Loft Art Project’te gerçekleşen “İçimdeki Şarkılar” sergisi, 30 yılı aşkın süredir bağımsız bir sanatçı olarak üretim yapan Nazan Azeri’nin pratiğini mercek altına alıyor. Sergi, Nergis Abıyeva küratörlüğünde içsel ve dışsal çatışmaların yanı sıra kişisel ve toplumsal hafızanın metaforik dönüşümü üzerine Azeri’nin asamblaj, fotoğraf, resim, video gibi farklı disiplinlerdeki eserlerini bir araya getiriyor.
Türkiye sanatında farklı dönemlerde farklı ifade biçimleri geliştirebilmiş ve bunu yaparken özne olarak insanın ontolojisini merkezine almayı başarmış bir sanatçı olan Azeri, bir kadın sanatçı ve anne olmanın yanında farklı var oluşların -çocukluğun, tabiatın ve hayvanın-hakikatlerini de insan ontolojisine dair arayışının parçası yapabiliyor. Bu manada sanatımızın son 30 yılı içinde gelişen yeni eğilimlerin sözcülerinden biri olarak zikrediliyor. Nazan Azeri ve Nergis Abıyeva’yla bir söyleşi gerçekleştirdik.
“İçimdeki Şarkılar” sergisi son dönem işlerinizin yanı sıra serginin küratörü Nergis Abıyeva’nın tercihi olarak üretim pratiğinizle ilişkilendirecek geçmiş işlere de ev sahipliği yapıyor. Sergi sürecinden bahsedebilir misiniz?
Nazan Azeri: Sergi süreci, Loft Art Project’ten aldığım sergi davetiyle başladı. Tüm işlerimin içsel bir süreklilik ve bağlantı içerdiğinin farkındaydım ve bunu sergide göstermek istedim. Sergilenen son dönem çalışmalarla Dönüşüm (2002) ve Büyümek (2003) gibi işlerim arasında bu bağı doğrudan göstermek fikrindeydim. Serginin küratörü olması için davet ettiğim Nergis Abıyeva ise 2000’li yılların başından, bazıları daha önce görülmemiş işlerimi sergiye dahil etmek istedi. Sergi kitabındaki yazılarda ve sergi konuşmasında tüm çalışmalar arasında yeni fark ettiğim bağlantılar, çok doğru bir karar vermiş olduğunu gösteriyor.
“İçimdeki Şarkılar”da yeniden sergilenen, 2000’lerin başına ait Bir Gün, Öznebenkahraman, Bennesneler gibi işlerde ev, ev içi emek ve annelik rolü ön plana çıkıyor. Nergis, bu işleri sergiye dahil etme sürecinden bahsedebilir misin?
Nergis Abıyeva: Küratoryal pratiğimin süreçsel ve sanat tarihsel olduğunu söyleyebilirim. İşleri seçmek, izleği kurmak, metni yazmak benim kendimi gerçekleştirdiğim alanlar. Solo sergilerde zamanda sıçramalı ve sanatçının daha önceki işleriyle bağ kuran, birbiriyle diyalog içindeki çalışmalara yoğunlaşıyorum. Nazan Azeri’yle Nisan 2024’ten beri belirli periyotlarla bir araya geldik ve arşivine, eski işlerine daldık. Bu serginin merkezine feminist sanattaki ihtimam, ev içi emek, görünmez emek gibi kavramları koymayı önerdim. Azeri’nin 2000’lerin başında yaptığı Bebek, Bir Gün, Bennesneler, Öznebenkahraman gibi toplumsal düzeni, ailenin ve bakım vermenin “kutsallığını”, cinsiyetin performatif vehçelerini taşlayan çalışmalarını yeniden gündeme getirmek istedim. Bu işlerin bazıları yalnızca bir kez gösterilmişti, bazıları hiç gösterilmemişti. 2000’lerin başında kendi imkânlarıyla yeni teknolojileri öğrenen, video, fotoğraf, enstalasyon denemeleri yapan bir sanatçının ıskalanmış işlerini yüzeye çıkarmak çok heyecan vericiydi.
