“Herkes Heyecanlanır Sanmıştım”ı Nazım Dikbaş’ın kimi zaman sırf kendi için kimi zaman doğrudan tanıdıklarına kimi zamansa meçhul kalabalıklara yazdığı bir “mektup-sergi” diye düşünerek gezdim. Bazı cümleleri daha şimdi ağzımızdan dökülmüş gibi okunan, bazı çehreleri fazlaca tanıdık gelen çizimlerde köşeye sıkış(tırıl)mış insanı, bizleri gördüm. İç sesimiz bile başkaları için cümleler kuruyor; üstelik bitimsiz biriciklik sanrılarımız ve biz-onlar ayrımımız var. Oysa Nazım en karanlık gölgeye işaret ediyor: “Aynı toplumda yaşıyorsak, birbirimize ne kadar benziyoruz?” Bu esnada adeta kafatasımızı yarıp beynimize biyopsi yaparak bu insancıklar kimlerdir, diye de soruyor. Sanatçı gündelik bir bağlamda bu gibi felsefi meseleleri araştırırken insanı kimliklendiren en güçlü ögeler olan söz ve yüzü ortaya koyup hem onu özneleştiriyor hem de aynı işlemle kişiyi yutup nesneleştiriyor. Buradaki çatışkı hiçbir şekilde didaktik bir his vermemekle birlikte, mektup-sergi benzetmesini sürdürmek gerekirse zarftan çıkan mesajı güçlendiriyor.
Nazım Dikbaş’ın “tekliler” ve “hikâyeler” bölümlerine ayrılan “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” sergisi 12 Ocak-16 Şubat 2024 tarihleri arasında Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeydi. Sanatçıyla kültür politikaları etrafında heyecan, atmosfer yaratımı ve benlik sunumları, sanatsal diyalektiği ve üretim yöntemi, mektup-sergi türü, sanat hayvanı olma sorunsalı, aktivist kimliği, çizimlerinin etnografik-felsefi bağlamı ve çeviri meselesi üzerine konuştuk.
Serginin adıyla başlayalım. Ama bu kez, sonuna yaklaştığımız bu günlerde, merak ediyorum, büyük ilgiyle karşılanan bu sergide herkes heyecanlandı mı?
İzleyicilerin kendi kendilerine, bazen içerideki odadan duyulacak kadar yüksek sesli kahkahalarla gülmelerinden, arkadaşlarını çekip bir çizime, bir cümleye işaret etmelerinden veya sergiyi gezdikten sonra bana hissettiklerini yazmalarından çok hoşlanıyorum. Heyecan var. Tabii birçok izleyici de uzun uzun, sessiz sessiz geziyor, o da çok hoşuma gidiyor. Yani sükûnet de var, sergiye girişteki yazıda bahsettiğim iki temel bileşen tamam gibi.
Sergi adına nasıl karar verdin?
Serginin ismini, daha önceki birçok sergimde olduğu gibi, işlerden birinden seçmeye çalıştım. “Herkes Heyecanlanır Sanmıştım” alternatiflerden biriydi, acaba fazla mı gel-gelli diye de düşündüm ama sonunda o gel-gel galip çıktı, fena da olmadı sanki.
Takip ettiğim kadarıyla heyecan meselesi kültür politikaları etrafında bir okumayı beraberinde getirdi. Kültür ve sanata duyulan heyecan nasıl korunur?
Artık bizde kültür politikası var mı, emin değilim. Kültürün daha karanlık anlamına doğru gidiyoruz. Böyle bir durumda bağımsızlığı, özgürlüğü mesele edinenler olarak bizim kendi alttan gelen yaklaşımlarımızı çizmemiz lazım; buna politika diyemeyiz. Kendi çizgilerimizi, akımlarımızı, yollarımızı çizmemiz lazım. Sanat ve kültür politikası üretme meselesi zaten hep kallavi ve üstten bir laftır. Bizimkine kıyasla birazcık daha açık bir toplumda elbette bu yine anlaşılır bir hedef. Örneğin bir belediyenin bir kültür politikası olmak durumunda. Ama ne zaman ki kültür iktidardaki partinin ve hatta belediyelerin ideolojik dayatma ve reklam yapma aracına dönüşür, o zaman bağımsız sesleri çok daha güçlendirmemiz gerekir. Heyecan ancak orada korunabilir; öteki taraflarda, serginin giriş yazısında da belirttiğim gibi “ne heyecanı ne de sükûneti bilen” bürokratikleşmiş, bayat, pek duygu yansıtmayan, (ne taraftan olursa olsun) lacivert ceketli kalantor adamların gelip açılışlar yaptığı bir hava seziyorum.
