Söyleşi

Geçmişte ve şimdide pişen inatçı bir bellek

Burçak Bingöl’le 26 Ekim’e kadar Galeri Nev’de görülebilecek olan son sergisi “Yeryüzünde Minör Titreşimler” üzerine konuştuk.

Burçak Bingöl, "Yeryüzünde Minör Titreşimler" sergisinden görünüm

Burçak Bingöl’ün kişisel sergisi Yeryüzünde Minör Titreşimler, Tate St Ives ve Ka Ankara’nın ardından, son durağı olan Galeri Nev İstanbul’da 26 Ekim’e kadar izleyiciyle buluşuyor. Bingöl’ün seramik çalışmaları galeri mekânına özel yeni bir kurguyla sunulurken, dört yıllık sürece yayılan projeyi detaylı şekilde ele alan bir kitap da okuyucuyla buluştu. 

Sergi, beni önce çok tanıdık hislerle kucaklıyor… Belki de bu his, sergiye varmadan önce şehirde yürürken o bitmeyen inşaatların titreşimlerinden kaynaklanıyordur, bilemiyorum. Sergideki enstalasyona, Bingöl’ün kaleme aldığı beş bölümlük bir şiir de eşlik ediyor. Uzun bir metinden süzülerek “sıkıştırılan” bu dizeler, farklı şehirlerden çeşitli mekânlar aracılığıyla Bingöl’ün yolculuğunu, eserlerini, düşünme ve aktarma biçimlerini bize bir sahne olarak sunuyor. Sahne 3’te yer alan şu dizeler, bu düşünceyi pekiştiriyor: “Pişince inatçı bellek, ışıkla dost, nemle dost; zamana nazikçe direnen kırılgan yine de…” Bir yıkım anının hissettirdiği o “titreşim”, yıkım sonrasında yerini anıların belleğimizde minik titreşimlerle kendini hatırlatmasına bırakıyor. Sanatçının dediği gibi “inatçı bellek” unutturmaya niyetli değil; onu yok etmeye çalışanlarla dost ve el ele. Sergi, bir yıkımın bellekte bıraktıklarını taşırken, mekâna özgü üretilen ve yedi parçadan oluşan platform, ateşin hâlâ devam ettiği hayali bir fırını galeri mekânına taşıyor ve  “Bir seramik fırınının içinde neler oluyor, acaba? ” sorusuna da yanıt veriyor.

Sahne 4’te yer alan “Bitkiler mi çok yavaş, biz mi hızlıyız yoksa?” dizesinin yanıtını ise yine seramik fırını bize fısıldıyor. Koşturmanın içinde sürekli hareket hâlinde olduğumuz günümüzde, seramik fırının zaman kavramını sorgulatan ve adeta donduran işleyişi, izleyiciyi durup bakmaya davet ediyor. Toprak, okyanus, gökyüzü, bitkiler, geçmiş ve gelecek bir devinim içinde olabilir mi? Dört yıla ve üç durağa yayılan bu proje hafızadaki görünmez bağları “toprağın üzerine” çıkarıyor. Kae Tempest’in Bağlar Üzerine kitabından bir cümleyle sergiye dair son sözümü söyleyeyim: “Yüzeyin altında birbirimize bağlıyız.” Bingöl, seramiğe transfer ettiği bitkiler ve odaklandığı “titreşimle” bu bağları görünür ve sonsuz kılıyor. Burçak Bingöl’le son sergisi “Yeryüzünde Minör Titreşimler” vesilesiyle dört yıllık sürece yayılan projenin duraklarını konuştuk.

2017’de gerçekleşen Mitos ve Ütopya sergisinden yedi yıl sonra İstanbul’da bir kişisel sergiyle yeniden izleyiciyle buluştun. Yedi yıl aradan sonra İstanbul’da yeniden izleyiciyle buluşmak, sanatçı-izleyici ilişkisi açısından senin için ne ifade ediyor? İzleyicinin eserlerine bakış açısında bir değişim bekliyor musun?

Yedi yıl uzun bir süre. Hem hayatımda, hem ülkede, hem de tüm dünyada çok şey oldu bu zaman zarfında; bence zamanı anlama ve yorumlama şeklimizde radikal değişimler oldu. “Yeryüzünde Minör Titreşimler”in St Ives ve Ankara’dan sonra İstanbul’a gelmiş olması ve buradaki izleyiciyle buluşuyor olması benim için çok anlamlı çünkü sergi farklı zamanları, mekânları ve bunların birbirine tesirini konu ediyor zaten. Sergilerim de birbirini takip eden sanatsal konularımın devamı niteliğinde; önceki sergiyi görenler bu bağları kolay kuracaktır diye düşünüyorum.

