Humbaba her şeye düşman.
Ama şu gördüğün dağ hiçbir şeye düşman değil.
Gılgamış Destanı
Ankara’da, şehrin en merkezi ve en büyük bulvarı ile onun bir üst paralelindeki sokak arasında, bu ikisini birleştiren kestirme bir yol var. Bir boşluk gibi, saklı değilse de pek bilinmeyen bir geçit gibi, boğaz ya da tünel gibi ara bir yer. Gecenin bir vakti, karanlıkta oradan geçecek olsanız ürkebilirsiniz; bir başınıza yürümeyi tekinsiz bulabilir, vazgeçebilirsiniz. Gündüz o kadar değil tabii ama yine de bu civarlara aşina değilseniz gözünüz almayabilir; atmazsınız kendinizi o geçite, o ara yere. Işık azdır, yol biraz dar, biraz gariptir. İşte tam burada duruyor Goethe’nin Vitrin’i ve şimdilerde Gözde Mulla’nın işi “Dışarıda Bir Yerde”. Ben ona “görkemli dağ” ismini verdim, dağdan konuşmak istiyorum çünkü, doğadan ziyade.
İşin bulunduğu yeri, böyle tekinsiz bir boşluğu, ara bir geçiti gözünüzde canlandırabildiniz mi? Umarım öyledir. Çünkü eserin özü, o görkemli dağın olayı, tam orada, öyle bir yerde durmasıyla yakından ilgili. Bu görkemli dağ, karanlık göğün altında, gecenin içinde, simsiyah. Arada bir de şimşek çakıyor. Yani bakınca “iyi hissettiren” bir görüntü sunmuyor size bu imge. Örneğin “Ohh, ne güzel bir dağ ve gökyüzü manzarası!” gibi bir şey demiyorsunuz, diyemiyorsunuz. Hayatta o “güzel” haller ve manzaralar eksildiği için ya da sanatın güzelle ilişkisi geride kaldığı için değil, yalnızca bu eser buna izin vermediği için. Çünkü onun istediği başka bir şey var: Bir bakın, azıcık yavaşlayın, biraz durun, sessizleşin. Dilerseniz daha uzun bakın, bakın, bakın. Sadece durun, gücünüz yettiğince orada olun ve izleyin. Bu güzel bir manzara değil ama eğer biraz durup temas edebilirseniz bildiğiniz güzelden fazlasını yaşayabilirsiniz.
Ben de öyle yaptım. Çağrıyı duydum, yakalandım, durdum, bakmaya başladım. Bu bakış, kendi zamanımda öyle uzun sürdü ki gündelik, sıradan bakışlardan farklı bir yoğunluğa erişti. Bu yoğunluk, eş zamanlı başka güçleri de bir araya getirdi ve garip, başka bir yolculuk başladı zihnimde, dünyamda. Evet, bu görkemli dağın bir olayı vardı; sanırım onu devretti bana. Baktığım, sonra görmeye başladığım andan beri devam eden bir olay; bende daha güçlü bakma, daha yalın bakma, olumlu ya da olumsuz bir yargıya varmadan yalnızca bakma isteği/kudreti oluşturdu. Şimdi paylaşacaklarım, böyle bir olayı tarif edebilmeye yönelik; böyle bir bakışla gördüğümü anlatabilmeye yönelik.