İşleri yerleştirirken birbirleriyle nasıl konuştuklarına hangi ölçüde dikkat ettin?
İşleri asma serginin en zevkli aşamalarından biriydi. “Tekliler” adını verdiğim odayı ilk gördüğümde nasıl asmak istediğimi hemen gözümde canlandırdım. İşlerin toplamının kapıdan içeri bir sel gibi, dalga gibi, lağım gibi akmasını ve duvarları kaplamasını istiyordum. Önce elimdeki işlerin toplamının buna yetip yetmeyeceğini kabaca hesaplamaya çalıştım, neticede fazlasıyla yetti, asmadığım 200-300 iş oldu. Yani önceliğim bu havayı oluşturmaktı. Sonra bu oluşan bütünlüğe “hava durumu” da dedim zaten. Bu dalgayı oluşturduğum sürece işleri başka başka da asabilirdim, şimdiki hâli değişmez bir kurgu değil. Birbirleriyle ilişkilerine de elbette dikkat ettim ama bunun tek bir ilkesi yok, geometrik olarak, leke olarak nasıl durduklarına da bakıyorum. Birbirleriyle fazla konuşmalarını da istemiyorum, birbirine yakın konuları fiziken yakın asmamaya da çalıştım. Ama sonra bunun da ihlal edilebilecek bir kural olduğunu hissettim. Şarkı sözlerini değiştirerek yaptıklarımı bir yere, parkla, hayvanlarla, ağaçlarla ilgili olanları başka bir yere çok da zorlamadan grupladığım oldu.
“Hikâyeler” odası ise biraz kendini belirliyor, orada sadece mümkün olduğunca çok hikâyeyi birbirine karışmadan bakılabilecek ve okunabilecek şekilde asmaya çalıştım. Peş peşe okunmalarından doğan uğultu, biriken tortu, devam eden yankı, her iki odada da, bu serginin kendine özgü ikramı.
Yankılanma evet ama hikâyelere tek tek bakınca gördüğüm yarıklar da beni çok etkiledi, içine düştüm. Tek tek okuduğumda bir şey, art arda okuduğumda ise başka şeyler ifade ediyorlar çünkü. Katılır mısın?
Hikâyeler kısmındaki sayfalara ben de bazen tek tek bakıyorum, aradan çekip tek bakınca nasıl duruyorlar, bu tek halleriyle birer tekli mi oluyorlar diye. Geleneksel hikâye oluşturma konusunda iyi değilim, bir veya birden fazla düğüm belirleme, karakterleri daha etli butlu geliştirme, anlaşılır bir sona bağlama, bunları tam yapamıyorum. Üstelik geleneksel hikâyecilik bu dediklerim midir ondan bile emin değilim. Şu andaki aşamada belki hikâyeler hâlâ tekliler odasındaki işlere daha yakın. Hikâyelerin bu boyutu üzerinde daha çok çalışmak istiyorum.
Bahsettiğin yarık, kopukluk, uçurum veya ani dönüşler, hızlı geçişler, erken sonuçlar veya bitmek bilmeyen listelemeler bir ölçüde bilerek uyguladığım bir tavır. Bu anlamı açan, genişleten, başka yerlere bağlayabilen bir yaklaşım ama bir yandan da, aynı daha iyi çizebilmeyi istediğim gibi, geleneksel hikâyeciliği daha iyi anlayabilmek ve uygulayabilmek istiyorum.
Senin sergilerine tür olarak mektup-sergi diyesim geliyor. Daha önce söylendi mi? Böyle değerlendirir miydin?
Daha önce böyle bir tanımlama yapılmadı. Ama sen böyle sorunca, kime gönderilen bir mektup diye düşünüyorum. Farklı farklı alıcılar var. Özellikle bazı işleri çok yakınımdaki kişilerin görmesi ve okuması için, hem onlardan aldığım ilhamla hem de onlara ithafla yapıyorum, elbette herkes tarafından görülebilecek ve okunabilecek şekilde. Ama sadece kendime veya çok daha geniş bir izleyici/okuyucu kitlesi hayal ederek yaptıklarım da var.
