Gündem

Dans Aşkına: Pina Bausch

Beykoz Kundura’da Uluslararası Dans Günü’ne özel 29-30 Nisan’da gerçekleşecek film ve sohbet programı kapsamında Bausch’un sanat yolculuğuna, modern dansa etkisine ve İstanbul’la bağına baktık.

"Dans eden Pina" filminden bir kare.

1982 yılından bu yana 29 Nisan, dansı politik, etnik ve kültürel bariyerlerin önüne geçip insanları bir araya getiren evrensel bir sanat formu olarak öne çıkarmak adına Uluslararası Dans Günü olarak kutlanıyor. Beykoz Kundura da 14 yıl önce kaybettiğimiz efsanevi dansçı ve koreograf Pina Bausch’a selam gönderecek “Dans Aşkına: Pina Bausch” adlı 29-30 Nisan’da gerçekleşecek film ve sohbet programıyla bu günü kutluyor. Bu vesileyle efsanevi dansçı ve koreograf Pina Bausch’un sanat yolculuğuna, modern dansa bıraktığı etkilere ve İstanbul’la bağına değindik. 

Dansın kalıplarını en temelinden değiştiren, dansı teatral öğelerle birleştirerek öznel olanı kamusal bir resme dönüştüren; hislerin devinimleri harekete geçirdiği kabulüyle bedenin danstaki yerini yeniden konumlandıran ve öncülüğünü yaptığı dans tiyatrosu kavramının geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan Pina Bausch’un Dans Tiyatrosu’na Türkiye izleyicisi olarak yabancı değiliz. Pina Bausch Wuppertal Dans Tiyatrosu, ilk olarak 1998 yılında Der Fensterputzer (Cam Temizleyicisi, 1997) ile 10. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivaline katıldı ve izleyiciyi âdeta büyüledi. Pina Bausch ve topluluğu bu gösterisinden iki yıl sonra bu kez Masurca Fogo (Ateşli Mazurka, 1998)” ile festivalin bir kez daha konuğu oldu. Bausch’un Dans Tiyatrosu, farklı ülkelerin yerinde gözlemledikleri kültürlerini bir dans tiyatrosuna dönüştürerek sahneye taşımasıyla bilinen bir topluluk. Türkiyeli sanatseverlerin izleme şansı bulduğu eserler Der Fensterputzer’in Hong Kong’dan, Masurca Fogo ise Lizbon’dan esinlenerek sahneye konulmuştu. 

Bu tarihten iki yıl sonra 2002 yılında, Türkiye’nin dans tarihi için önemli sayılan bir gelişme yaşandı. Pina Bausch Wuppertal Dans Tiyatrosu daha önceki işlerinde esinlenmiş olduğu Roma, Palermo, Los Angelos, Hong Kong, Lizbon, Budapeşte gibi şehirlerin arasına İstanbul Tiyatro Festivali’yle gelişen karşılıklı ilişkilerin de etkisiyle İstanbul’u da katmaya karar verdi. Ekip üç haftalığına tekrar İstanbul’a gelerek bu şehri ve kültürünü keşfetmeye koyuldu. Bu sürecin sonucunda Bausch’un son döneminde en çok ses getiren işlerinden biri olan Nefes ortaya çıkmış oldu. Nefes, ertesi yıl eski AKM’nin büyük sahnesinde prömiyerini yaparak seyircisiyle buluştu. İstanbul’un çeşitliliğinden kesitler sunan “Nefes” seyirciden büyük ilgi gördü ve beş gün üst üste sahnelenerek altı binin üzerindeki seyircisine hem unutulmaz anlar yaşattı, hem de birçok soru ve eleştiriyi beraberinde getirmiş oldu. Bausch, Nefes‘in merkezine su’yu yerleştiriyordu. Onun için İstanbul bir su kenti… Diğer çalışmalarında olduğu gibi bu projesinde de folklorik bir tanıtım yapmaktan kaçınıyor, ekibiyle yaptıkları üç haftalık gezide edindiklerini kesitler halinde sunuyor. En çok öne çıkanlar ise, kentin suyla olan ilişkisi, hamamlar, hızlı akan hayat ve trafik ve de tabii ki hemen hemen tüm işlerinde olduğu gibi kadın erkek ilişkileri oluyor. Bausch, Türkiye’den eleştirmenler tarafından İstanbul projesinde “kadınları eziliyormuş gibi gösterdiği” gerekçesiyle eleştirilmiş olsa da gittiği her ülkede Nefes büyük ilgi gördü ve övgüler aldı. 

