Damla Sari’nin “Son 10 Yılın Çıkmış Soruları” adlı ilk kişisel sergisi İlayda Abdik küratörlüğünde ArtOn Galeri’de açıldı. İsmiyle müsemma sergi, Sari’nin bilinçdışının mekâna yayılmış bir tezahürü âdeta. Zihnin farklı odacıklarında saklı duran nesnelerin, sergi vesilesiyle izleyiciyle buluşmasının hikâyesi. Bir araya geldiklerinde asimetrik bir bütünün parçaları gibi gözüken bu nesneler, Sari’nin imgelem dünyasında “yeni” anlamlarına bürünüyor; araçsal olmaktan ziyade bir ağın eyleyenleri olarak yerini alıyor.
Damla Sari’nin sergisini, yeni materyalizmin şafağında, nesnelerin failliklerini; canlı, dinamik birer eyleyen oluşlarını tartışmaya açması bakımından değerli buluyorum. Ezgi Bakçay’ın katalog metninin de eklemlenmesiyle açımlanan sergi, 11 Ekim 2022 tarihine kadar görülebilir.
“Rüyamın izini sürdüm bir nesneye ulaştım. Nesnenin geçmişinin izini sürdüm rüyama geri döndüm” diyen sanatçının, nesnelerle kurduğu gizil ilişkinin derinliklerine uzanalım.
Sevgili Damla, bu senin ilk kişisel sergin. Konuşmalarımızdan bu serginin olgunlaşması için doğru zamanı beklediğini hatırlıyorum. Sergi sürecini ve serginin küratörü İlayda Abdik’le işbirliğinizi her ikinizden de dinlemek isterim.
Damla Sari: 17 Şubat tarihinde Pera Kafe’de bir kahvaltı esnasında Eylül ayının ilk kişisel sergim için doğru bir zaman olduğunu fark ettim. Sigara içmek için dışarı çıktım. Bir anda çocuksu bir heyecanla Art On’a koştum ve Eylül ayının kişisel sergim için uygun zaman olup olmadığını sordum. İlayda uygun olduğunu söyledi ve not aldı. Aynı çocuksu heyecanla galeriden çıktım ve kahvaltıya geri döndüm. Sergi üzerine çalışmaya hemen başladık. İlayda’la çalışmak benim için çok büyük bir ayrıcalıktı. Süreç boyunca hayallerimi gerçekleştirmek için yanı başımda bekliyordu.
İlayda Abdik: İlhamın Damla’yı nerede bulacağı hiç belli olmuyor. Bazen sokakta yürürken gördüğü bir nesnede, bazen mahallede apartmanların önünde oturan teyzelerde, bazen kahvede oturan amcalarda, ama hep içimizde bir yerlerde… Bizim bu süreçteki küratör-sanatçı ilişkimiz çok esnekti. Sabah uyandığımız andan uyuyana kadar iletişim içinde olduğumuz günler oldu. Benim lisans eğitimim plastik sanatlar üzerine. Sanat ve sanatçıyla 7/24 birlikte olmak ruhum için en doğru yer. Üretim sürecinin parçası olmaktan da fazlasıyla keyif duyuyorum. Karşılaşmalar ve uzun sohbetler üzerinden ilerleyen, birlikte çok şey öğrendiğimiz (daha çok benim öğrendiğim) son derece keyifli bir süreç sonucu çıkardık sergimizi. Yıllar önce Hans Ulrich Obrist’in Ways Of Curating adlı kitabını okurken bahsettiği bir şey kulağıma küpe olmuştu; bir küratör olarak yapacağınız en iyi şey, sanatçıların hayallerini gerçekleştirmelerine yardımcı olmaktır gibi bir şey diyordu. Ben de aslında Damla’nın uzunca bir süredir aklında dolaşan fikirlerin hayata geçmesine yardımcı oldum diyebilirim.
Nesnelerle kurduğun kesif bir ilişkiden söz etmem mümkün. Nesneler sende, tıpkı yeni materyalist düşüncede olduğu gibi, canlı ve dinamik birer eyleyen olarak karışılık buluyor. Nesne temelli sanat pratğinin altında yatan dinamikleri bize açar mısın?