İlk hissettiğim, görkemli dağın “orada” oluşu; benimse “burada” oluşumdu. Aramızda, yani orası ile burası arasında koca bir ayrım, büyük bir uçurum vardı. Dağ ve ben, doğa ve insan, içerisi ve dışarısı. İşte tam burada durdum, biraz daha dikkatli bakmaya başladım bu uçuruma. Hissettiğim doğruydu: Biz “doğa”yı kendimizden ayrı, öteki bir şey olarak kavrıyoruz; kendimize bir “içeri” yaratmışız ve onu da dışarıya bir yere koymuşuz. Sonrası hiç iyi olmamış tabii ne içerisi için ne de dışarısı için. Kendimizi özne saymış, doğayı da nesneleştirmişiz. Bu ayrılık derinleşmiş, bir hiyerarşi yaratmışız sonra; kendimizi yukarıya, doğayı da ve diğer “doğal” varlıkları da aşağıya yerleştirmişiz. Zamanla daha da açılmış bu mesafe, kavrayışın rengi de şiddeti de değişmiş; doğayı “bizim için varolan bir nesne” olarak görmeye başlamışız, insan dışı tüm varlıklar insana hizmet eder, insandır egemen. Ne kibir… Böylece “doğa”ya her türden aşağı ve düşmanca tavrı normal, sıradan, hatta ideal ve haklı hale getirmişiz. İşte bu, bugünkü karanlık gerçekliğimiz. İşte bu, “doğa”nın başına getirdiğimiz felaketlerin bir toplam kümesi. İşte bu, orada duran görkemli dağın karanlık gecesi.
Fakat burada bitmedi, durmadı görkemli dağın bakışı, benim onunla bakışım hayata. Hemen bir soruyla daha yakaladı beni. Peki hep böyle miydi? Yani kabul, gerçekten de bir ayrım hissediyordum ki hepimiz için bu hissedilir, hatta endişe verici boyutta artık ama bu ayrım gerçek bir ayrım mıydı? Gerçek derken insanı tarif eden temel bir ayrılık mı bu, zorunlu mu? İnsan ve doğa, içerisi ve dışarı, bunlar iki ayrı şey miydi; bu ayrım hep var mıydı?
Böyle zor sorular karşısında insan zihni basit refleks göstermeye, yani kolayca bir fikir, bir kanaat üretmeye çok yatkındır. Gerçekliğe bakmaya yanaşmaz temas edebilmeye yanaşmaz, zira orası dikenli, acılı, şimşekli, karanlık olabilir. O yüzden kolaya kaçar, henüz tanımlanmamış/tanışılmamış yepyeni bir gerçekliğe temas etmektense hazıra, hafızaya, öğrenilmiş olana başvurur; bir fikre yaslanıp durmayı yeğler. Oysa her fikir, bizi şartlandıran bir ideolojiden, içinde yaşadığımız bir paradigmadan doğar. İşte tam burada derin bir nefes gerekir insana. Karanlığa bakabilmek için biraz kudret, biraz dikkat gerekir. Kendimce bunu yaptığımda cevabım hayırdı: İnsan ve doğa, içerisi ve dışarı, bunlar her zaman iki ayrı şey değildi, olamaz. Hatta, yakın bir tarihe kadar “doğa” dediğimiz o tümel kavram bile yoktu. Bunun yerine içkin, tek bir yaşam vardı.
Herkes bunu farklı farklı yerlerden öğrenmiştir, bilir ve hatırlar. Ben kendimden, çocukluğumdan biliyorum. Köyde büyüdüm bir dağın tam karşısında, başka bir dağın tam içinde, sırtında. Baktığım yer de dağdı, yaşadığım yer de. Haliyle geniş, uzunca bir vadi düşünün: inip çıkıyorsunuz her gün, yemyeşil geniş çayırlar, aynı kaynaktan iki kol dere, ufukta mavi deniz. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan bir hayatımız var, her mevsime özel emek yoğun işler uğraşlar ve türlü türlü hayvanlar, ağaçlar, bitkiler, yani türlü türlü âlemlerle birliktesiniz. Burada her şey bir aradadır, içerisi ve dışarısı yoktur; her şey içkin bir düzlemde, aynı gerçekliğin ifadeleridir. Bunu hissedebiliyor musunuz? Bu içkin yaşamda kendiliğinden gelişen bir etik vardır. Onun güzelliğini yaşayan bilir, yaşamayan da kolayca duyumsar; o kadar zorlanmaz çünkü bize içkindir. İşte bu etik ve estetik, yaşamın ta kendisidir. Böyle bir yaşamın içinde “doğa” diye bir şey bilmezdi insan, bilmezdik. O yalnızca sonradan uydurduğumuz soyut bir düşüncedir; kendimizi ayırıp ayrıcalıklı kılarak icat ettiğimiz bir öteki tanımıdır. Etik yaşamda böyle soyut bir “doğa” yoktur; dağlar vardır, çayırlar vardır, incir ağacı vardır, tavşan vardır, “doğa” yoktur. Hatta dağlar da tekildir, özeldir hayvanlar da. Bir erik ağacı ya da bir bıldırcın, kültür ürünü bir fikir, yani bir bilgi olmaktan önce bütün bunlardan sıyrılmış bir şekilde, kendi sadeliğinde, kendi gerçekliğiyle neyse odur. Her şey kendi tekilliği içinde ayrı birer öz, ayrı birer dünyadır. Her şeyin bir tekilliği, yani kendine has bir hakikati, farklılığı vardır fakat bu farklılık, ayrılık yaratmaz; ikilik ve çatışma yaratmaz. Her şey tekil ama bir aradadır aynı içkinlik düzleminde, birlikte tek bir gerçekliği var ederler. İnsan ve “doğa” ayrılmaz; merkez ve çevre yoktur, özne ve nesne yoktur. Etik yaşamda içerisi ve dışarısı yoktur.
Ama bugün var. Hem de çok büyük, çok katı iki ayrı kurgu olarak. Hem de birbirlerine çok güçlü çarpan, birbirleriyle çok çeşitli açılardan çatışan çok çeşitli içeriler ve dışarılar olarak. İşte bu, karanlık gerçekliğimiz. İşte bu, görkemli dağın karanlık gecesi.
Ona bakmaya devam ediyorum. Baktıkça şimşekler çaktığını görüyorum karanlık gecede, görkemli dağın üstünde. Bu şimşeklerin her birinde bir davet, her seferinde bir açılma daha hissediyorum zihnimde. Yeni sorular yükseliyor yalın, yargısız bakışın açtığı düzlüklerde. Nasıl açıklarız bu ayrılığı? Nasıl açıklarız bu “dışarı”nın ya da “doğa”nın ortaya çıkışını? Her şeyin bir tarihi olmalı. Nedir insanı bir içeri yaratmaya, bir merkez kurmaya iten? Neler var görkemli dağın eteklerinde, karanlık gecede bizi bekleyen?
Herkese farklı şeyler görünebilir, bana görünen “insanın güçsüzleşmesi”dir. Bir beden ve zihin olarak insan, kendi kudretlerinden uzaklaştıkça, bir diğer deyişle sevgisizleştikçe, bir “içeri” oluşmaya başladı onun dünyasında. Kompleks gibi biraz; “dışarı”ya karşı üstün, efendi. Aynı zamanda korku gibi biraz; “dışarı”ya karşı kapalı, kendini koruyan. Biraz da mecbur; “dışarı”ya bağımlı, ondan istifade etmekten bir türlü kurtulamayan. Ne garip, böyleyken hâlâ üstün görmesi kendini.
Ama biliyorum ki hep böyle değildi. Öyleyse bütün bunların bir tarihi, bir açıklaması olmalı. Bakın lütfen; bakmaya devam edin kendi gerçekliğinize, gerçekliğimize. İşte burada görkemli dağın olayı: şimşeklerinin çakıp durmasında, karşısına geçtiğinizde bir sonunun gelmemesinde bakışın. Çaresiz dönüyorum, bakıyorum ben de kendime yeniden, tekrar soruyorum: Nasıl açıklarız bu ayrılığı, bu güçsüzlüğü, bu sevgisizliği? Bilmiyorum. Hazırda bir cevabım yok. Dolayısıyla kaçamıyorum. Soruyu hafızama çarptırıp basit bir refleks, basit bir fikir sunamıyorum. Bu durumda yapabileceğim tek şey var: yalın, yargısız bakışı sürdürmek. İşte o vakit yeniden bir şeyler görmeye başlıyorum. Ama anlatabilir miyim? Deneyeceğim.