Her an çizer hâlde olduğunu bilmekle birlikte, çalışma akışını merak ediyorum. Söz ile yüzü nasıl bütünleştiriyorsun? Sarf ettiği cümleye yakışan yüzleri mi arıyorsun yoksa önce yüzü çizip sonra onun ne konuştuğuna mı kulak veriyorsun?
Dediğin iki yöntemi de takip ediyorum, aradaki tüm diğer ihtimaller de var. Bazen oturup çizemeyecek bir yerdeysem aklıma gelen cümleleri not alıyorum, onları sonra gözden geçirip çizimini yapıyorum. Ama bazen de oturup uzun uzun çizmeye başlıyorum ve illa bir şey yazayım diye kendimi zorlamıyorum. Zaten sessiz çizimler de var, biraz sessizlik olması da iyi. Metinler açısından en önemlisi ve en zevklisi, o çizimdeki kişinin, karakterin, o cümleyi veya cümleleri sarf edeceği senaryoyu, o hayal içerisinde, o anın öncesinde başına neler gelmiş olabileceğini ve bu cümleleri söyledikten sonra başına neler gelebileceğini düşünmek. Bunu düşünürken zaten bazen iş bir hikâyeye varıyor ya da bambaşka bir çizim senaryosu ortaya çıkıyor.
Bir yandan insanı kimliklendiren en güçlü ögeler olan söz ve yüzü ortaya koyup onu özneleştiriyor öte yandan tam da aynı işlemle kişiyi yutup nesneleştiriyorsun. Buradaki çatışkı ve sanatsal diyalektiğin hakkında ne söylersin?
Hepimizin, sosyopsikolojik mi desek, epey derdi var ama bunu sağaltacak yollara erişim eşit değil, onu söyleyebilirim. Şunları da sorabiliriz: Kolektif bir iyileşme hayal ediyor muyuz? Bu derdi veya dertleri hastalık terimleriyle düşünmekten memnun muyuz? Henüz dert olarak tanımlamadığımız ama ağırlığı altında ezildiğimiz neler var acaba, bugünde ve geçmişte? Bu meselelere kenarından dokunan bir iş de var sergide, alıntılayayım: “Psikiyatriste gidemediğinden; yazın balkon pencere açık hasta kabul eden alt katındaki muayenehaneye kulak kabartıyor; başka dertlilerin seanslarından kendine pay çıkarmaya çalışıyordu.” Benim işlerdeki diyalektiklerden biri de bu ikisi arasındadır diyelim: Gerçekçi ciddiyet bir yanda, gülme ve güldürme arzusu diğer yanda.
Gündelik yaşamında güçlü ve yılmaz bir politik sesin var; açtığın sergi ise sivil insan çehrelerinden, “sokaktaki/şehirdeki/mekândaki ben”lerden oluşuyor. Günbegün sürdürdüğün aktivizminle sanat üretimin arasındaki ilişkiyi açar mısın?
Önce şunu söylemek isterim, sergide birçok “kötü” var. Kötülüğün örgütlenişi, kötülüğün açık ve gizli eğitimi, sevgili Metin Bakkalcı’nın “kötücül” kelimesiyle nitelediği kişiliğin ve yapıların nasıl şekillendiği ve kalıcılık sağladığı yapmaya çalıştığımın belirleyici bir parçası. İlk kişisel sergim “Henüz İyi Yönlerimi Görmediniz”de de, 2012’de yayımlanan kitabım Özel Dersler’de de bu, ana odaklardan biriydi. Elbette daha geniş bir odak var: İnsan nasıldır? Doğuştan iyilik/kötülük olmadığı gibi, kalıcı iyilik/kötülük de yok, insan eylemiyle birdir.
Toplumsal eylemlerde de, haklarını talep eden, özgürlük talep eden, adalet talep eden insanların, örgütlerin ve kitlelerin, bunları kısıtlamak veya ortadan kaldırmak isteyen iktidar ve devlet aygıtlarıyla, resmî şiddetle ve işkenceyle, yalanla ve adaletsizlikle karşı karşıya gelişlerini günbegün görüyoruz, yaşıyoruz. Bizim toplumumuzun gerçeği bu.