“Dans Eden Pina” filminden bir kare.

İstanbul’dan esinlenerek hazırlanan Nefes’i özel kılan ise 30 Haziran 2009 tarihinde, Pina Bausch’un aramızdan ayrıldığı tarihte Polonya’nın Wrocław kentinde olan Wuppertal Dans Tiyatrosu’nun, onun ölüm haberine rağmen Nefes’i sahnelemekten vazgeçmemiş ve bu temsili ona ithaf ederek, temsilin sonunda onun yerini boş bırakarak seyirciyi selamlamış ve onun adına alkışları kabul etmiş olmasıydı. Nefes, ertesi yıl yani 2010’da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde Pina Bausch’un anısına bir kez daha Türkiyeli seyircisiyle buluştu. İki yıl önceden sözleşilmiş olan bu gösteriye hayatta olsa Pina Bausch da gelecekti, her zaman olduğu gibi bu gösteride de topluluğunun yanında olacaktı.

Pina Bausch’un aramızdan ayrılışının üzerinden 14 yıl geçti. Hem yaşarken hem de ölümünden sonra bir çok film, kitap ve araştırmaya konu oldu. “İnsanların nasıl hareket ettiğiyle değil; onları hareket ettiren şeyle ilgileniyorum” diyen Pina’yı harekete geçiren neydi peki, onu bu kadar özgün ve başarılı kılan?

Aslında Bausch bu sorunun cevabını 2007 yılında, Inamori Vakfı tarafından her yıl kültür sanat alanındaki öncü isimlere verilen ve de oldukça prestijli bir ödül olan Kyoto Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada veriyordu. Japonya’dan aldığı Kyoto Ödülü’nün yanı sıra kariyeri boyunca Laurence Olivier Ödülü (Birleşik Krallık), Deutscher Tanzpreis Ödülü, Avrupa Tiyatro Ödülü, Goethe Ödülü, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi’nin Onursal Üyeliği gibi birçok uluslararası ödülün sahibi de olan Bausch, genellikle kendinden ve yaptığı işlerden uzun uzun bahsetmeyen bir sanatçıydı. Ancak Kyoto Ödülü’nü alırken kendi yolculuğuna dair ilk kez samimi açıklamalarda bulundu.

“One Day Pina Asked” oyunundan bir kare.

Kendi deyişiyle çocukluğuna, gençliğine, öğrencilik yıllarına, dansçı ve koreograflık kariyerine dönüp baktığında bu dönemlere dair kafasında bazı resimler beliriyordu. Bazı sesler ve tatlar hatırlıyordu ve de yol arkadaşlarını elbette. Geçmişte yaşadıklarının çoğu bir şekilde sahnedeyken tekrar yaşanıyordu onun için.

