17. İstanbul Bienali

17. İstanbul Bienali katılımcılarını tanıyalım: KONDA

Bienale katıldıkları veri görselleştirmesi çalışmasıyla Türkiye’nin sosyolojik bir fotoğrafını çekmek isteyen KONDA’yla elde ettikleri verilerin çıkardığı resme birlikte bakıyoruz.

17. İstanbul Bienali kapsamında KONDA'nın hazırladığı Harman/Blend çalışmasından görünüm. Fotoğraflar: Sahir Uğur Eren.

KONDA, 1986’da kurulan bir araştırma, danışmanlık ve kamuoyu yoklama şirketi. 2010’dan bu yana, her ay siyasi tercihleri ölçen “KONDA Barometresi” anketlerini gerçekleştiren; kişi ve kurumların taleplerine özel, anketlerle siyasi ölçümleme ve danışmanlık hizmeti sunan oluşum bu kez 17. İstanbul Bienali’nde dikkat çekici bir işe imza attı. Blend – Harman adını verdikleri işinde toplumun farklı dinamiklerini oluşturan çeşitli kümelerdeki insanlara hoşgörü ve sosyal mesafe ekseninde sorular yönelten KONDA bienal süresince elde ettiği verilerle sosyolojik bir analiz ortaya koymayı hedefliyor.

Türkiye’deki güncel tartışmaların odağında sıkça yer alan ‘kutuplaşma’ ve ‘toplumsal mesafe’ olgularını merkeze alan çalışma bienalin kompost yapısına vurgu yaparak bir Türkiye fotoğrafı sunuyor. Araştırma, toplumsal kutuplaşma denen durumun aslında bireylerin katı ve sabit konumlar almaksızın, toplum içinde ayrılık ve değişken bir şekilde özdeşlikler kurduğu veya kendisiyle arasında mesafe koyduğu, akışkan süreçlerin bir sonucu olduğunu gösteriyor. Bir nevi toplumsal bir harita üzerinden yorumlamalara açık bir veri görselleştirmesi sunan iş, bilgi ve görüşlerin dinamik bir şekilde kompostlaştığı bir toplumsal çelişkiler haritasını gözler önüne sererek bienali; hem demografik bir mercek hem de sürekli bir değiş tokuşun yaşandığı hareketli bir alan olan örgütlüyor. Bireylerin bakış açılarının belirsizlik durumlarıyla birleşerek nasıl dönüştüğü kısa ve öz biçimde sunuluyor.

Toplumsal hareketlerin nabzını tutmayı önceleyen ve toplumdaki yerleşmiş önyargıları kırmak için yeni yollar arama hedefinde olan KONDA’nın genel müdürü Aydın Erdem’le bienalde yer aldıkları Blend-Harman işinin detaylarını konuşarak elde ettikleri verilerin ışığında nasıl bir Türkiye fotoğrafına ulaştıklarını analiz ettik.

KONDA ismini kamuoyu genelde toplumsal araştırmalar neticesinde biliyor. Bu kez bir sanat organizasyonu içerisinde yer aldınız. Bienale katılımınız nasıl bir yaklaşımla oldu, süreci biraz anlatır mısınız? 