2000’lerin başından işleri yüzeye çıkarırken nelere dikkat ettiniz?
Abıyeva: Fotoğraf teknikleri 2000’lerin başından günümüze kadar çok değiştiği için sergiye dahil edeceğimiz fotoğrafların yeni baskılarını almamız gerekiyordu. Bu kısımda Niyazi abiyle epey mesai yaptığımızı söylemeliyim. 2021’de OMM’da “Günün Sonunda” sergisinde de gösterilen Büyümek (2003) adlı triptik işin bu sergide ayrı ayrı baskısını almak ve böylece Unutulmuş Zaman ve Şimdi serisinin anıtsallığıyla diyalog kurmasını sağlamak gerekiyordu.
Loft Art’ın mekânının imkânları dahilinde Bennesneler adlı çalışmayı da bir köşe enstalasyonu olarak sergilemek istedim. Futbol topları ve peruklardan oluşan Hermafroditbennesne ise, yer enstalasyonu olarak sergilendi. Bebek ve Bir Gün video çalışmalarında da.
Bebek, Misafirler ve Bennesneler işlerinde ön plana çıkan grotesk bir anlatım var. Bu üç işte de kadının ev içi rollerinde kendine yabancılaşmasını izliyoruz. Burada nesnelerle nasıl bir ilişki kurdunuz? Bugün sergideki resimlerde gördüğümüz naif kadın figürlerine bu noktadan nasıl bakmalıyız?
Azeri: Bebek (2000) adlı video art çalışma stop-motion tekniğiyle yapıldı. Bebeğin kollarına hareket kazandırmak için dirsek kısımlarından eklem yerlerini kesip hareketlerini yapabilmesi için onu arkadan oynatırken, oğlum Alican da tek seferde çekimi gerçekleştirdi.
Bennesneler (2002) çalışmasında ise çok eski komşum Cemile Gordi yer aldı. Kendisi pek çok kadın gibi bir hayat sürüyordu. Dillerin tüm erilliği içinde her zaman görmezden gelinmiş, normalize edilmiş, gözden kaçırılmış, olağanlaştırılmıştır kadının ev içi emeği. Kadının, koluyla bir göbek kordonuymuşçasına bağlandığı nesneler… O nesnelere sıkışmış, bozulmuş, çarpık çurpuk olmuşluk… Bir yüzleşme hali. Uras Kızıl, kitaba yazdığı yazısında Bir gün, Bebek, Büyümek gibi işlerimde özne ve nesnenin sürekli yer değiştirmesine dikkat çeken önemli analizler yaptı. Misafirler (2001) adlı çalışmadadaUras’ın bahsettiği gibi, bir kadın (ben) kendi evinin salonunda tıpkı bir kız çocuğunun bebeklerle oynadığı gibi, çocukken oynadığı evcilik oyununu yeniden oynuyor. Kadının yetişkin haliyle bebeklerle oynaması yadırgatıcı, tedirgin edici, sorgulatıcı grotesk bir sahneye dönüşüyor. Dediğiniz gibi bu işlerde, aslında tüm çalışmalarımda grotesk bir dil var.
Sergide seramikleriniz ilk kez sergileniyor. Bunlar nasıl dahil oldu?
Azeri: Her farklı malzeme insanın ufkunu farklı şekilde açıyor ve önüne farklı ifade olanakları sunuyor. Seramiğe ilgim merakla başladı. İki senedir Halk Eğitim Merkezi’nde seramik dersi aldım ve çeşitli denemeler yaptım. Nergis onların içinden üç tanesini seçerek sergiye dahil etti.
Sergide yer alan Annemin Gelinliği işinizden bahsedebilir misiniz?