Çocukluğuna dair anılar arasında savaş deneyimleri önemli bir yer tutuyordu. O yıllarda Pina’nın ailesi Solingen’de yaşıyordu. Hava saldırısı sirenleri çaldığında evlerinin bahçesindeki küçük sığınağa girmek zorunda kaldığını ve bir keresinde de evlerinin bir kısmına bomba düştüğünü, neyseki hiçbirinin zarar görmeden kurtulduğunu anlatır konuşmasında. Ailesinin Solingen’de aynı zamanda restoranı da olan küçük bir oteli olduğunu, tıpkı diğer kız ve oğlan kardeşleri gibi, onun da ailesine yardım ettiğinden de söz eder.. Patates soymak, merdivenleri temizlemek, odaları toplamak gibi bir otelde yapılması gereken tüm işler için saatlerce çalışıyordu. Ancak her şeyden önce küçük bir çocuk olan Pina, tüm bu işlere yardım ederken bir yandan da koşup, oynar ve dans eder. Dansa olan yeteneğini bir süre sonra otele gelen misafirler de fark etmeye başlar. Yakındaki bir tiyatronun oyuncuları düzenli olarak restoranlarında yemek yemeye geliyordu ve hep “Pina gerçekten çocuk bale grubuna gitmeli” diyorlardı. Böylece ailesi Pina’yı henüz beş yaşındayken tiyatrodaki çocuk balesine kaydettirir. Öğretmeni daha ilk derste ondaki esnekliği fark etti. Pina’nın hayatında artık sadece orası vardı, hep oraya gitmek istiyordu. Mahalledeki arkadaşları ile de evlerinin arka bahçesinde oyun oynayıp dans ediyorlardı. Bahçenin ortasında eski bir dans pisti vardı, onun üzerine çıkıp dönemin şarkıcılarının, oyuncularının taklitlerini yapıyorlardı. Pina genellikle Marika Rökk oluyordu.

Ailesi çok çalışmak zorunda olduğundan onunla çok fazla ilgilenemiyordu. Otelin restoranını özellikle ilgi çekici bulan Pina akşamları, yatma saati geldiğinde, masaların altına saklanıp orada öylece kalıyordu. Gördüklerini ve duyduklarını çok ilginç buluyordu: dostluklar, aşklar ve kavgalar… İnsanları gözleme huyunu o dönemlerden edinmiş olan Pina, belki de yıllar sonra sahneye koyacağı Cafe Müller (1978) isimli eserinde o çocukluk dönemlerindeki gözüyle deneyimlediği kadın erkek ilişkilerine ve temsillerine dair her iki taraftan da eleştirel bakabilen kesitler sunar.

Çocuk bale grubuyla ilk kez sahneye çıktığında henüz altı yaşındaydı, ardından pek çok operada, operette, dans gecesinde yer almaya başladı. Büyüdükçe onun için daha da net olan bir şey vardı, o da tiyatroda kalmak ve dans etmekti. Fakat gitgide boyu uzuyordu ve daha 12 yaşındayken ayakları tıpkı babasınınki gibi kocaman olmuştu, 42 numara ayakkabı giyiyordu. Bunun ileride, oldukça katı kalıpları olabilen dans alanında ilerlemesine engel olacağından korkuyordu.

Ailesi onun dans temsillerini izlemeye pek gelmeseler de Pina’ya güvenmiş ve ona sevildiğini hissettirmişlerdi. Pina hayatı boyunca bunun için şükran duyacaktı.

On dört yaşında Folkwang Okulu’nda dans eğitimi almak için Essen’e gitti. Orada Pina için önemli olan şey Kurt Jooss’la tanışmasıydı. Jooss, bu okulun kurucularından ve en büyük koreograflardan biriydi. Folkwang Okulu, tüm sanatların tek çatı altında toplandığı bir yerdi. Sadece opera, drama, müzik ve dans gibi gösteri sanatlarında değil, resim, heykel, fotoğraf, grafik ve tasarım gibi diğer tüm bölümlerde de olağanüstü öğretmenler vardı. Farklı bölümlerden öğrenciler birbirini ziyaret ediyor, herkes birbirinin işine ilgi duyuyordu. Bu sayede pek çok ortak proje de hayata geçmişti. Bu zamanlar Pina için çok önemli bir deneyimdi.

Jooss, Pina için ayrıca özel biriydi. Samimi ve mizah yönü kuvvetliydi ve de nerdeyse her alanda inanılmaz bir bilgisi vardı. Kyoto’daki ödül konuşmasında, gerçek anlamda müzikle ilk kez onun aracılığıyla tanıdığını söylüyor; Jooss’la tanışıp çalışma fırsatı bulduğu için kendini çok şanslı saydığını dile getiriyordu.

“Dans Eden Pina” filminden bir kare.