İKSV, bizim KONDA olarak yakın temas ve işbirliği içinde olduğumuz bir kurum. Bu çerçevede bienalin başlamasından iki sene evvel İKSV ekibi üç küratörle bizi bir araya getirdi. Toplantıdaki amaç Türkiye toplumunun farklı boyutlarıyla daha rasyonel bir şekilde sayılara dayanarak anlatılmasıydı. Çünkü böylesi bir sanat etkinliğinin küratörlerinin Türkiye’yi bu şekilde tanıyor olmaları gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu çerçevede kendilerine Türkiye toplumunun eğitim, medeni durum, çalışma durumu, insanların modernliği, gelenekselliği, muhafazakârlığı gibi konularda sayılara dayanan bilgilendirme yaptık. Küratörlerden Amar Kanwar, bienalin başlamasından üç-dört ay öncesinde bizimle yeniden görüşmek istediğini belirtti. Bu görüşmede bizim verilerimize dayanan toplumun bir araya gelmesi temasına dayanan ötekileştirme ve sosyal mesafeyle ilişkili olabilecek bir iş yapmamızı istedi. Bu işi bizden isterken ilk etapta çok genel çerçeve konuşuldu. Genel çerçeve içinde bunu daraltıp nasıl bir şey yapacağımıza birkaç görüşme sonucunda küratörler ve İKSV ekibiyle beraber karar verdik. Bu sefer anladığımız kadarıyla bienalde biraz farklı bir yaklaşım vardı. Sanat eserleri daha çok deneyim sunan, hafıza ortaya koyan ve onu anlatmaya çalışan işlerden oluşuyordu. Biz de o kompost temasının içine sığdırılacak bir iş yaptığımızı düşünüyoruz.

Bienale katılmış olduğunuz veri görselleştirmesi işiniz Türkiye’nin sosyolojik kodlarına yönelik nasıl bir yaklaşım sunuyor? Üretiminizi tam olarak nasıl tarif edersiniz?

Esasında biz toplumu bir harita üzerinde görmeye çok meraklıyız. Toplumun başka parametreleri ve eksenleri olan bir haritadan bahsediyoruz. Biz bu projeyi yaptık, analizlerini, bulgularını çıkardık ve ondan sonra adına Harman dedik. Niye harman, niye “blend”, niye bir karışımdan bahsediyoruz? Biz bu araştırma çerçevesinde iki ayrı eksende bireyi anlamaya çalıştık. Bir tanesi toplumsal hoşgörü, diğeri sosyal mesafe. Toplumsal hoşgörü anlamında sekiz soru sorduk ve bu sorularda insanların ne kadar hoşgörülü olduklarını kendi beyanına göre ölçmeye çalıştık. Bunlar arasında; “Damadım-gelinim farklı kökenden olabilir”, “Tüm toplum eşittir”, “Birbirine mesafelidir”, “Herkes birbirine hoşgörülü olmalıdır” minvalinde insanların ne kadar hoşgörülü olduğunun tarif eden sekiz tane soru vardı. Diğer taraftan da 11 tane toplumsal küme tarif ettik. Bunlar ateistler, modernler, dindarlar, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, eşcinseller gibi kümelerdi. Ve dedik ki; siz kendinizi ne kadar bu kümelere yakın hissediyorsunuz. Teker teker bunu sorduk; “Eşcinsellere ne kadar yakın hissediyorsun?”, “Ateistlere ne kadar yakın hissediyorsun?” ve diğer başlıklara ne kadar yakın hissediyorsunuz gibi bir derecelendirme sorduk.

Nasıl işliyor bu algoritma ve şimdiye kadar nasıl bir sonuca ulaştınız?