D.S.: Geleneksel felsefedeki bilinçli varlık ve diğerleri ayrımına karşı bir tavrım olduğunu söyleyebilirim. Nesneler eserlerimde aktör konumundadırlar. Nesnelerin primitif düzeyde bile olsa bilinçleri olduğunu düşünüyor ve bilinç düzeyleri arasında ayrımın yapılmasına karşı çıkan eserler üretmeyi amaç ediniyorum. Posthümanizm’de olduğu gibi yatay ontoloji de denilen, her şeyin her şeyle ilişkili ve eşit olduğu bir varlık anlayışını benimsiyorum. Benim için şeyler birbiriyle ilişkilidir ve birbirinden soyutlanamaz. Bu anlamda nesnelerle aramda kurmaya çalıştığım organik yapı, öznelliğimi aktarırken özneliğimden vazgeçmemi gerekli kılmaktadır. Bu takdirde insan olmanın egolarından arındığım bir süreç oluşmaktadır. Her karşılaşmada farklı bir bireye dönüşme tecrübesi kendime farklı bir perspektifle bakmamın imkânlarını sunarken, bağ kurduğum nesneler beni daha kavrayıcı bir özne modeline dönüştürüyor. İnsan olmanın kaosundan zihinsel olarak uzaklaştığım bir zaman dilimi oluşuyor. Aynı empati sürecini izleyiciye ve okuyucuya tinsel olarak aktarma ve bu döngüye dahil etme anına tanıklığı önemsiyorum. Çünkü kişi bir nesneyle empati kurma yoluna girmişse eğer, bir insanla empati kurabilmenin ilerisinde bir yerlere konumlanabilmektedir.
Sanat pratiğinde özellikle ironik bir dili tercih ettiğin anlaşılıyor. Söz konusu ironi ve nüktedan tavır, serginin ismi de dahil olmak üzere tüm işlere sirayet etmiş durumda: Sen Anlat Ben Dinliyorum, Gelsin Yüzüne de Söylerim, Günahı Boynuna, Büyüyünce Ne Olacaksın? gibi beylik cümlelerin, klişeleşmiş verili söylemlerin işlerin ismi olarak seçilmesi söz konusu. Senin zihninde bu cümleler nasıl cereyan ediyor? İşlerle nasıl temas ediyor?
D.S.: Bu nüktedan tavrı farklı perspektiflerden ele alabilirim. Günlük hayatımızda bu beylik cümlelerle karşılaşıyoruz. Orada can sıkıcı, rahatsız edici bu öbekleri, sergide tebessüm sebebi haline getirerek kişinin sonraki karşılaşmalarında da bu hissin hüküm sürmesini görev ediniyorum. Bu klişeleşmiş verili söylemlerin üzerimizde yarattığı psikolojik, sosyolojik ve kültürel baskıların gücünü kaybetmesine olanak sağlayacak bir düzlem var etmeye çalışıyorum. İsimlerin işlerle teması noktasında nesnelerin kişileri, izleri, kimi zaman bana hissettirdikleri yol gösterici konumdalar. İşlerin işaret ettiği problemleri gizler bir tavırda olan bu isimler aslında izleyiciyi ilk karşılaşmada savunmasız yakalayıp durumun ciddiyetini zaman geçtikçe duyumsamalarına olanak sağlayan bir süreci başlatmayı görev edinirler.
Yas Evinde Naz Yapan Çocuk, hikâyesini ve adını gördüğün bir rüyadan aldığını biliyorum. Bu iş için özellikle eski ve “yaşlı” görünen bir sandalye aramakla başlayan bir sürecin var. Nesnenin yaşanmışlığıyla örtüşen öykünün geri kalanını senden dinlemek isterim.