Biraz geriden başlayalım. Hepimizin malumu, son birkaç bin yılda insanlık tarihinde garip şeyler yaşandı. Bugünden bakınca basit gelen ama vaktiyle devrim niteliğinde buluşlar, teknik gelişlemeler, bununla birlikte medeniyetlerin ortaya çıkması gibi “ileri” ya da “düzgün” anlatılar, artık hepimizin bildiği ve kabul ettiği şeyler çünkü “ileri” olduğumuzu öne süren bir söylemin içinde yaşıyor; oradan düşünüyoruz. Fakat pek kolay bakamadığımız, bu yüzden göremediğimiz ve pek de konuşulmayan “tersine” şeyler de var. Örneğin nasıl oldu bilmiyoruz ama eylem ile düşünce birbirinden uzaklaştı, ayrıldı, ayrıldıkça ayrıldı, ayrıldıkça ayrıldı ve nihayet ikilik haline geldi ve birbirine zıtlaştı. İnsanın tarihinde bu çok temel bir ayrım ve ikilikti, öyle anlıyoruz çünkü başka ikilikleri ve çatışmaları da beraberinde getirdi.
Eylem ile düşünce birbirinden ayrılıp aralarındaki mesafe açılınca zaman dediğimiz mefhum oluştu. Zaman, düşünce ile eylem arasında geçen süreyi tarif eden bir şey oldu. Böylece yaşam; zamanı olan, dolayısıyla başlangıcı ve sonu olan bir süre gibi algılanır ve deneyimlenir oldu. Ne garip değil mi? Bu, yaşamın “zaman tarafından değerlendirilmesi”, dolayısıyla ölümle yargılanması gibi bir sonuç doğurdu. Öleceğiz, bu yaşamın bir sonu var. Öleceğiz, her şey geçici. Zaman ve geçicilik duygusu insan ruhuna egemen olmaya başlayınca yani ölüm yaşamı yargılamaya başlayınca, bu yaşamdan daha değerli bir şeylerin olduğu/olması gerektiği gibi bir fikir çıktı ortaya. Yaşamdan daha değerli olan, yaşam üstü olan, yaşamdan sonra gelen bir şeyin olması gerektiği yönünde bu düşünce; türlü türlü iktidarları, dinsel inançları ve düşünceleri doğurdu. Bu, bildiğimiz dünyadan uzaklaşmak anlamına geliyordu; içinde yaşadığımız yeryüzüne ve onun gerçekliğine sırtımızı dönmek, oraya yabancılaşmak anlamına geliyordu.
İşte böylece oluştu bir “içeri” insanın dünyasında. Her şeyin tek bir içeride olduğu yerde başka bir içeri fikri. Bu içeriye tutunmaya başladı insan, zayıflığından ve korkusundan. Düşünce, yaşamı yargılayan bir şeye dönüşünce aşkınlıklar üretmeye başladı: aşkın varlıklar, tanrılar, Humbaba gibi devler, aşkın fikirler, inançlar, ölümsüzlük ve edebiyet arayışları. Yaşam, yani bedenimiz, bütün tekil bedenler, özünde kudret olan her şey bu aşkın fikirlerin mahkemesinde yargılanır oldu; onların elinde değersiz bir nesneye, yeri geldiğinde bir düşmana, yeri geldiğinde hizmetçiye dönüştü. Zaman fikri, insan yaşamına ömür biçti; insan ömürlük bir şeye, yani başlangıcı ve sonu olan bir kurguya dönüştü, içkinliğini kaybetti. Eğer zaman varsa geçicilik vardır, fanilik vardır. Kabul, hem de çok kabul. Etik yaşamda gerçekliğimiz zaten budur, her şey gelip geçer, oluş içindedir. Her şey bir hareket halindedir, öyleyse dönüşür. Bir başlangıç ve son yoktur, doğum ve ölüm yoktur, yalnızca devam vardır, oluş vardır. Her şey geçicidir, fanidir ama bu, “değersiz” kılmaz yaşamlarımızı; böyle olmak zorunda değil. Bu değersizlik, ancak ölümsüzlük arayan insanın kurgusunda geçerlidir. Yaşam, içkin bir şekilde yaşanmaz olduğunda ancak o zaman çıkar ölüm diye bir şey ortaya ve zaten bu yüzden aranmaya başlanır “ölümsüzlük”. Ancak o zaman oluşur içeri ve dışarı ayrımı; dışarıda duran, aşağıda kalan her şey ancak o zaman ölümlü, o zaman değersizdir. İnsan ilk yazılı edebiyatta, dışarıya attığı ilk şeyde o yüzden bu ayrılığı yazmıştır.