Veri görselleştirmede analitik bir tablo var. Birisinin konumu yatay eksendeki derecesi ve dikey eksendeki kesişiminde gözüküyor. Birisi dikey eksende ne kadar yukarıya doğru çıktıysa o kadar hoşgörülü bir insan oluyor. Ne kadar sağa doğru giderse de sosyal mesafesi az birisi oluyor. Sosyal mesafesi az biri dediğim ise farklı kümelere yakın ya da uzak olduğunu tarif ederken kümelerin çoğuna ortalamada yakın hisseden kişilerden bahsediyoruz. O görselleştirmenin sağına doğru noktacıklar gittikçe hoşgörü sorularına daha hoşgörülü cevap vermiş fakat sosyal mesafe sorularına ise ‘ben bunlara mesafesizim’ demiş kişileri kasdediyoruz. Dolayısıyla toplumun sağ ve üst köşeye doğru akmakta olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin ortalaması oralarda bir yerde. Ancak farklı kümelerin; ev kadınlarının, beyaz yaka çalışanların, üniversite mezunlarının, büyükşehirde büyümüşlerin o ortalama noktaları farklı çıkabiliyor. Kendini modern olarak tarif eden insanların bu hoşgörü ve mesafe eksenindeki noktası daha fazla sağ üst köşeye doğru çıkabiliyor. Ev kadınlarınınki ise biraz daha sol alt köşeye doğru yani daha az hoşgörülü ve daha mesafesi olan insanlar olarak gözüküyor. Bizim buna harman ve karışım dememizin sebebi şu; bu noktalar ne kadar birbirinden uzak gözükseler de mesela ev kadınlarının tümünün bu haritada dağılımını gördüğünüzde onların içinde de çok hoşgörülü insanlar olduğunu ya da tam tersi hoşgörülü ve mesafesi az olan noktalarda gözüken modernler ya da ateistler gibi kümelerin de tamamına baktığınızda onların da hoşgörüsüz olduğunu görebiliyoruz. Buradan çıkarımımız bir insanın görünen özellikleri; eğitimi, parası, nerede büyüdüğü, çalıştığı yer ve çalıştığı işi, belli bir oranda insanlarla bir araya getiriyor. Biz aynı işyerinde birbirinden çok fazla değerlere sahip insanlar olarak bir arada aynı kümenin içinde bulunabiliriz. Üniversitelilerin hepsi aynı modernlikte aynı hoşgörüde aynı mesafesizlikte değil. Bizim bu çıkarımdan ve bu veri görselleşmesinden anlattığımız bu.

Bunun nedenlerini neye bağlıyorsunuz peki? Bienal işinde ortaya çıkan algoritma ve sonuç hoşgörü ve farklı kutuplar özelinde ve özellikle Türkiye’de kısır bir tartışma olan muhafazakârlık-sekülerizm ayrımında nasıl bir Türkiye fotoğrafı verdi?

Bize göre bu toplumdaki bu karışımın sebebi göç ve eğitimden kaynaklı. Türkiye toplumunun en az yüzde 40’ı son 50 sene içerisinde yer değiştirdi. Metropollere, daha büyük şehirlere doğru geldi. Bu göç neticede herkesi tek seçeneğe itti. Göç edenlerin ve sosyo-ekonomik seviyesi düşük olanların bu mücadelede elindeki tek enstrüman eğitimdi. Eğitime çok öncelik verildi. Bu sadece devlet mekanizmasının yaptığı bir şey değil. Toplumun talep ettiği bir şey olarak tarif ediyorum. Türkiye toplumunun niceliksel olarak eğitimi inanılmaz yükseldi son 12 senede. Üniversite mezunu olanların oranı yüzde 10 iken yüzde 20’lerin üstüne çıktı. Bu eğitimin niteliğini tarif eden bir bulgu değil. Fakat eğitimin niceliğinin artması da toplumu çok şekillendiren bir şey. Türkiye toplumu metropollere gelip bir arada yaşamaya başladıkça, aynı metrobüse bindikçe, aynı mahallelerde oturmak zorunda kaldıkça bir gettolaşma da olamadığı için birbirini değiştirmeye başladı. Siz de bir metrobüse bindiğinizde kendinizi çok modern-seküler, eğitimli, sosyo-ekonomik statüsü yüksek bir insan olarak tarif ediyorsanız şehir pratiklerinden dolayı şehirde yaşayan insanlarla bir arada oluyorsunuz. Gerek toplu taşıma kullanma zorunluluğunuzdan gerekse kalabalık sokaklarda aynı yerde yürümek zorunda olduğunuzdan dolayı yaşanıyor bu durum. Tabii farklı birçok sebep de var, aynı etkinliğe gidiyorsunuz aynı yerden geçiyorsunuz gibi. Dolayısıyla bu etkileşim toplumda bir gettolaşma yaratmadı tam tersine bir harman durumu yarattı. Bu göç Türkiye toplumunu her iki tarafa da yakınlaştırdı. Seküler olanı da muhafazakâr olanı da yakınlaştırdı. Değerleri çok değiştirmedi ama hoşgörü oranının arttığını iddia edebiliyoruz. Bizim okumamız böyle.