D.S.: İstanbul’a ilk taşındığım gün rüyamda bir iş yaptığımı gördüm. İşin ismini Yas Evinde Naz Yapan Çocuk koyuyordum. Uyandığımda bu isimle bir iş üretme kararı aldım. Bir hikâye kurguladım. Daha önce deneyimlemediğim bir süreçti. Yaşlı bir sandalye bulmak istedim. Eski, olgun ve kemikleri küçük görünen bir sandalye aramaya başladım. İskeleti diğer üretimlerimde kullandığım sandalyelere nazaran daha küçük /kibar olsun istedim. Mahallemde bulunan antikacının önünden geçerken tam olarak hikâyemin nesnesini/kişisini bulduğumu hissettim. Nesnelerle olan bağımdan haberdar olan antikacı Ali Karataş, ne yapmayı planladığımı sordu. Anlattığımda şaşırdı. Süreç benim için garip ilerledi çünkü bu nesnenin geçmişi tam olarak benim kurmaca hikâyemle aynıydı. Sandalyenin eski sahibi 90 yaşında bir kadındı. Torunu ve torununun eşi o ölünce bütün eşyaları bu antikacıya satmıştı. Rüyamın izini sürdüm, bir nesneye ulaştım. Nesnenin geçmişinin izini sürdüm rüyama geri döndüm. Bazen nesnelerin sahibini biliyordum, izliyordum. Kimi zaman nesnenin izlerinden özneye ulaşmaya çalışıyordum. Yaklaşımım duygusal mı yoksa çok mu mantıksal bilmiyorum. Bu hususlarda düşünürken Yas Evinde Naz Yapan Çocuk benim sorularıma bir ihtimal cevap verebilecek bir noktada iken kafamda başka sorular meydana getirdi. Ben mi bu nesneleri hissediyorum yoksa onlar mı beni buluyor? Kim bilir! Belki iki taraf da birbirine bir adım atıyordur.
Nesnelerin hikâyesinin izini sürdüğün bir diğer ilgimi çeken çalışman Büyüyünce Ne Olacaksın?. Satın aldığın dolabın içerisinde palet olarak kullanılmış rafla karşılaşıyor ve bunun hikâyesini yazmaya koyuluyorsun. Sanatçıların, sanatçı-olmayanların yaptıkları resim ve benzeri sanat nesnelerini çalışmalarına eklemlemesine aşinayız. Fakat burada sen bu öyküyü Donna Harawayvari bir perspektifle âdeta baştan yazıyorsun. Bedenleştiriyorsun. Bu fikrime katılır mısın?
D.S.: Bu fikrinize katılıyorum. Haraway, insanı, daha önce sosyal bilimcilerin göz ardı edip hiç irdelemediğini görüp, bedenli bir özne olarak tarif etmektedir. Bedenli bir özne olan insanı tarihin, sınıfın, toplumsal cinsiyetin bağlamlarıyla işaretli bir şey olarak görmenin doğru olduğunu söyler. Bedenin dönüşümünün/değişiminin de öneminden bahsederek, onun teknolojiyle şekillenen geleceği üzerine düşünmüştür. Bedeni günümüz teknoloji çağının kültürüne ait ilişkiler ağına konumlandırarak bu ilişkiler ağının içinde bedenin çözülmüş, başka türlere evrilmiş, parçalara ayrılmış ve farklı düzlemlere yayılmış olduğunu bize gösterir. Görmemizi istediği şey aslında bedenli bir özne olan insanın, makinelerle, canlılarla, uygunsuz ötekilerle yakınlığın mümkün olduğu ihtimalidir. Haraway bu ihtimal ışığında gelecekte, belirli verilere sahip insan doğasından, kültürden, kimliklerden, kökenden ve cinsiyetten arındırılmış bir dünyanın hayalini kurmaktadır. Benzer hayallere sahip olduğumu söyleyebilirim. Bunun için bedenli öznelerin ruhlarını klonlayarak tanıdık uygunsuz bir ötekinin/nesnesinin benliğine yerleştirme çabasında olduğumu söyleyebilirim. Bu yeni beden prototipleri kültürden, cinsiyetten, kökenden, sistemden ve kimliklerden kendilerini meydana getirip tam olarak oldukları şeyle münakaşadadırlar.