Bütün bunlar çok kederli. İnsanın kendini “doğa”dan ayırması, bir içeri yaratması çok kederli. Yaşamı yargılaması, dağı, taşı ormanı, kendisi haricinde bütün canlıları dışarıda sanıp orayı hedef alması, fark etmeden kendini de bir yarısını da dışarıya atması, parçalanması, parçalı düşünmesi, bağlantıları koparması çok kederli. İşte bu yüzden zor karanlık gerçekliğimize, görkemli dağın karanlık gecesine bakmak, önünde durmak, bakmak, bakmakta ısrar etmek. Şehrin tam göbeğinde, “doğa”nın dışarıda kaldığı çok “içeride” bir yerde görkemli bir dağla temas etmek zor. Tekinsiz, huzursuz ara bir geçitte kendinizi durdurup çakan şimşekleri yakalamaya çalışmak zor. Ama budur eserin olayı. Kendi başına değil, birlikte.
Ona bakmak zor ama bakabilirsek daha o sırada/sürede bile bir iyilik, bir kudret serpiliyor üzerimize. Nasıl tarif edebilirim bu iyiliği bilmiyorum, hazır bir şey yok. Örneğin bütün bu bakışımlardan sonra dağ artık orada, ben burada değilim. Ayrılık soyut değil, mutlak değil, hiyerarşik değil. Karışıyoruz birbirimize. Eski günlerden çok iyi bildiğimiz gibi. Etik yaşamda bir dağlının kendini kavrayışına dahildir dağın gerçekliği. Örneğin yargılamıyoruz birbirimizi. Bir ahlakın içinden uzanmıyoruz; daha yüksüz zihinlerimiz, daha açık kalplerimiz. Burada dağ dağdır; su akmaktadır ve yaprak, ağacı üretmektedir. Örneğin içerinin imgelerini dışa aktarmıyoruz artık; ölümsüzlük değil aradığımız, sadece yaşam. Sadece yaşamayı biliyor, sadece yaşamayı istiyoruz.
Bakışım uzun sürdü, biraz kayboldum, canım da yandı biraz ama iyiyim. Belki de böyle bir şeydir karanlığa bakmak, oraya dahil olmak. Görkemli dağın karanlığında kayboldum ama belki budur istediği bizden. Yargılamayan, kendine çeken bir özelliği var görkemli dağın. Bütün sanatların kesişiminde, eteklerine düşüyor vitrindeki yansımanız. Karanlık bir yere aksediyorsunuz. Birliktesiniz. Buraya kadar eserin gücü, sanatçının eylemi, çabası. Ama bundan sonrası bizde.
Bir kere baktık, biliyoruz artık, hiç yokmuş gibi yapamayız, geçip gidemeyiz karanlığın yanından, kolayca dışarıya atamayız canımızı yakan, korku veren her şeyi, kaçamayız kuruntu içerilere. Başka türlüsü mümkün değil. Artık bir adım atacağız, gücümüz ölçüsünde bir yerden başlayacağız temas etmeye, böylece dönüşmeye, dönüştürmeye hayatı. Çünkü seviyoruz, istiyoruz bunu. Çünkü bir kere baktık, biliyoruz artık: Bir dışarısı yok. Çünkü dışarıda değil hiçbir dağ. Ve “şu gördüğün dağ hiçbir şeye düşman değil.”