Bienale gelen insanların profili ile Türkiye genelindeki insanlar arasında bir fark gözlemlediniz mi peki…

Burada işin gösterimindeki veri Türkiye genelinde yapılmış bir araştırmaya dayanıyor. Türkiye’yi temsil eden 3 bin 600 kişilik bir saha araştırmasının sonuçları onlar. Biz bir yandan o uygulamada insanların araştırmada sorduğumuz soruların her birisine teker teker cevap verebilme imkânı da sağlıyoruz ve o bir veri olarak oraya işleniyor. Gördüğümüz kadarıyla şimdiye kadar (17.11.2022) 50 binin üzerinde girdi oldu. Bir kişi birden fazla da soruya cevap verebiliyor. Neticede biz Barın Han’daki bu gösterim dışında üç soruya da bu anketin sorularına cevap verebilecek kiosklar, istasyonlar koyduk. Dolayısıyla bir örneklem olarak düşünebilirseniz bunu, bienalin temsiliyeti bizim veriye yansımış oluyor diyebiliyoruz. Bienaldeki insanların hoşgörü ve sosyal mesafe konusundaki pozisyonu toplumun genelinden çok da kopuk bir noktada çıkmıyor. Kendine modern, üniversite mezunu diyenlerin yakınında bir yerde çıkıyor. Bu demek değil ki İstanbul Bienali’ne gelenler Türkiye’nin bambaşka bir kitlesi, Türkiye genelinden çok farklı bir kitle yok. Bu sonuç, zaten bizim de iddia ettiğimiz argümanı destekler nitelikte. Üniversite mezunu oldukça, iyi bir işte çalıştıkça, çevreniz daha modern insanlarla doldukça bir takım değer istekleriniz değişiyor olabilir. Bu ne bireyde ne de toplum ölçeğinde o kadar hızlı olabilen bir şey değil. Toplumun kendine modern deme hali daha yavaş geliyor. Modern pratikleri kendisine çok hızlı nüfuz ediyor ama günün sonunda kendine modern demiyor. Örneğin; örtülü bir kadının hayatına daha çok modern pratikler girdikçe geleneksel ya da dini değerlerinden vazgeçip, onları kaybetmek gibi bir hikâye ortaya çıkmıyor. Bunlar toplumsal olarak çok yavaş hareket eden dinamikler. Toplumun eğitim ve modern pratiklerdeki alışkanlıkları adapte etmesi gibi unsurlar değerlerin değişimine göre çok daha hızlı gerçekleşiyor.

Elinizdeki veri sonucu toplumdaki farklı sivri uçların git gide birbirini dönüştürdüğünü söyleyebilir miyiz…

Biz bu gösterimi Nişantaşı’ndaki bir sanat galerisinde yapıyor olsaydık o kırmızı bienal noktası daha sağ üst köşeye doğru biraz daha Türkiye ortalamasından farklı bir noktada çıkabilirdi. Bence bienal benim kendi gözlemimle de bir toplumsal kümenin sanat etkinliği değil, kaldı ki veri de onu gösteriyor. Bizim yaptığımız araştırmalarda da son üç ayda bir sanat etkinliğine gitmiş olanların (konsere ya da tiyatroya) profiline baktığımızda kendine modern diyen, biraz daha eğitimli, biraz daha genç, biraz daha geliri olan kişiler olarak tarif edebiliyoruz ama böyle iki ayrı uçtan da bahsetmiyoruz. Sanat etkinliğine gidenler içinde örtülü kadınlar Türkiye ortalamasına göre daha az ama sıfır değil. Kendini çok dindar tarif eden bir kişi ortalamaya göre daha az ama hiç yok değil. Bu karışım her zaman mevcut. Toplumun şehirlerde harman haline gelmesiyle kişiler; İstanbul’a yeni gelmiş muhafazakâr, daha geleneksel değer setleri olan, hayata çerçeveli bakan kişilere dönmüyor. Tam tersi onlar ufak ufak modern yapıya, daha açık yapıya, daha hoşgörülü yapıya benziyor. Biz bunu olumlu bir harman hikâyesi olarak tarif ediyoruz.