Pina, yeni şeyler öğrenmek ve dans etmek söz konusu olduğunda oldukça açgözlü biriydi. ABD’ye gitmek için Alman akademik değişim programına burs başvurusunda bulundu ve kazandı. Ancak nasıl bir maceraya atıldığını sonrasında anlayacaktı: On sekiz yaşında, tek kelime İngilizce bilmeden bir başına Amerika’ya gitmek. Hiç İngilizce konuşamadığı için başlangıçta New York’ta hayat onun için pek de kolay olmamıştı. Yine ödül konuşmasında, yemek yemek istediğinde, istediği şeyi doğrudan işaret edebileceği bir kafeteryaya gittiğini söyleyerek ne kadar zorlandığına dair örnek veriyordu. Ama New York’ta bir şekilde karşısına hep ona yardım etmeye hazır insanlar çıktı. New York’un iyi ya da kötü, ona sunduğu her şeyi kabul etti. Her şeyi öğrenmek ve her şeyi deneyimlemek istiyordu. 1950’lerin sonu Amerika’da dansın altın dönemiydi: Georg Balanchine, Martha Graham, José Limón, Merce Cunningham gibi isimler sahnedeydi. Bununla birlikte Pina’nın okuduğu Juilliard Müzik Okulu’nda Alfredo Corvino, Margarete Craske gibi Martha Graham’ın topluluğundan ünlü dansçılar vardı. Sürekli yeni işleri takip ediyordu, elinde dondurma ya da abur cubur yiyecek ve içeceklerle New York sokaklarını arşınlıyordu. Ama bir süre sonra yeme içmeyle olan ilişkisi değişmeye başladı, gittikçe daha zayıflıyordu. Bedeniyle yeni bir deneyim yaşıyordu, bir dönüşüm… Üstelik sadece bedeniyle de sınırlı değildi.

New York’taki ikinci yılında, o zamanlar Metropolitan Opera’da Sanat Yönetmeni olan Antony Tudor tarafından işe alındı. Met, onun için bir diğer önemli deneyimdi. Maria Callas’ın ne yazık ki yeni ayrıldığı zamanlardı ama onun etkisi hâlâ hissedilebiliyordu. Pina, dans etmenin yanı sıra bol bol da opera izliyordu. Onun için sesleri ayırt etmeyi öğrenmek ayrı bir zevkti. Tam anlamıyla dinlemeyi öğrenmek de öyle.

İki yıl sonra Kurt Jooss’tan bir telefon geldi. Okulda başka bir küçük topluluk olan Folkwang Bale’yi tekrar kurma şansı bulmuştu. Pina’ya ihtiyacı vardı ve geri dönmesini istedi. Amerika’da kalma arzusu ile Jooss’un koreografilerinde dans etme hayali arasında kalmıştı, ikisini de çok istiyordu. New York’ta olmayı çok sevmişti, kariyeri için her şey çok güzel gidiyordu. Ama sonuçta Essen’e dönmeyi seçti.

1962 yılında Almaya’ya geri dönen Bausch, Folkwang Bale’de (Jooss daha sonra Folkwang Dans Stüdyosu olarak değiştirecekti topluluğun adını) Jooss ona sadece eski ve yeni koreografilerinde dans etmesine izin vererek değil, aynı zamanda ona yardım etmesine izin vererek de Pina’ya çok fazla güven ve sorumluluk yükledi. Pina, burada yavaş yavaş kendi parçalarının koreografisini yapmaya başladı. Bir keresinde Jooss provaya gelip onu izlemiş ve şöyle demişti: “Pina, ne yapıyorsun, sürekli yerde sürünüyorsun?”

Pina, gerçekten kalbinde olanı ifade etmek için çıktığı yolda, sırf duayen oldukları için başkalarının tekniklerini ve hareket biçimlerini kullanmanın kendisi için uygun olmadığı anladı ve “Bir şeyi neden ve nasıl ifade edebilirim?” diye sorarak kendini zorlamayı seçti. Bu arada kendi doğaçlamarı dışında ilk kez başkaları için küçük koreografiler yapmaya başlıyor. Aslında pek de planları dâhilinde değildi koreograf olmak, o sadece dans etmek istiyordu ama süreçler onu buna yöneltmişti. Nitekim, Jooss’un ayrılışının ardından 1969 yılında henüz 29 yaşındayken Folkwang Dans Stüdyosu’nun sanat yönetmeni ve koreografı oldu.