Üçkızkardeş , 2022, Sırlı seramik, sır, ahşap, 51x60x40 cm

Mart 2022’de SAHA Derneği desteğiyle Tate St Ives Porthmeor Stüdyoları’nda bir ay geçirdin. Sergide, St Ives Stüdyoları’nda geçirdiğin o günlerin gündelik yaşamına dair de izler görebiliyoruz. Atlantik Okyanusunu bir takvim yaprağına gün gün resmetmen gibi… Rezidans süreci, senin üretimlerin için nasıl bir yerde duruyor?

St Ives’da misafir sanatçı olarak bir ay yaşamak ve üretmek kıymetli bir deneyimdi. Bunu sağlayan Saha Derneği ve Tate St Ives’a yeniden teşekkür ederim. Farklı bir kültürün gündelik hayatında bir St Ives’lı gibi varolmak, doğasını, coğrafyasını ve insanlarını tanımak çok zenginleştiriciydi. Cornwall’un en uç kıyısında bulunan St Ives, dünya savaşları sırasında sanatçılar için güvenli bir kaçış yeri olduğu için buraya çok fazla sanatçı yerleşmiş ve burada ciddi bir sanatsal miras bırakmışlar. Barbara Hepworth bunlardan biri. Şu an kendisinin yaşadığı ve ürettiği atölye ve bahçesi de Tate tarafından müzeleştirilmiş. Bunun yanı sıra Atlantik okyanusunun gelgitleri, güneşin açısıyla oluşan özel ışık, pagan geçmişten gelen dikilitaşlar, kıyılar, kayalar, 600 yüzyıldır değişmemiş pub’ıyla ilham verici. Bizim kültürümüzde nasıl ki bir şeyler birikemiyorsa burada da her şey birikiyor ve korunuyor. Bunu görmek çarpıcıydı.

Bu özel coğrafyada resim geleneği de bu geçmişten beslendiği için çok güçlü. Ben de “buradan resim yapmadan gitmemeliyim” diye düşündüm ve okyanus manzaralı atölyemden günün ilk işi olarak okyanusun o günkü rengini takvime boyadım.  Alternatif bir manzara resmi olarak düşünebiliriz…

Rise and Fall and Rise, 2024, Sırlı tuğlalar, sırlı seramik, kuru bitkiler, ahşap, 65x60x60 cm

St Ives de topladığın bitkileri seramik yüzeye aktardığını görüyoruz. Seramikle bitkileri yan yana düşünürsek bitkilerin köklerinin değdiği toprağa bu sefer yaprakları değiyor ve iz bırakıyor, hatta gövdeleri de seramikle buluşuyor. Bu işin, kuruyan bitkilerin aslında birer “ölü” olduğunu söyleyen düşünceyi de yok ediyor. Seramikle buluşan bu bitkiler bellekte ölümsüz olmayı simgeliyor belki de. Bu bitkilerin sendeki izleri nelerdir?

Bitkileri hem topladığım andaki taze hâlleriyle, hem de kurumuş hâlleriyle kullanıyorum. Burada bir zaman katmanı ve karşıt bir ikilik var. Ve evet bu bitkiler artık yaşamıyor ama hafızamızda hep tazeler… Tam olarak ilgilendiğim yer de burası; zamanın akışı ve muhafaza etme fikri, bellek ve kırılganlığı…

Sergiye isim ilhamı da olan “titreşim” aslında senin kendi belleğine dokunan bir “titreşim”, hayatında uzunca bir süre yeri olan Ankara Devlet Konservatuarı binasının yıkılma sürecinde iş makinesinin enkazı kaldırmak için toprağa vurduğu ilk anki “titreşim”. Düşündüğümüzde bugün normalleştirdiğimiz bir olgu oldu “titreşim” inşaatlar, şehirlerin birer şantiye alanına dönmesi… Şehirde yürürken bastığımız zeminde bile zaman zaman “titreşimler” hissetmemiz. Ben bu soruyu yazarken yan tarafımda devam eden bir inşaat, masamda hafif titreşimler yapıyor mesela. O yüzden sormak isterim, bu projenin dört yıllık sürecinde başka “titreşimler” oldu mu hayatında?

Daha projenin en başında, sergi teklifi geldikten sonra, sergi tarihi pandemi sebebiyle üç kez ertelendi. Tabi bu süre içinde çok fazla şey yaşandı; proje de en baştaki halinden şimdiki haline evrildi. O dönem Osmanlı’nın kültürel mirası ve kobalt mavisinin coğrafyalar arası seyahati üzerine çalışırken bir anda yakın geçmişimizin, Cumhuriyet modernizminin yok olmaya başladığını idrak edince projeyi de bu konular üzerine kurgulamak ve zamana bir kayıt bırakmak istedim. Beni, hepimizi etkileyen en büyük titreşim de bu zaten… Bildiğimiz hayatın hızla dönüş(türül)mesi. Serginin bir fırın içini imlemesi de bununla ilişkili zaten; pişirim ve dönüşüm sürüyor… Sonuçlarını görüyoruz göreceğiz.