Bienallerin genel olarak toplumsal mesaj verme güdüsüyle bir iddia ve bir söylem taşıdığını varsayarsak ürettiğiniz işin bienalin temasıyla ve kompost düşüncesiyle örtüştüğünü düşünüyor musunuz?

Hem şansımızın yaver gittiğini hem sürecin iyi işlediğini düşünüyoruz. Orada Amar Kanwar’ın da bizi doğru yönlendirdiğini itiraf etmeliyiz. Normal şartlarda bienallerde küratörlerle işi yapanlar arasında ilişki böyledir. Biz sanatçı da olmadığımız için bizi yönlendirmek için biraz daha fazla gayret etmiş olabilir. Biz çıkan sonuçtan çok memnunuz. Kompost ifadesiyle harman işi bizim işin kavramsal çerçevesiyle çok örtüşüyor. Kompost dediğiniz siz elinizdeki her türlü organik çöpü bir araya koyarsınız ve o esasında koyduğunuz sebze-meyve artığı, çay posasının hiçbir tanesine benzemeyen yepyeni bir şey ortaya çıkartır ama attığınız hiçbir şeyin aynısı değildir o. Hepsinin karışımıdır ve başka bir şeydir. Blend viskiler de öyledir. İçine koyduğunuz malt viskiler değildir artık ama geldiği yer o malt viskilerdir. Toplumda da bireyler bir araya gelip, harman olup birbirlerini etkiledikçe ve birbirlerinden etkileştikçe yeni bir insan ortaya çıkıyor. Siz şehirde insanlarla hoşgörülü bir şekilde yaşadığınız ve birbirinize tahammül ettiğiniz müddetçe değişiyorsunuz. Toplumun geneli de bireyler de değişiyor. Hoşgörülü olmakla uzlaşma aynı dinamiğe dayanıyor. Sizinle ben uzlaştığımız zaman uzlaştığımız konudaki fikirlerimizin değişmesi yani bizim değişmemiz gerekiyor. Biz sizinle bu akşam hangi tiyatroya beraber gideceğimize karar vermek için bir masaya oturacaksak o masadan kalktığımızda ikimizin de tiyatroyla ilgili bir yere gitme hakkındaki dünya görüşümüzün az da olsa değişmiş olması gerekiyor ki bunun adına uzlaşma diyelim. Toplum da şehirlerde hoşgörülü olup birbirini değiştirirken aslında kendisi de değişiyor. Dolayısıyla bu düşünce zinciri kompostla birbirine çok uyum sağlıyor diye düşünüyoruz. 

KONDA gibi oluşumların sanatla bağını daha da kuvvetlendirmesi hangi karşılıkları doğurur sizce ve hakim olduğunuz araştırma konularını düşünürsek sanatın siyasi-sosyolojik gündemle ne ölçekte endeksli olduğunu düşünüyorsunuz?