Bir süre sonra Wuppertal Bühnen’in genel müdürü Arno Wüstenhöfer ondan Wuppertal Bale’yi yönetmen olarak devralmasını istedi. Aslında hiçbir zaman bir tiyatroda çalışmak istemiyordu Pina. Bunu yapacak kadar güvenmiyordu kendine. Ama Wüstenhöfer pes etmedi ve sonunda Pina “deneyebilirim” diyene kadar ona sormaya devam etti. Böylelikle 1973 yılında, adı daha sonra Pina Bausch Wuppertal Dans Tiyatrosu olarak değişecek olan, belediyeye bağlı Wuppertal Bale’nin başına geçti.

İşte böylece Pina’nın ölümüne kadar asla bırakmadığı ve yarattığı dünyaca ünlü dans tiyatrosu eserlerinin ilk temsillerini yaptığı Wuppertal Dans Tiyatrosu ile olan serüveni böylece başladı.

İzleyiciler için Pina Bausch’un konuları, müzik ve dekorda getirdiği yenilikler, kullandığı teatral anlatım biçimleri oldukça büyük bir değişiklik anlamına geliyordu. Wuppertal’daki selefi klasik bale yapmıştı ve halk tarafından çok seviliyordu. Bu nedenle de belli bir estetik bekleniyordu; ama Pina için bunun dışında başka güzellik biçimlerinin de olduğu barizdi. İlk yıllar çok zordu. Seyirciler sahnede gördüklerine tepki olarak ıslık çalıyor, yuhalıyor ya da salondan çıkarken öfkeyle kapıları çarpıyorlardı. Hatta bir keresinde tepkilerden korunmak için salona dört kişiyle beraber gittiğini söylüyor.

“One Day Pina Asked” filminden bir kare.

Otuz yılı aşkın bir süre içerisinde Pina Bausch’un Dans Tiyatrosu zamanla değişip dönüşse de bazı temellerin üzerinde ilerlediğinden bahsetmek mümkün. Bunlardan bir tanesi Pina Bausch’un işlerine konu olan cinsiyetler arası ilişkiler ve iktidar kavramı. Özellikle ilk dönem işleri Frühlingsopfer (Bahar Ayini, 1975) ve Die sieben Totsünden (Yedi Ölümcül Günah, 1976) ile birlikte bu anlayış yavaş yavaş belirginleşmekteydi. Bausch, bu işlerinde kadın erkek ilişkilerini ön plana çıkarır ve iktidar sorgusu yapmaya başlar. Bu gözlemlerini olduğu gibi aktarır, bir çözüm sunmaz ve hem erkeği hem de kadını iktidar mücadelesi içerisinde eleştirmekten kaçınmaz. Bir başka işi olan Kontakthof (Buluşma Yeri, 1978), bu anlamda birden fazla yeniliği barındırmaktadır. Artık Bausch’un işlerindeki bir başka temeli yani soruları görürüz. Buluşma Yeri’nde temel soru sevecenliktir: Sevecenlik nedir, şefkati nasıl tanımlarız gibi sorularla yola çıkılır. Aslında bu tekniğin ilk olarak belirginleşmeye başladığını gördüğümüz yer 1977 yılındaki Blaubart (Mavi Sakal) isimli eseridir. Bu teknikte Bausch danşçılarına bir dizi sorular sorar ve cevabını ister devinimlerle isterlerse de kelimelerle ya da müzikle vermelerini söyler. Verilen cevapların birbiriyle alakası olması aranmaz. Provalar esnasında yapılan bu çalışmalar neticesinde birikenlerden daha sonra birleştirilerek parçalar oluşturulur. Burada temel unsur dansçıların hissettiklerini aktarmalarıdır. Çünkü Pina Bausch’un Dans Tiyatrosu’nda hisler ifadeleri ve devinimleri harekete geçirir.