Azeri: Annemin Gelinliği (2007-08) başlıklı fotoğraf ve video çalışmalarına başlamadan önce sanat üretmeye 3 yıl kadar ara vermiştim. Sanat ve sanat ortamı hakkında kuşkuya düşüp uzaklaştığım bir dönemdi. Karşı Sanat’ta “Annemin Gelinliği/Örtemeyen” (2008) başlıklı sergiyle bu dönemi kapatmıştım. Yine tamamen sezgisel başlayıp gelişen bir üretim süreciydi. Annemin Gelinliği isimli çalışma serisi dünyanın haline, gelmekte olan, hatta içinde yaşadığımız çağın fırtınasına, kadının konumuna dair de pek çok şey söylüyor.
Sergide yer alan Unutulmuş Zaman ve Şimdi serisi mavi ve kırmızı renklerde kompozisyonlardan oluşuyor. Nergis Abıyeva’nın işaret etmesiyle fark ettim ki bu renklere olan duyarlığınız çok daha eskilere dayanıyor. Bu renkler nelere referans veriyor? Neden bu kadar göz önündeler?
Azeri: Batı sanat tarihinde Giotto ile birlikte ruhsal, kutsal ve eril olanının alanı ilk kez altın renginden maviye dönüşüyor. O zamandan beri mavi, kutsal ve her zaman erile ait olan alanı boyuyor. Kırmızı ise kan, adet kanı ile bağıntılı yaşam ve ölümü de içeren canlılığa, bedensel olana ait alan olarak görülüyor ve dişillikle ilişkilendiriliyor. Nergis önemli bir şey fark etti. Öznebenkahraman (2003) başlıklı Superman’i konu edindiğim eski bir çalışmamda da bu renkler hâkim. İsa’nın giysisindeki renklerden Superman’in kırmızı- mavi giysisine kadar izi sürülebilir bir aktarım bu.
Unutulmuş Zaman ve Şimdi başlıklı çalışmalarda kutsal ve erile dair olan rengi kırmızının ait olduğu içkin alana çekip, her iki rengi resmin içindeki hayvan, insan, bitki gibi tüm elemanlara merkezsiz ve eşitleyici biçimde paylaştırdığımı sonradan fark ettim. Burada renklerin eril-dişil hiyerarşisi kırılıyor. Bedensel olarak algıladığımız, bedenimizin bildiği bir durumun eylemden sonra farkına varılması ve çözümlenmesi gibi. Bedenlerimiz algılıyor ve düşünüyor; kendince düşünüp tepki gösterdiği farklı bir dili var sanki.
Basın yemeğindeki sohbetimiz esnasında “Ben sanat üretmek amacından ziyade oyun oynuyorum. Her şey benim için oyun…” tarzı bir argümanda bulunmuştunuz. Oyunu biraz açabilir miyiz? Mesela oyuncak bebeklerle gerçekleştirdiğiniz performanslar, fotoğraf ve videolar bir evcilik oyunu fikri veriyor, bu bağlamda yine kadınlık, annelik, patriyarkal düzende kadının yeri ilk akla gelenler arasında.
Nazan Azeri: Çalışmaya özellikle bir sanat yapıtı üreteceğim gibi bir iddiayla başlamıyorum. Bedenimde hissettiğim duyumsamanın peşinden gidiyor, içgüdüsel, sezgisel olarak başlıyorum. Süreçte ortaya çıkan şeylere kendimi kaptırıp çağrışımlarla ilerliyorum. Bu bir video olabilir, sahneler hazırlayarak ya da performe ederek bir sürü fotoğraf çekmiş yahut yüzey üzerinde bir şeyleri yan yana getirmiş olabilirim. Bedenimde hissettiğim duyumsama tetikleyici oluyor. Ortaya çıkan şeylerin iyi olduğunu hissediyorsam saklıyorum, sonra da onlara son şeklini veriyorum ki orası aklın ve bilginin de işin içine girmeye başladığı, her şeyin derlenip toplandığı yer. Süreç oyun gibi gelişiyor, yaparken öğreniyorum ve daha önce bilmediğim bir durumla karşılaşıyorum ki, sürecin en heyecan veren yanı da bu.