Amatör bir çağdaş sanat gözlemcisi olarak sanatın biraz değiştiğini içine teknolojiyi daha fazla aldığını bir üründen ziyade bir deneyimle tarif edilmeye başlandığını görüyorum. Bu ne kadar yaygın ve sanatı ne kadar kapsayan bir değişim onu gerçekten bilmiyorum. Bizim yapmaya çalıştığımız işle o değişim bir yerlerde kesişebilir. Bizim KONDA olarak veri üretmek, analiz yapmak ve danışmanlık dışında en çok gayret ettiğimiz unsur o sayısal veriyi herkes tarafından anlaşılır, ilgi çekici, hikâyesi algılanır hale getirmek. Bu sadece analitik bir çalışmanın matematiğini insanlara anlatmak değil. Bakınca anlaşılabilecek ve interaktif olarak içine girebileceğiniz veri görselleştirmeleri sunmak peşinde olduğumuz bir istek. Sayıları görselleştirerek ve hiç duygusallık olmadan çok rasyonel bir şeyi sizin önünüze koyuyoruz. Kendimiz içerisine bir naratif katmıyoruz. Gözüken o ki sanat bir deneyim hikâyesine yaklaştığı ve biz de sayıları kolay anlaşılır hale getirmeye çalıştığımız müddetçe bir yerde kesişeceğiz. Bunun yanı sıra bienal deneyimi bizim çok hoşumuza gitti. KONDA’dan iki ve IT çözüm ortağımızla beraber toplam üç kişi bunu yaptık. Bunları yaparken çok eğlendik ve bizim için çok güzel bir deneyimdi. Verileri bu yüzden sanat atmosferinde nasıl gösterebiliriz fikrini hala düşünüyoruz. Bu harmanın ikincisi, üçüncüsü ve üç boyutlularını da düşünmeye başladık.

Siyasal gündemin sanata etkileri üzerine spesifik bir şey yakaladınız mı ve yorumunuz nedir?

Türkiye gibi bir yerde çok etkili tabii ki. Siyaset bir kere hayatınızı tarif ediyor. Çok gelişmiş bir ülkede Norveç, İngiltere ya da Fransa’da siyasetçinin yaptığı toplumu çok az etkiliyor. Esasında Türkiye’de de her ne kadar güçlü bir siyasi aktörden bahsediyor olursak olalım yaptıkları toplumun o kadar tamamını etkiliyor değil. Bunun en önemli göstergesi ise son 20 yıldır Türkiye’yi yöneten Ak Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın çok açıkça toplumun ve özellikle gençlerin dindarlaşması konusunda isteği olduğu çok net. Buna rağmen aynı süre içerisinde sayısal verilere baktığımızda toplumun öyle dindarlaşma halinin olmadığını, örtünmenin artmadığını hatta daha azaldığını, kendini dinsiz olarak tarif edenlerin görünür olmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla ne kadar güçlü olursa olsun bir siyasi aktör bu kadar büyük bir toplumun tamamını istediği yöne doğru ittiremiyor. Bunu toplumun bir başarısı olarak resmetmek mümkün. Bu başarının ardında eğitim ve biraz da sanat var. Tabii mizah da var. Mizah dediğimiz şeyi de biraz sanat konusunun içerisine katmak istiyorum. Sadece görsel sanatlar değil. Tiyatro, sinema ve sanat dediğimiz her şey ülkedeki güçlerle didişiyor. Bundan bazıları zarar görüyor ama böyle bir didişme var. Neticede Türkiye gibi bir ülkede sanatın malzemesi eninde sonunda siyasettir. Çünkü siyaset dediğimiz bizim çok da korkmamız gereken bir kelimedir. Bir karar aldığınız müddetçe esasında siyaset yapıyorsunuz demektir. Bu meclis koridorlarında ya da sivil toplum kuruluşlarında olmak zorunda değil. Birkaç kişiyi etkileyen her türlü karar neticede siyasete giriyor. O yüzden de siyasetin sanatın içine girebiliyor olması bu topraklarda yaygın bir şey. Bu toplum kendini açık siyaset olarak ifade edebilen bir toplum değil. O yüzden bir zümrenin kendini alternatif ifade biçimi sanat. Sadece bienaldeki bir işte değil, sinemadaki bir söylemden bir dergideki yazıdan, bir şiirden, tiyatro oyunundaki replikten, stand-up’daki ifadelere kadar bu toplum kendini ifade edebilmek için farklı yöntemler geliştirdi geçtiğimiz 20 sene içerisinde.

Otoriterleşmenin artması sanat üzerinde ne gibi sonuçlar doğurdu sizce?

