Günümüzde sanatsal üretim bir yanıyla yalnızlığı gerektiriyor. Çoğumuz, mesaisi olmayan ve çoğunlukla da atölye olanağından yoksun bir sanatçının gün içinde nasıl üretim yaptığından habersiziz. Tabii bir yandan da sanatçıların kurumlarla işbirliği süreci uzun toplantılar, tartışmalar ve seyahatlerle ilerliyor. Peki, küçük yaşta çocuğu olan ebeveyn bir sanatçı bütün bu süreci nasıl yürütüyor? Gün içinde mesaisinin ne kadarını çocuğuna, ne kadarını sanat üretimine, ne kadarını toplantılara, ne kadarını sergi kurulumuna ayırabiliyor?
Sanat dünyasında çalışan herhangi bir annenin de onaylayabileceği gibi, ebeveynlik özellikle kadın sanatçılar için hâlâ kutlanması gereken bir şeyden önce bir kariyer mücadelesi olarak görülüyor. Geçmişten bugüne bu algıyı değiştirmeye yönelik birçok kişisel ya da kolektif girişim elbette bu toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın dozunu azaltmış olsa da henüz tamamen ortadan kaldırmış değil.
Anneler Günü vesilesiyle sanatçı Zeyno Pekünlü’ye deneyimlerini yazmak isteyip istemeyeceğini sorduk. Pekünlü, bunu bir de ebeveynlik deneyimi olan erkek bir sanatçıya sormak gerek dedi. Ve Antonio Cosentino’yla gerçekleştirdikleri bu sohbet ortaya çıktı. / Kültigin Kağan Akbulut
Zeyno Pekünlü: Sevgili Antonio, Argonotlar bana anneler günü için annelik ve sanatçı olmakla ilgili bir yazı ya da söyleşi hazırlamak ister miyim diye sordu. Üzerine uzun uzun düşündüm yapmak ister miyim diye. Bir yandan aktarılmasının çok önemli olduğunu düşündüğüm tecrübeler birikiyor, bunları paylaşmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan çocuk sahibi olmanın hemen “annelik”, “babalık”, “aile” gibi tarihsel ve toplumsal olarak yüklü kurum ve kavramlarla birlikte düşünülmeye başlanmasını, bu etiketlerle birlikte anılması verdiğimiz mücadele açısından riskli buluyorum. Örneğin henüz başında olduğum çocuklu insan hayatımda annelik ve babalık kelimelerini kullanmaktan kaçındım, bunun yerine her ne kadar “baba” kelimesinden türemiş olsa da güncel kullanımını sahiplenerek ebeveyn kelimesini kullanmaya, bakımı üstelenen kişi ya da kişilerin görevini en azından dil düzeyinde eşitlemeye çalıştım. Uzun lafın kısası, bu söyleşiyi yapsam mı yapmasam mı diye düşünürken aklıma seninle yaşadığımız kısa bir an geldi ve beni gülümsetti.
Küçücük bir bebekle ortalarda dolaşırken, karşılaştığım çocuklu tüm arkadaşlar ”İlk 6 ay zor”, ”İlk 1 seneden sonra kolaylaşacak”, ”Konuşmaya başlayınca daha rahatlayacaksınız”, “Yürümeye başlayınca işler daha zor olacak” gibi yorumlar yaparken, sen “İlk 20 sene çok önemli” demiştin. Beni en çok güldüren, içinde bulunduğum durumun gerçekliğiyle ve aslında hiç bitmeyecek bir sürece girmiş olmamla yüzleştiren bir yorum olmuştu. Gülümsüyorsam başlamak için iyi bir yerdir diye düşündüm ve çocukları çok farklı yaşlarda olan iki ebeveyn sanatçı olarak söyleşmek, bu sayede belki aradan geçen senelerde bu konuya yaklaşımların da nasıl değiştiğini görmek istedim.