Bir diğer önemli unsur ise sesler ve kelimelerdir. Sesler hem müziklerle bağlantılı hem de onlardan ayrı olabilir. Kelimeler de aynı şekilde… Burada Dans Tiyatrosu’nun başlamasına vesile olan dışavurumcu ekolün yansımaları hâkimdir. Yani önemli olan yine hislerin nasıl dışavurulduğudur. Sesler ve kelimeler devinimi harekete geçirir ya da içkin duyguların ifadesinde bir yol arkadaşı olur. Bazen bu ifadeler küçük hikayelere de dönüşür, dansçılar zaman zaman sahneden izleyicilerle konuşur ve onlara bir şeyler anlatırlar. Buna dair en bariz erken dönem örnekleri ise Komm, tanz mit mir (Gel, Benimle Dans Et, 1977) ile Ein Stück von Pina Bausch (Bir Pina Bausch Yapıtı, 1980)’da görürüz.

Pina Bausch’un Dans Tiyatrosu için müzik, ses ve kelime kullanımından farklı olarak ayrıca ele alabileceğimiz bir unsurdur. Kariyerinin ilk dönemlerinde kesintisiz klasik müzik parçaları kullanan Pina Bausch sonrasında deneysel müzik türleri, folklorik halk ezgileri ve türküleri kullanmış, zaman zaman canlı müzik kullanmış ya da dansçılarına söyletmiş, zaman zaman da kayıttan müzik parçaları kullanarak bunları durdurup geriye sarmak veya tekrar tekrar çalmak suretiyle müzik üzerinde işlerine uygun olarak çeşitli oynamalar yapmıştır.

Bir diğer unsur ise dekor anlayışıdır. Bausch dekor kullanımda bariz bir imge yaratmak yerine imgeleri belirsizleştirmeyi ve yorumu seyirciye bırakmayı tercih eder. Onun dans tiyatrosunda renkler önemlidir, renk kullanımına dikkat eder. İşlerinde genellikle sahnenin tabanını işin atmosferine uygun olarak seçtiği dekorla boyutlandırarak zaman-mekân birliktelik gözetmeksizin bir oyun alanı, bir rüya alemi yaratır.

Pek çok insan için şunu diliyorum: diğer kültürleri ve yaşam biçimlerini tanımalılar. Böylece başkalarından çok daha az korkar ve hepimizi neyin birleştirdiğini çok daha net görebilirler. Bence insanın içinde yaşadığı dünyayı bilmesi önemli.
Pina Bausch

Tüm bu yeniliklerin zaman içinde kabul görmesini sağlayabilmek oldukça zor ve yorucu bir yoldur. Ama bu konuda hem dansçıları hem de Rolf Borzik, Peter Pabst gibi teknik danışmanları onu yalnız bırakmaz. Bausch ayrıca 1980’de Ronald Kay ile de hayatını birleştirerek ertesi yıl bir çocuk sahibi olur. Çocuğundan sonra onunla beraber dünya algısının yeniden şekillendiğini, doğumun ve yenidoğan bir bebeğin dünyayı algılayışının da eserlerine ilham olduğunu kaydediyor. Buna ek olarak, son dönemlerinde daha da artan yabancı kültürlere yapılan yolculukların ve davetlerin de tiyatrosunu çok zenginleştirdiğini ekliyor. Hatta İstanbul’daki Cam Temizleyicisi’nde başına gelen bir anısını paylaşırken, gösterinin bir noktasında dansçıların koreografi gereği kendi geçmişlerinden fotoğrafları izleyicilere gösterdiklerini ama hiç beklenmedik bir şekilde seyircinin de birden kendi çantalarından cüzdanlarından kendi geçmişine ait fotoğrafları paylaşmaya başladığını ve bunun ne kadar büyüleyici bir an olduğundan bahsediyor. Pina bu ve benzeri anların onu seyirciye daha çok şey vermek konusunda sorumlu hissettirdiğini ve korkuttuğunu şu sözlerle ifade ediyor:

“Ortaya bir iş çıkarmak hiç de zevkli değil. Bir daha asla yapmak istemiyorum. Her seferinde bir işkence. Peki neden yapıyorum? Bunca yıl geçmesine rağmen hala öğrenemedim. Her iş ile yeniden baştan başlamak zorundayım. Bu çok zor. Her zaman başarmak istediklerime asla ulaşamayacağım hissine kapılıyorum. Ama bir prömiyer geçer geçmez, hemen yeni planlar yapıyorum. Bu güç nereden geliyor? Evet, disiplin önemli olabilir. Belki de sadece çalışmaya devam etmeli ve sonra bir noktada aniden bir şey ortaya çıkıyor – çok küçük bir şey. Bunun nereye varacağını bilmiyorum ama sanki biri ışık yakıyormuş gibi. Çalışmaya devam etme cesaretinizi tazeliyorsunuz ve yine heyecanlanıyorsunuz.”

Belki dans dediğimiz şey, hayatımızdaki devinimlerimizin ve arzuyla hareket etmeye devam etme isteğimizin bir sonucu olabilir. Belki de her hareketimiz, devinimimiz bir dans, ve dansımız da bir devrimdir belki, kimbilir!

O nedenle Dans Günü yaklaşırken dansa dair bir şeyler yapmak isterseniz, en azından İstanbul’da olanlarınız için bu yazının hatrına Pina’yı yad etmek adına Beykoz Kundura’da 29 ve 30 Nisan’da gerçekleştirilecek “Dans Aşkına: Pina Bausch” isimli iki günlük programa katılabildiğiniz kadarıyla takip edebilirsiniz.


Program kapsamında, Chantal Akerman’ın yönettiği 1983 yapımı One Day Pina Asked (Bir Gün Pina Dedi ki) ve 2022 Almanya yapımı Dancing Pina (Dans Eden Pina) adlı filmler seyirciyle buluşacak. Forian Heinzen-Ziob bu belgeselinde dünyanın dört bir yanından genç dansçıların Bausch’un Pina’nın benzersiz koreografik stilini keşif süreçlerini izliyor. Avrupa ve Afrika’da Pina Bausch’un projelerine çalışan iki dans okulunu hazırlık aşamasında izliyor ve iki farklı kültürden gençlerin Pina Bausch ile kurdukları derin ilişkiyi ve sevgiyi yakalıyor. 

Almanya’nın Dresden şehrindeki Semperoper Ballet kumpanyası, Pina’nın dokunaklı dans operası “Iphigenia”ya hazırlanırken; Afrika’nın dört bir yanından dansçılar da, Senegal’deki dans okulu École des Sables’te Pina’nın ufuk açıcı The Rite of Spring balesinin provasını yapıyorlar. Büyüleyici bir metamorfoz: Sokak dansı, klasik bale, geleneksel ve modern Afrika dansı birbirine karışıyor ve farklı formlardan dansçılar Pina’nın çalışmalarını dönüştürürken, Pina’nın koreografisi de dansçıları dönüştürüyor. Dansçıların ve koreografların deneyimlerini birinci ağızdan dinleme ve görme şansı bulabileceğiniz bir belgesel yani. 

Programın ikinci günü sürpriz bir etkinlikle başlayacak ve katılımcılar Pina Bausch’un kendisi kadar ünlü nelken-line (nelken-çizgisi) adlı dans dizisini, Beykoz Kundura’nın sahilinde canlandıracaklar. Aynı gün ayrıca, Kundura Sinema’da “Pina’yı Anlamak ve Anlatmak” başlıklı bir sohbet gerçekleşecek. Ekrem Buğra Büte’nin moderatörlüğünde yapılacak sohbete, dans sanatçısı ve koreograf Leyla Postalcıoğlu ve sinema yazarı ve küratör Müge Turan katılacak. Sohbette, Pina Bausch’un sinemada ve sahnedeki büyüsü konuşulacak. Etkinlik biletlerinden elde edilecek tüm gelir ise deprem bölgesinde yürütülen yardım çalışmalarına bağışlanacak.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Esra Özdoğan'ın Galeri Nev İstanbul'da gerçekleşen "Makinedeki Hayalet" sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

© 2020

Exit mobile version