Tek seferde gezilmesi imkânsız bir sergi bu. Üzerine konuşmak da bir o kadar güç. İşleri tek tek açacak olsak haftalar sürecek malzeme var ama özellikle şunu sormak istiyorum. “Sanat hayvanı asla kendi sanatından bahsetmez, sanatını yapar, sanatını yaşar, sanatını olur” diye konuşan çizimin için ne söylersin? Kendi sanatında bu olma biçimiyle serginin başlığına taşıdığın heyecan ve yaratma edimi arasında nasıl bağ kuruyorsun?
Her işin çok çeşitli yorumları olabilir, ben de kendi çizdiklerimi hem yaparken hem de yaptıktan sonra karşılarına geçip farklı yorumlar, açtıkları farklı düşünce geçitleri üzerine düşünmeyi seviyorum. Ne kadar çok ne kadar geniş o kadar iyi. Ama sanat hayvanımızın illa beni veya bizi temsil ettiğini düşünmeyelim. Hayvanlaşmak isteyelim. Hayvanlığın bizim zihnimizce nüfuz etmesi en zor hâllerinden biri; hayvanların bizim ilerlemeci, gelişmeci, istilacı dünyamıza göre kendi içlerinde var olmaları, yapmaları, yaşamaları ve böyle var olup sonra sona ermeleri. Sanata kendimizi tam olarak verdiğimizde, yaratıcı edime kendimizi bütün zihnimiz, kalbimiz ve bedenimizle vakfettiğimizde biz de hayvanlığa yaklaşıyoruz. Sanat bunu yapabiliyor, sanat hayvanı oluyoruz.
Sergilerindeki dil ve üslup yıllar içinde siyasal iklimin sertleşmesinden nasıl etkilendi?
Bu doğrudan siyasi bir sergi değil. En özel iç dünyayla en genel toplumsal dünya arasındaki bir mesele, bir ilişki. Hem komik hem de dramatik bir şekilde ele alınıyor. İster istemez bazen çok ağır siyasi meselelere değiniyorum çünkü Türkiye çok ağır siyasi meseleleri olan bir ülke. İlk sergimin başlığı olan “Henüz İyi Yönlerimi Görmediniz” çok ağır bir laftı. Sonra 2012’de basılan Özel Dersler adlı kitabımda Türkiye’deki siyasi kötülüğün eğitimini işledim. Doğrudan görmediğimiz, dolayısıyla bilmediğimiz bir şekilde, resmî anlatının da ötesinde ülkenin bireyleri kötülük yaptırmak üzere sistem-dışı bir sistem kurarak nasıl eğittiği… En kaba piyondan bir üstüne veya onların yöneticilerine varıncaya dek. Seçilmemiş bürokrasi nasıl işliyor, bu Osmanlı’ya veya daha geriye kadar nasıl gidiyor, bugüne nasıl geçmiş… Bu sergideki “Dikk(at)tention” serisi de öyle. Bu seri Özel Dersler’dekinden biraz daha grotesk ve karikatürize bir şekilde yüzyıl dönemi komitacılarının kendi aralarında konuşmasını betimliyor. Mesela diyor ki “Bazı kitaplar yasaklanacak, bazıları yeniden yazılacak.” Bunun dünyanın başka yerlerinde de böyle olduğunu biliyoruz. Yine mesela, “Onlar etkilenince biz de etkilenmiş sayıldık.” Sonra… “Gerekirse bizden bahsetmek de yasaklanacak.” İlla bunların hepsini belirli bir sabit hikâyeye oturtmak gerekmiyor, iyi de değil öyle yapmak. Biz kendimize bir iç dünya atfediyoruz, hep özgürlükten hep açıklıktan bahsediyoruz ama bu tür kavramları hiç önemsemeyen, kendine ait görmeyen, hep cebirle iş yapanların da kafasının içinde bir şey dönüyor olması lazım.
Kamusal varlık sürdürme biçimleri üzerinden bir zihin okuma çabası bu, öyle değil mi? Kafalarının içinde dönen sesi işitme yöntemin ne?