Ben henüz lisans eğitimimi resim bölümünde yaparken çoğunluğu erkek olan hocalarımızdan en çok duyduğumuz şeylerden biri kadınların sanatçı olamayacağı, günün birinde çocuk sahibi olunca kariyerlerinin sona ereceği idi. Bunun kadın öğrencilerin yüzüne defalarca söylendiğine şahit oldum. Kadınların illa ki çocuk sahibi olmak istemeyebileceğini düşünen hocalar da vardı ama bunlar bile konuyu ciddiye alınacak sanatçılar olmak istiyorsak çocuk sahibi olmamamız gerektiğini söyleyerek anlatıyorlardı. Bunları yıllar sonra bile farklı kuşaklardan kadın sanatçılar olarak aramızda konuşuyoruz ama hiçbir zaman aynı eğitimden geçmiş bir erkek sanatçıya sormadığımı fark ettim. Sonuçta aynı okulun, aynı bölümün mezunlarıyız. Erkek öğrencilere de benzer yorumlar geliyor muydu? Ya da senin yanında hiç kadın öğrencilere böyle yorumlar yapıldığına şahit oldun mu? Olduysan o zaman ne hissettin? Şimdi geriye dönüp bakınca ne düşünüyorsun?
Antonio Cosentino: Şimdi senden dinleyince hatırladım elbet, bahsettiğin görüş ben öğrenciyken erkek sanatçı miti olarak hem hocalar, hem asistanlar tarafından kadın öğrencilere sık sık telkin ediliyordu. Bir bohemlik çerçevesi çizip bunun da asla ve asla bir evlilikle ve ardından çocukla bağdaşmayacağı, böyle bir durum olursa kadın öğrencilerin sanatçılık kariyerini peşinen unutmaları gerektiği söyleniyordu. Bu söylem genelde hocaların ve asistanların kadın öğrencilerle kurmaya çalıştıkları ilişkinin mottosu gibiydi. Vermeye çalıştıkları mesaj havailiğin, sanatın, başarının ve daha birçok hülyanın bu “özgürlük alanında” saklı olduğuydu. Kısa zaman içinde onların birer küçük memur olduklarını gördük.
Bu rezil diyebileceğim görüşleri zikretmelerindeki mantık onları -kadın öğrencileri- doğal birer asistan, mürit ve potansiyel sevgili konumunda görmeleriydi. Yıllarca eğitim vermiş bir hoca, hangi profilde öğrencinin okula geldiğini en iyi analiz edebilecek kişidir. Bu analizlerini bir potansiyeli açık tutabilmek için kullandıklarını düşünüyorum. Buna ilaveten ikinci bir yol da kadın öğrencilere kötü davranarak bir tür “baba” figürünü tekrar canlandırmak, gelen öğrencinin geçmişten taşıdığı olası bir “sevgi açığı” duygusunu kullanabilmekti. Bir aşağılanma paterninin yeniden sahnelenmesi.
Bu patriarkal öğrenim düzeninde, erkeklerle kurulan ilişki daha çok bir kötü davranma üzerine kuruluydu. Biz hocamızın odasına giremezdik, girsek bile kısa sürede kovulurduk, belki arkaik bir biçimde erkek öğrenci potansiyel bir rakip olarak görülürdü. Bunu aşabilmiş erkek hoca gerçekten çok azdı.
ZP: Evet, gerçekten de biz zaman içinde kadın kadına deneyim aktarımlarıyla bu ilişkileri en azından bir vadede konuşabilir hale geliyoruz. Ancak erkeklerin birbiriyle ilişkilenme biçimleri hele de arada bir hiyerarşi varsa, rekabet varsa sorgulanmadan ya da çok daha az sorgulanarak geleceğe aktarılmaya devam ediyor.
Peki ebeveynliğe dönersek; şimdi kaba bir hesap yapınca fark ediyorum ki Hafriyat yılları senin ebeveynliğinin ilk yıllarına denk geliyor. Hep kadınlara sorulan soruları sana sorsam? Bu kadar hareketli bir süreçte hem kendi sanatçılığını, hem Hafriyat’ın emek ve zaman yoğun süreçlerini, hem ebeveynliği nasıl idare ettin?
AC: Genç yaşta baba oldum diyebilirim. Neyi nasıl yapacağımı bilmediğim dönemlerdi. Şimdi düşünüyorum da insanlara araba teslim etmeden önce bile yıllarca kursa tabi tutuyorlar ama çocuk söz konusu olduğunda doğal annelik babalık ebeveynlik içgüdülerine güveniliyor. Baba olmanın sevinciyle, ki çok güzel zamanlardı, yeni duruma çabuk alıştım.