Yitiş, 2022, Sırlı seramik, sır, demir, ahşap 120 x 60 x 60 cm

 Şah Vazo Osmanlıdan geleneksel izler taşıyor. Bu eserin üretim sürecinde onu özel ya da farklı kılan bir unsur var mı?

Projede anlatmak istediğim fikirleri hep geleneksel Osmanlı kap formu olan Şah Vazo üzerinden anlattım. Bu formu seçme sebebim, Osmanlı kültürel mirasını yansıtan oldukça tanıdık bir biçim olması. Yani belli bir zamanı ve coğrafyayı anında zihinde canlandıran bir form; gören herkesin hafızasında bir yeri var ve bu toplu hafızayı da sürecin parçası yapmaktan özellikle keyif alıyorum. Bu vazolar Avanos’taki usta çömlekçi Aydın Afacan tarafından tek tek üretildi. Şah Vazo ismini ondan öğrendim. Aydın’la yıllara dayanan bir dostluğum var ve onunla Avanos sanayideki atölyesinde bu üretimler için geçirdiğimiz günler geceler benim için çok değerli; seramik malzemeye onun kadar tutkuyla bağlı az kişi gördüm.

Beni düşündüren işlerinden biri de Dilara Sezgin’in tasarladığı platformdu, bu eser aslında bizi seramik fırının içini görmeye davet ediyor. Senin için de üretim biçimini ve sürecini sergiye dahil ederek görünür kılmış olmandan bahsedebiliriz. Seramiğin üretim biçimi olarak barındırdığı tüm olanakları ziyaretçilere sunmak senin için nasıl bir yerde duruyor?

Sergi bir fırının içini imliyor, evet. Dilara’yla bu “fırının” İstanbul versiyonunu tasarlamak çok keyifliydi. Kendisi, Haldun Bey (Dostoğlu) ve ben sergi mimarisiyle ilgili çok keyifli bir süreç geçirdik. Bu harika yerleşim için ikisine de minnettarım. Seramik üretim sürecini bir sergi olarak yeniden tasarlamak ise benim bir süredir zihnimde dolaşan bir konuydu. Üretimlerimde kazara yapılmış gibi duran bazı formlar aslında çok planlı ve karmaşık bir sistemle ortaya çıkıyor. Bir parçanın istediğim etkiyi vermesi için bazen on defa pişirim yaptığım oluyor. Seramik fırınının içinde türlü düzenekler kuruyorum ve işin büyük ve heyecanlı kısmı burada seramik ve fırınla kurduğum etkileşimde ortaya çıkıyor. Etkin bir yapan olmaktan ziyade bu sürece katılım göstermek fikri hoşuma gidiyor. Bu kurguyla aslında bu süreci de izleyiciye açıyorum; bir anlamda atölye sürecimi galeriye taşıyorum.

Bu durum senin için atölyeni sergi alanına taşıdığını hissettiriyor mu? Yoksa atölyen senin için daha korunaklı bir yerde mi duruyor?

Atölyeden ziyade seramik yöntemlerini diyebiliriz. Atölye çok daha çetin bir yer ve benim için de oldukça mahrem. Zaman zaman paylaşmaya daha açık bir ruh halinde olabiliyorum. Porthmeor’da bir ay boyunca kullandığım atölyenin izlerini görebilirsiniz işlerde. Onda da atölyenin içinden çok pencerelerinden görülen manzaralar ve seramik sürecinden imgeler var. Projenin yeni çıkan kitabında ise atölyenin kendisi ve üretim sürecim sürecimi okuyuculara biraz daha açmayı becerdim gibi.

Sergiden görünüm

Sergiyi gezerken kendimi doğu ve batı arasında bir “eşikte” dolanır gibi hissettim, benim lisans eğitimim Türk Edebiyatı üzerineydi ve “doğu/batı arasında bir eşikte durmak” Ahmet Hamdi Tanpınar ile anılırdı. Tanpınar okumayı sever misin? Sende ve üretimlerinde bir etkisi var mı merak ettim?

Tanpınar’ı hem bir yazar olarak, hem de Osmanlı geçmişini Modern Türkiye’ye taşıma becerisiyle müthiş bir düşünür olarak çok kıymetli buluyorum ve gerek işlerimde gerek düşünme biçimimde çok büyük etkileri var. Zilberman Berlin’de 2019’da gerçekleşen sergim “Interrupted Halfway Through”, ismini Tanpınar’ın Beş Şehir eserindeki Beyoğlu betimlemesinden alıyor; kendisi, Beyoğlu’nu hamlesi yarım kalmış Paris olarak niteler. Yine aynı projenin İstanbul uzantısı olan “Bir Masalın İçinde ve Sadece Onunla Yaşamak” da Tanpınar’ın eski İstanbul’u anlattığı bölümden.