Tahmin yürütüyorum (gülüyor). Bu bir jimnastik, egzersiz, anlama çabası… Olta atıyorum ve bakıyorum, öyle midir? Fotoğraflarına, konuştuklarına bakıyorum. Bu serginin tamamı kurgu. Bazı kısımlarda komik, bazı kısımlarda abartılı, bazı kısımlarda aşırı trajedik, dramatik. Bunlar birer alıntı değil ama o insanların en yukarıdakinden aşağıdakine nasıl davrandığına, neler dediğine, dili nasıl kullandığına-kullanamadığına çok bakıyorum. Ailesiyle, kardeşiyle, mahallesiyle ilişkisine… En kaba mafyatik bir otopark valesinden sokağın ortasında eşini öldüren emekli polise kadar burada ne oluyor, sadece kişisel bir kriz olarak görülemez ki, bu toplumsal bir kriz.
En karanlık gölge ise şu soru: “Aynı toplumda yaşıyorsak, birbirimize ne kadar benziyoruz?” Biz-onlar diye ayırmak o kadar kolay değil. Bizim de bazı kötü, karanlık, saklayıcı davranışlarımızın temelinde ortak yönler var. Onlar çok fena çünkü onlar böyle tipler; biz ise çok harikayız çünkü özgürlükçüyüz diyemeyiz. O karanlığa, kötülüğe bakarak kendimizle ilgili en azından yapmadıklarımıza dair bir hesap çıkarmamız lazım.
Sergide hem etnografik hem felsefi taraflar görmek mümkün. İşlerinin ne kadarı buralı insan üzerine kültür bilimsel bir bakış, ne kadarı insan olma hâli (human condition) üzerine felsefi bir araştırma?
“Bilim sanatın baktığı gibi bakamaz” önermesi eskiden bana statik bir anlatım gibi gelirdi. İnsan yaşı ilerledikçe bu gerçekliği anlıyor, şımarıyor (gülüyor). Kaba bir şekilde yapmamalı ama ben çok meraklı olduğum için, arkeolojinin, antropolojinin, tarih öncesinin verilerine istediğim şekilde bakmak, onlardan istediğim rahatlıkta sonuç çıkarabilmek veya ilham alabilmek hoşuma gidiyor. Bizim için çok kuvvetli bir veri kaynağı. Endüstriyelleşmemiş insan veya yazıyı bilmeyen insan veya daha önce kendi etrafındakilerden başka türde insan görmemiş insan nasıl yaşardı? Bütün bu bilgi alanları masanın üstüne geliyor, birikiyor. Bazen de fazla birikiyorlar, bunları neden bu kadar gündür kullanmadığını merak ediyor insan.
Son sorumu —yine etnografya-felsefe hattını takip ederek— çevirmen kimliğinle yanıtla isterim. Hikâyeleri ya da teklileri İngilizceye çevirip başka bir şehirde sergileseydin “yabancı” izleyiciler kendilerine dair evrensel bir şey bulur muydu, yoksa Türkiye’deki çoğul insanlıklara dair bir şeyler mi bulurdu?
Önceki sergilerde çevirdiğim işler oldu; Özel Dersler kitabının tamamını da yine kendim çevirdim. Onu sadece anadili İngilizce olan kişiler değil, Türkçe bilmeyen herkes okuyor. Dolayısıyla çeviriyi ona göre ayarlamak gerekiyor. Bu sergide ise İngilizce çeviri yok ama Türkçe bilmeyen insanlarla gezip on beş yirmi iş çevirip biraz da olup biteni anlattığım oldu. Neticede maalesef gelemediler ama annemlerin de sergiden haberi var. Gerçi annemin Türkçesi çok iyi. Başlığı da metni de anladı ama bazılarını soruyor, çeviriyorum. Öte yandan işlerin doğrudan Türkiye’yle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Fakat elbette bazıları Türkiye’yle daha net bir bağ taşıyor veya bazı simalar daha buralı.
Ben Türkçenin kendine özgü avantajlarını sonuna kadar sömürüyorum, mesela belirsiz özne ve nesneler kullanıyorum. Ama çeviri benim en deneyimli olduğum alan. Onlara birer özne ve nesne atayarak çevirebilirim. Seksen ayrı resim içeren Özel Dersler kitabımda çevirinin gerçekten bir iletişim kuracağına inandım. İmkânımız olup bu sergideki belli işlerin kitabını yapacak olsak o kadar büyük bir işe kalkışmışken herhalde çevirisini de yapmak gerekir.