Yas Evinde Naz Yapan Çocuk’ta iki ayrı sandalye görüyoruz. Bu iş, Gelsin Yüzüne De Söylerim’deki kinetik yerleştirmeden hem sayıca hem de sergilenme biçimi olarak farklılık gösteriyor. Benimse ilk gözüme çarpan Yas Evinde Naz Yapan Çocuk’ta yer alan iki sandalyeden birinin geçmişi, diğerinin ise şimdiyi form olarak imlemesi oldu. Hem kendi içerisindeki bu zıtlığa hem de diğer işle kurduğu yakınlığa ve uzaklığa nasıl bakabiliriz?
D.S.: Yas Evinde Naz Yapan Çocuk‘ta geçmişi imleyen sandalye halen ontolojisinin tüm verilerini barındırarak insanî olma eğilimindeyken şimdiyi imleyen sandalye ontolojisinin gerekliliklerinden soyutlanmıştır. Benzer ontolojik veriler Gelsin Yüzüne de Söylerim’de de mevcuttur. Bu veriler geçmişleri üzerinden şimdinin izleriyle bir gelecek inşasının mümkün olup olmadığını aramaya yardımcı görevini yüklenirler. Şimdiyi form olarak imleyen sandalye hiçbir geçmişe sahip olmamanın, bir duygu tasarısı olmanın zaten temsilidir. Dinamikliği, formu ve olması dayatılan şey olmayı reddetmesiyle tam olarak bugüne aittir.
İ.A.: Yas Evinde Naz Yapan Çocuk, Damla’nın İstanbul’a ilk taşındığı dönemlerde gördüğü bir rüyadan geliyor. Pratiğinde, kimi zaman bulduğu (ya da çoğu zaman onu bulan) nesnelerin üzerindeki izlerden sahibini, hikâyesini hayal ederken, kimi zaman da gözlemlediği kişilerin nesneleri üzerinden ruhlarını ortaya koyuyor. Eskiciden, aldığı pembe sandalyenin hikâyesini duyunca ikimiz de çok şaşırdık. Aynı rüyasındaki gibi yeni vefat etmiş bir büyükannenin torunu, ardında bıraktığı eşyaları Damla’nın sürekli uğradığı eskiciye vermişti. Bu sandalye de o büyükannenin makyaj sandalyesi imiş. Dediğim gibi, bazen hikâyeyi Damla kurguluyor ve nesnesini buluyor, bazen de hikâyenin nesnesi Damla’yı buluyor.
Serginin merkezinde devasa ahşap bir vitrinle karşılaşıyoruz. Ama bu bildiğimiz vitrinlerden biraz farklı. Nesnelerin oldukları şey olmanın dışına çıktığı E.T.A Hoffmann öyküleri gibi. Şimşekler çakan, sisle perdelenen bu vitrinin çocukluğuna uzanan derin bir hikâyesi var. Nedir bu hikâye?
D.S.: Vitrin annemle babamın hayatlarını birleştirdiklerinde aldıkları ilk nesne. Çocukluğumun simgesi olduğunu söyleyebilirim. İnsan yapımı renkli kutuyu taklit etmesini tasarladığım ama çocukluğuma tanıklığını seçmiş bir nesne. Ne kadar kaçsam da kişisel olmasına engel olamadığım bir enstalasyon. Kendisini perdeleyen sis sayesinde serginin psikolojik atmosferine hükmetme tavrındadır. Sergideki diğer işlerin varoluş sürecinin başladığı zamana ait olmanın, çocukluğuma tanıklığın ona verdiği yetkiye dayanarak çocuk olmanın çaresizliğini ve “büyünce her şey yine böyle mi olacak?” kaygısını gösterme döngüsündedir. Hikâyeyi bilmeyen bir bireyin işle karşılaşma sürecinde nesnenin verdiği tanıdıklık hissi biçimle sınırlandırılmaması gereken bir husus diye düşünüyorum. Bu perspektifle bu nesne de, eser de benim hikâyem olmanın ötesinde ortak bir duygu bilincinin konumlandığı nokta olabilmiş gibi hissediyorum.
5 Dakikaya Hazırım video enstalasyonunda bir otoportreyle karşılaşıyoruz. Videoda görmekte olduğumuz kadın, yüzüne yapışmış olan yılan kavını cımbızla temizliyor. Sisifos misali sonsuz döngü içerisinde devam eden bu eylem -performans- hiç bitmeyecekmiş izlenimi veriyor ve bakışların odağını Ezgi Bakçay’ın da söylediği gibi izleyiciye çeviriyor. Bakışın nesnesi olmaktan çıkan bu video enstalasyon hakkında neler söylersin?