O dönem çocuğun annesi düzenli bir işte çalıştığından evdeki sorumluluklar bana düşüyordu. Sabah kalkış, ardından beslenme, gezi… Süt zamanı geldiğinde istisnasız her gün arabaya bindirip annesinin işyerine götürüyordum emzirme keyfinden mahrum kalmasın diye. Anne işten geldiğinde akşamüstü gibi kendi bölgemde başka bir maceraya, resim yapmaya çekiliyordum, işlerimi düzenlemeye çalışıyordum. Çoğu zamanlar annesi geciktiğinde ya da bir işi çıktığında kalan enerjimle üstesinden gelmeye çalışıyordum. Dedim ya gençliğin verdiği coşku bunları bir zorluk gibi algılamamamı sağladı. Okula gittiğim zamanlar çocuğumu da alıyordum, her yere onunla gidiyordum. Alışveriş, yemek yapmak, gerekli bakımlar ve ardından gelen kendi zamanım… Tüm günümü kaplıyordu bu akış.
Daha sonra adaya taşındık ve yaklaşık bir beş senem bu tempoyla geçti. Yuvaya başladığı ilk gün onu içeride bırakıp çıktıktan sonra hem büyük bir boşluk hem de garip bir üzüntü duydum. Birlikte öylesine çok zaman geçirmiştik ki bir anda ne yapacağımı şaşırmıştım. Şimdi düşünüyorum neredeyse en verimli yıllarım olmuşlar. Hem çocuğumla zaman geçirmek duygusal bir doygunluk getirdi, hem de çocuk bakımı için yardım alamayan kadınların nasıl bir çaresizlik ve hapsolmuştuk duygusu içinde olduklarını görebildim, tecrübe edebildim. Neticede yine de şanslı sayılırdım, anne işten geldikten sonra kendi dünyama çekilebileceğim bir zamanım vardı, aynı evde olsak bile.
ZP: İlk başta da dediğim gibi ikimizin tecrübeleri 20 senelik bir arayla gerçekleşiyor. Sence bu süreçte sanat camiasında ya da kurumlarla ilişkilerde neler değişti? Buna dair gözlemlerin var mı? Örneğin ben yaşadığım birkaç saçma tepki hariç bu konuda görece şanslı oldum. Yurtdışına davet eden kurumlara küçük bir çocuğum olduğunu açıkladığımda, ben işimi yaparken ona bakabilmesi için partnerimin de benimle gelmesi gerektiğini söylediğimde olumsuz yanıtla karşılaşmadım. Her zaman uçak biletleri alındı, kalma masrafları karşılandı. Ya da pek çok toplantıya çocukla birlikte katıldım ve herhangi bir ters tepkiyle karşılaşmadım. Bunun bir kısmının şans olduğunun farkındayım zira başka kurumlarla olumsuz tecrübeler yaşayan arkadaşlarım da var. Bizden önce verilen mücadeleler burada çok önemli, o yüzden bazen cevabın olumsuz olacağını tahmin etsem bile aynı soruları soruyorum ki bana hayır deseler bile belki benden sonra soracak olanlara ufak bir yol aralanır. Senin başına neler geldi? Kaçan fırsatlar, kalbini kıran yorumlar oldu mu?
AC: Çocuğuma baktığım dönemde gençtim ve henüz uluslararası sergilerle çok haşır neşir değildim. Ama “zamanımı geçirme” şeklime çocuk dahil olmuştu ve bu bana bir külfet gibi gelmiyordu. Zaman zaman yorulmuş hissetsem de 12 saati bulan yoğun beraberlik unutulmaz bir deneyimdi. İnsanların birbirlerine verebilecekleri en kıymetli şeyin zamanları olduğunu düşünüyorum. Kurumlarla girmiş olduğun bu ilişkide kurumun bu birlikte geçirilmek istenen zamana saygı duyması ve taleplerini karşılamaları bence muhteşem ve gerçekten şanslısın. Ben daha çok kendime kalan zamanda kendi hayallerimin de izini de sürebileceğim konusunu tecrübe ettim ve sanki oldu da. Kişisel sergilerime hazırlanmak, dahil olduğum Hafriyat grubunun projelerine devam edebilmek, bunların hepsi gerçekleşti. O yıllara dair hatırladığım daha çok bir esenlik duygusu.
Zaman zaman kendi tabiatıma bağlı olarak endişelendim de. Belki bu endişelenmek kısmı beni daha çok hırpaladı. Çocuğumdan uzak kaldığım her an benim için bir kayıp duygusu olarak şekilleniyordu. Bir “fırsat” ve çocuğumla geçireceğim zaman bir terazide olsalar ağırlığımı çocuğumla geçirdiğim zamana doğru verirdim. Hızla akıp giden zaman içinde gelişim çizgisinden uzak kalmak sanırım benim için kaçan en büyük fırsat olurdu.