Huizinga’nın söylediği gibi insan oyunla dünyalar kurar. Efsaneler, dinler, masallar olduğu kadar, sanatın pek çok alanı oyun kategorisindedir ona göre. Yaratıcı olan, kurulu oyunu oynama değil, oyunu kurmadır Huizinga’ya göre. Çünkü size yeni imkanlar açar. Bu anlamda sanatta potlaç içeren oyunlar vardır. Schiller, insanın doğal eğilimleri ile akıl ve düzen içtepisi arasındaki bölünmüşlüğün ancak insandaki üçüncü bir içtepi olan oyun içtepisiyle dengelenebileceğini, estetiğin bu ikisi arasındaki bağı ve dengeyi kurmakla ilgili olduğunu, oyun içtepisinin de çocukların yanı sıra sanatta ortaya çıktığını söylüyor.
Oyundan biraz da ritüellere geçmek isterim. Aynı gün rollerin altını oymak için bir nevi potlaç kurguladığınızdan bahsetmiştiniz. Potlaç oyununu mu kastettiniz? Bunu da açmanızı isterim.
Azeri: Huizinga’ya göre Agon (yarışma) gibi potlaç da oyundur. Potlaçta malların cömertçe saçılması ya da tahrip edilmesi gibi iki yanlı bir hareket ile bu hareketin içerdiği meydan okuma ve onurunu koruma ve kurtarmaya yönelik bir içerik vardır. Örneğin Dada hareketi içinde bu tip potlaçvari unsurları çok görüyoruz. Duchamp Rönesans’ın en önemli eserlerinden olan Mona Lisa’ya sakal bıyık takıyor. Dadacı eylemlerde, Rönesans ile süregelen burjuva değerlerine olan inancını kaybetmiş sanatçıların kendileriyle birlikte insanlık onurunu kurtarmak adına yaptıklarında; sembolik anlamda o kültürü imha etme, imha ederek meydan okuma, meydan okuyarak insanlık onurunu kurtarmayı içeren potlaçvari bir oyun karakteri var. Çalışmalarım, Dada ve Sürrealizm’in bu oyuncu tavırları ile sanki yer yer yakınlık gösteriyor. Nergis de katalogdaki yazısında bebeklerle yaptığım çalışmalarla Dada bebekleri arasında yakınlıklar kurmuştu.
Abıyeva: “Görsel Sanatlarda Oyunsallık; Rönesans, Dada, Sürrealizm” başlıklı doktora tezini 2000’de tamamlayan Azeri’nin akademik çalışmalarıyla sanat pratiği arasındaki güçlü bağlar, bu serginin izlek noktalarından oldu. Bu bağlamda Azeri’nin oyuncak bebeklerle yaptığı ve aslında oyun oynamaya devam ettiği işleri Dadaist bir tavrın uzantısı gibi. Azeri’nin pratiğindeçocukluk, çocukken oynadığımız oyunlar, “yetişkin” hayatımızda da oyun performansının devam etmesi, evcilik oyunundan evliliğe giden yol, bakım vermenin gerilimi gibi meseleler karşımıza çıkıyor. Oyunbozan bir üslup söz konusu.
Nergis, sergiyi gezerken Nazan Azeri’nin çağdaşlarıyla olan etkileşimini anlatmak için “kız kardeşlik” tabirini kullanmıştın. Tam olarak kastettiğin neydi?
