devleti de koca bir aile gibi görürsek, hani devlet baba falan da derler, buna kocaman bir çatı diyelim, Türkiye’de de o çatının altında sıkışmış kalmış haldeyiz. Ev üstümüze çöktü resmen, buradan çıkmaya çalışıyoruz. Bütün arkadaşlarım gitmeye çalışıyor. Ben öylesine göçten bahsetmiyorum bence. Hissettiğim derin bir yıkım var. Bütün arkadaşlarım gidince ne hissediyorum biliyor musun? Arkada kalmış hissediyorum. Ve ben de gitmek istiyorum tabii ki. Gideni suçlayabilir misin? Suçlamıyorum, o anlamda söylemiyorum. Bizi kaybediyorlar. Ve benim arkadaşlarımı kaybetmeme neden oluyorlar. Bu konuda bu kadar çok hissediyorken tabii ki bundan konuşacağım. Ama nasıl konuşacağım işte, orada bu konuyu nasıl eğip büktüğüm meselesi önemli. Ben bunu direkt değil de daha eğip bükerek, daha kurgusal bir göç düşünerek, biraz tiye alarak böyle bir şey yaptım. Ama çok derin bir acı da var tabii ki. En sevdiklerim teker teker gidiyor. Ve kalan hissetmek de kötü bir şey bir şey.


Görsele tıklayarak Telif Kumbarası kampanyamıza erişebilir ve destek verebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Esra Özdoğan ile hayalet imgesini fotoğrafın olanakları ve edebiyat-sanat ilişkisi üzerinden konuştuk.

Gündem

Savaşlar, protestolar, gelişen teknolojiler, büyüyen sanat piyasaları ve polemikler… Sanat dünyasının bu yıl öne çıkan tartışmalarını derledik.

Gündem

Sergi katalogları, sanatçı kitapları, biyografiler, araştırma kitapları… İşte karşınızda 2024’ün öne çıkan sanat kitapları...

Gündem

Argonotlar ekibi olarak yıl içinde gördüğümüz, dikkatimizi çeken sergilerden bir seçkiyi bir araya getirdik.

© 2020

Exit mobile version