Bu toplum çok enteresan bir 20 sene geçiriyor. Bir otoriterleşme hikâyesi var bunun içinde ama aynı dönemde giren bir sosyal medya var. Otoriterleşmenin en kıymetli enstrümanlarından bir tanesini kullanamıyor iktidar. Örneğin eskiden sanat takip edebilmek için maksimum dört-beş tane yayın vardı. Şimdi birçok yayın var ve siz kitlesel olarak artık hiçbir şeyi kontrol edemiyorsunuz. Onu yapamayınca da her yerden çok farklı ve zengin bir ifade biçimi gelişiyor. Youtube’da her birinin binlerce takipçisi olan kanallar var. Kitle iletişim araçları diye bir şey kalmadığı için o mekanizmayı çalıştıramıyorsunuz. O mekanizmanın içinde sanat da var işte. O da kendini cesur bir şekilde ifade ediyor. Bienal gibi bir şeyin temasında koskoca bir siyaset koyamıyorsunuz ama ufak ufak sanat eserlerinde denilebilecek her şey denilebiliyor otoriteye karşı. Diğer ülkelerde siyaset ne kadar sanatın içerisine girdi ya da siyasetin bir ifade biçimi olarak sanat gelişti bilmiyorum Türkiye’de 20 senelik süreçte sanat da böyle bir gelişme oldu.

Genel bir yorumla bu kadar kutuplaşmış bir toplumsal gündem olduğunu düşünürsek insanları birleştiren en asgari hangi unsurlar var?

Bekir Ağırdır’ın da birkaç kez ifade ettiği gibi; bu toplum kendi bireysel kaygılarından daha fazla hanenin selahiyetini ön plana çıkartıyor. Ayakta kalabilmenin en önemli parçalarından bir tanesi alt kuşağın eğitimi. Galiba bu toplumu en fazla birleştiren unsur o oldu. Çünkü basamak çıkmak için çocuğunuzun sınıf atlaması ve sosyo-ekonomik statüsünün gelişmesi için hiçkimse ikinci bir yol tarif etmedi. Geçtiğimiz 30-40 senede bu toplumu değiştiren en çok şey oldu bu. En çok ortak nokta bu. Bir anne-baba ne kadar muhafazakâr olursa olsun, çocuğunun dindar olmayan insanlarla görüşmemesini isteyen bir profilde ya da kızının herhangi bir erkekle yan yana durmasını istemeyecek bir anne-baba olsun, yine de o çocuklar eğitim almak istiyorsa -ki hepsi istedi- onun önüne geçmedi o anne-baba. Gençlerin eğitim oranının bir de belli bir yaş altındaki kızların eğitiminin yükselme ifadesi var. Çok büyük bir ivmeyle yükseldi ve erkeklerle aynı seviyeye geldi. Bizce bu çok önemli bir gösterge. Hiç kimse kendi geleneksel değerlerinden dolayı çocuğunu eğitimden maruz bırakmadı. Bu eğitimin niteliğiyle ilgili bir şey değil. Eğitimin niteliği ne kadar düşük olsa bile kız ya da oğlan çocuğu muhafazakâr ya da zengin bir aileden gelmiş olsalar bile birbirlerine karışıyorlar. Gençken o karışım çok bambaşka hale getiriyor. Bir kampüste örtülü kızlar-muhafazakâr erkekler bir yerde kendini modern diye ifade eden tipler bir yerde olması hikâyesi çok değişti ve eskide kaldı. Bunların hepsi birbiriyle arkadaş oluyor. Bu toplumda getto oluşturmak kolay bir şey değil. Artık kendini elit diye tabir edenlere geçmiş olsun. Çok zengin olmanız lazım ki kendinizi toplumun genelinden ayrı bir akvaryuma koyabilesiniz. Bu artık çok mümkün değil bu topraklarda.


Bu yazıyı beğendiniz mi?

Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!

Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2025 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.

Siz de kampanyaya tek seferlik 750₺, 1000₺ ve 2000₺ olmak üzere üç farklı kategoriden sizin için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.

Görsele tıklayarak detaylı bilgi edinebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

© 2020

Exit mobile version