Abıyeva: Bunu fark etmene sevindim çünkü ben sanatçıları kahramanlaştıran solo sergileri pek sevmiyorum. Solo serginin fıtratında bir tür kahramanlaştırma meselesi olsa da bunu bir şekilde kırmaya çalışıyorum. Nazan Azeri 1990’lar sonu, 2000’ler başında bağımsız bir şekilde üreten, birbirilerinin sergilerine giden, bir araya gelip sergiler düzenleyen ve yapan bir kuşağın sanatçısı. Hemen hepsi resim eğitimi alan, alternatif, deneysel ve oyunbozan bir üslup peşinde koşan, birbirlerinin yaptığından haberdar olan bir kuşak. Efsanevi “Aile’ye Mahsustur” sergisinde yer alan işleri yeniden sergiliyorken, o döneme ve kız kardeşliklerine referans vermek istemiştim.
Nazan Hanım sizin de tanıklıklarınızı biraz daha açmanızı çok isterim.
Azeri: 2000’li yılların en başlarında sanatçı arkadaşlar olarak oldukça sık buluşur, ortak dertlerden hareket ederek ortak sergiler yapardık. Karşı Sanat Çalışmaları bu anlamda oldukça desteklemiştir sergilerimizi. Sadece sergi değil, eğlencelerimiz de ortak olurdu. Sık sık buluşup eğlenmeye de giderdik. Yaşam paylaşımı gibi. Buna kız kardeşlik denebilir.
Sizi tanımlarken yine de feminist sanatçı söyleminden imtina ediyorum. Erken dönem işlerinizin toplumsal cinsiyet ekseninde gezindiği aşikâr ama ben sizi tanıdığım kadarıyla daha varoluşçu bir yerden bu konuları ele aldığınızı düşünüyorum. Kimliklerden arınma sanki tüm eleştirel tutumun önüne geçiyor. Bunu erken dönem işlerinizde kullandığınız yıkıntılarda da görüyorum. Bu konuda ne düşünürsünüz?
Azeri: Kimliklerden arınma tespiti gerçekten doğru. Daha varoluşsal bir yerden baktığım da doğrudur. Cinsiyet olarak kadın ya da erkek olabiliriz ama cinsiyetlendirilmek üzerinden kimliklendirilip bu yolla üzerimde hiyerarşiler kurulmasından hoşlanmıyorum. Keşke öyle bir noktaya gelebilsek. Gerçekçi olmak gerekirse, bu istek feminist mücadeleyi küçümsediğim, önemsemediğim anlamına gelmiyor. Hem eylemsel hem düşünsel anlamda vermiş oldukları önemli bir mücadele var, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle ilgilenmek anlamında. Bugün özellikle Türkiye’de içinde bulunduğumuz noktada kadın mücadelesinin çok kritik, önemli ve şart olduğunu düşünüyorum.
Abıyeva: Feminizm, tam olarak toplumsal cinsiyet eşitsizlikleriyle ilgileniyor zaten. Türkiye’de de dünyada da üretimleri feminist sanat bağlamında değerlendirilse de “feminist” olarak tanımlanmak istemeyen çok sanatçı var. Bunun en önemli sebebi, sanıyorum ki feminizmin algıdaki yeri. Hâkim söylem feminizmi düşmanlaştırıyor. Bell Hooks, Feminizm Herkes İçindir kitabında erkeklerin, tabii ki feminizmi erkek düşmanlığı olarak karakterize ederek, dikkatleri erkek tahakkümünün taşıdığı hesap verme mecburiyetinden başka bir yöne saptırdığını yazıyor. Yine de söz konusu sanatçıların çoğu 1990’larda kendine feminist demekten imtina etse de günümüzde artık feminizmi bir söylem olarak da özgürce kucakladıklarını görüyoruz.
Azeri’nin işlerinde gerginlik ve humour iç içe. İşlerinin oyunbozan, tat kaçıran bir tarafı var. Bu da tam olarak feminist sanata içkin. Dolayısıyla 2000’lerde kendini göstermeye başlayan kuşak içinde sağlam bir yeri olan Azeri’nin işlerinin feminist sanatın iyi örnekleri arasında yer aldığını düşünüyorum.