Sahne 1 ve A Brick Wants to be Something, 2023 Sırlı tuğlalar, 50x40x4 cm

Sergideki enstalasyona, senin kaleme aldığın beş bölümlük bir şiir de eşlik ediyor. Daha uzun bir metinden süzülerek bu dizeler ziyaretçilerle buluşuyor. Uzun metinleri süzmek ve özüne erişmek kimi zaman zorlayıcı olabiliyor. Bu yazma süreci nasıl geçti?

Tate St Ives’daki sergiye hazırlanırken pandemiye de denk gelmesiyle gitgide uzayan bir metinle yazarken buldum kendimi. Benim yerler ve seramik malzemeyle kurduğum ilişkiyi çözmeye (ve bağlamaya) yarayan bir çeşit mikro-tarih denemesiydi bu. Otuz sayfaya ulaşan bu yazıyı Tate yayınına basmak mümkün olmadığından bu metin nerdeyse damıtılarak bu beş şiire dönüştü. İlk olarak İngilizce yazdım. Oldukça zorlayıcı ama zevkliydi de. Geçen yıl Ankara Ka’daki versiyon için Süreyyya Evren’le Türkçeye çevirdik. Hatta sergi sırasında bir konuşma da yapmıştık kendisiyle. “Sıkışık nizam” kavramından yola çıkarak bu şiirlere “sıkışık nazım” diyoruz. O nedenle “sıkışıklar”ın isim babası kendisidir.   

Senin için dört yıllık bu sürece geri dönüp bakmak. Üretim sürecini paylaşmak, kaydetmek ve paylaşmak bu kitap özelinde nasıl bir yerde duruyor? Kitap vesilesiyle metin dünyasıyla daha içiçesin bu süreç nasıldı?

Sahneler olarak nitelediğim şiirler genişleyerek kitabın ana bölümlerine dönüştü. Tasarımını Dilara Sezgin’in yaptığı bu kitap, tüm bu projenin son ve bütünleyici parçası oldu. Arşivleri ve müzesi yeterince güçlü olmayan bizimki gibi kültürlerde yayın daha da önemli bir hale geliyor. Bu nedenle projenin tüm süreçlerini ve sergilemelerini barındıran bu kitapla proje artık benden ayrılarak tarihin bir parçası olacağı için mutluyum. Umuyorum ki o da okuyucusuyla buluştuğu noktada titreşmeye devam edecek…  

Hem fiziksel nesne olarak hem de görsel anlatım açısından, kitabın üretim sürecini ve izleyiciye aktarmadaki rolünü, kitabın tasarımını üstlenen Dilara Sezgin ile nasıl bir çalışma sürecin sonunda belirlediniz?

Dilara’yla inanılmaz yoğun bir düşünme ve tasarım süreci geçirdik. Elimizdeki tüm dataya bakınca kitabın şiirleri de kapsayan sahneler çevresinde şekillenmesi en içimize sinen yapı oldu. Bu sahneleri genişlettik; tüm süreci ve sergileri katıp zenginleştirdik. Kitaba ek olarak özel edisyonlarda ise St Ives’dan topladığım ve işlerin üzerinde imgelerini kullandığım bitkilerin kurumuş asıllarını cam fanuslar içinde muhafaza eden heykelcikler ürettim. Heykeli ve kitabı taşıyacak özel tasarladığım kutuyu da Barın Yazı ve Cilt ile iş birliği yaparak ürettik. Süreç boyunca minnettar olduğum çok fazla kişi ve kurum var; onları da kitapta anlatıyorum. Size de teşekkür ederim.

*Kae Tempest, Bağlar Üzerine, Onagöre, Çeviri: Mina Çakmak

İlginizi Çekebilir

Gündem

IPI, Argonotlar'ın da aralarında olduğu 66 basın ve ifade özgürlüğü, medya ve sivil toplum kuruluşuyla birlikte, RTÜK’ün Açık Radyo’nun karasal yayın lisansını resmi olarak...

Söyleşi

Erdil Yaşaroğlu ile Contemporary İstanbul kapsamında gösterilecek Sokak Köpeği heykelini ve sokak hayvanlarına yönelik bakışını konuştuk.

Eleştiri

Berkay Tuncay, “Clicktrance” sergisinde internet aracılığıyla yazının dönüşümüne, bu dönüşümün yazının tarihi ve insan algısındaki etkilerine odaklanıyor.

Kütüphane

Eşref Yıldırım'ın "Toz ve Küf" isimli kişisel sergisinin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.

© 2020