D.S.: Serginin geneline baktığımızda insan bedenini taklit eden nesneler bütünü ile karşılaşıyoruz. Bu nesneler arasında gezerken izleyiciyi 15 dakikalığına durduran 5 Dakikaya Hazırım isimli video enstalasyonu insan bedenini nesneleştiren bir durağanlığa izin vermektedir. Bu anlamda izleyici, farkında olmadan serginin nesnesi haline gelerek beden ve nesne arasındaki ilişkiyi ters yüz eden bir sorgulama alanı sunmaktadır.
Teknik olarak komplike bir sistem tercih etmiyor, basit çözümlemeler üretmeyi yeğliyorsun(uz). Bunun nedeni nedir? İnsanın teknolojiyle dolayımında, insanî olandan uzaklaşmama isteği bunun için bir sebep olabilir mi?
D.S.: Eserlerimde genel olarak bilinçli bir şekilde teknolojiyi ilkel görünen fakat kompleks yapılarla çözümleyerek yoğun bir duygu üretmeyi hedefliyorum. Çünkü hareket ve görüntü ne kadar mekanikse nesne, insan olmaya en yakın yerde/duyguda konumlanabiliyormuş gibi hissediyorum. İnsanı çoğunlukla ilkel beyinin yönettiğini göz önüne aldığımızda insanlaştırdığım bu nesnelerin de ilkel beyinleri tarafından yani duygularıyla yönetilmesine önem veriyorum. Bu çerçevede insanın teknolojiyle dolayımında, insanî olandan uzaklaşmama isteği kesinlikle sebeptir. Teknolojinin ilkel beyinlerimize hükmü göz ardı edilemez. Modern hayatın gerçeklerinin teknoloji ve insan arasında çok yakın bir ilişki içerdiğini söylemek mümkündür. Bu iki olgu fazlasıyla iç içe geçmiştir. İnternet kaynaklarından edindiğimiz haberlerin/bilgilerin dünya görüşümüzü şekillendirdiği bir gerçekliği kimsenin inkâr edebileceğini düşünmüyorum. Tüm yaşam fonksiyonlarımız aslında kendi kurduğumuz fakat ısrarla fark etmeyi reddettiğimiz algoritmalar üzerine kurulu.
Sergi kataloğuna ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü bu kataloğun, tıpkı sandalyelerde ve diğer birçok nesnede olduğu gibi canlı oluşunu gözlemliyorum. Sergi, metin düzleminde bu katalog vesilesiyle nefes almaya devam ediyor. Böyle bir kataloğun varlığı her anlamda meşakatli bir sürecin sonunda çıkmışa benziyor. Kimin fikriydi? Nasıl hayat buldu?
D.S.: Katalog metni için Ezgi Bakçay ile görüştük. Metni bana yolladı, okudum ve gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Hiç konuşamadığım bir yanımla sonunda konuşmuşum gibi hissettirdi. Kataloğun çocukluğumda meraklı ve büyülenmiş gözlerle incelediğim üç boyutlu masal kitapları gibi olmasını istedim. Bu fikrimi İlayda’yla paylaştım, çok sevdi. Araştırmalara başladık ama gerçekleşmesinin zorlu bir süreç olduğunu ve zaman gerektirdiğini öğrendik. Kataloğun tasarımcısı Mustafa Bey benzer dinamikliği yaratabileceğini söyledi ve sonuç bu oldu. Hâlâ kataloğu açtığımda karşıma çıkacak oyunlardan haberdar olmama rağmen, aynı heyecanla merakla sayfaları değiştiriyorum. İstediğimiz sonuca ulaştığımızı söyleyebilirim.
İ.A.: Kinetik bir sergiye kinetik bir katalog olmalı diye düşündük. Damla’nın baştan beri istediği, çocukluğumuzda okuduğumuz (pop-up) üç boyutlu masal kitaplarını andıran bir katalog yapmaktı.