Söyleşi

Gündelik, absürd bir dilin yakın tarihe düşen kaydı

Mustafa Pancar ile 9 yıl aradan sonra açtığı “Kayıtta” sergisinin düşündürdüklerinden ilhamla 90’lı yıllardaki sanat ortamından Hafriyat grubuna kadar kapsamlı bir süreci konuştuk.

Ulaşım Projesi II, tuval üzerine yağlıboya, 126x180 cm, 2002

1990’lı yıllar Türkiye’de birçok şeyin ilkinin radikal bir biçimde filizlendiği yıllar oldu. 20’nci yüzyıl kendine ait olan unsurları bir sonraki yüzyıla devrederken milenyumun eşiğinde olanlar kendi geleneklerine karşı daha sarsıcı bir yaklaşımla yeni yollar arama gayretine girişti. Özellikle yurtdışında hareketlenen yeni fikirlerin, yeni akımların bu coğrafyada da kendine yavaş yavaş yer bulduğu zamanlara gençliği denk düşenler, bu hareketlerin bir nevi ilk taşıyıcısı oldu. Bunun en dikkat çeken kulvarlarından biri ise görsel sanatlar alanında yaşandı. Her şeyin karşı konulamaz bir hızla dönüşüm geçirdiği yıllarda sanat alanında birçok anlayış ve kabulün sarsılması, duyuş ve düşünüş biçimlerinin kendine yeni formlar ve diller edinmesi kaçınılmaz oldu.

İşte tam o yıllarda kendi jenerasyonunun getirdiği değişim fikriyle kurulan Hafriyat grubu, 90’lı yıllara ait güncel sanat dünyasının iz bırakan oluşumları arasında yerini aldı. Soyut resim eğitimi veren bir atölyeden çıkmasına rağmen figüratif bir resme yönelen bu gençler gündelik, sıradan ama absürt bir dilin peşine düştüler ve toplumsal kent yaşamının kaydını resimlerine yansıttılar.

Hafriyat grubunun kurucuları arasında yer alan sanatçı Mustafa Pancar, Türkiye’ye dair bu gündelik ve kurgusal imgeleri bir araya getirerek oluşturduğu dünyasından bir külliyat oluşturmaya devam ediyor. Pancar’ın 9 yıl aradan sonra Türkiye’de açtığı ilk solo sergisi “Kayıtta” Eskişehir Odunpazarı Belediyesi bünyesindeki Odunpazarı Çağdaş Sanatlar Galerisi’nde Sırma Zaimoğlu küratörlüğünde izleyicilerle buluştu. İzleyiciye dijital imajın ve medyanın henüz gelişmemiş olduğu yakın geçmişe ait resimsel bir bellek sunan işler, fotoğraf yüzyılı diyebileceğimiz geçen yüzyılın sonuna ve 2000’lerin başına dair özel bir estetik sunuyor. 28 Şubat’taki tanktan Gezi olaylarına kadar yakın tarihin hafızasına işlenmiş görüntüler Pancar’ın tuvalinde kendine yer buluyor. 5 Mart 2024 – 13 Nisan 2024 tarihleri arasında izlenebilecek sergi, monografik bir yapıyla ve sanatçının özgün dilinde yeni işlerinin bir yansıması.

Mustafa Pancar ile 90’lı yıllardaki sanat ortamının gelişiminden Hafriyat grubunun kuruluşu ve dağılışına, Türkiye’nin kültürel kodlarının sanata yansımasından son sergisinde nelerin “kaydını” tuttuğuna dair geniş yelpazede kapsamlı bir söyleşi yaptık.

Gençlik dönemi 1990’lara denk gelmiş bir jenerasyondansınız. 1990’larda nasıl bir sanat ortamı vardı? O dönemin gençleri daha çok neleri tartışıyordu? Neyi amaçlayıp, neyi hedefliyordu?

Bir kere 90’larda bugünkü gibi özel bir sermaye diyebileceğimiz bir alan sanatta pek fazla yoktu. Akademik kurumlar güçlüydü. Bu kadar müze yoktu ve özel sermaye yatırım yapmıyordu fazla. Dolayısıyla Ayşe Erkmen, Füsun Onur, Sarkis gibi sanatçıları destekleyen bağımsız diyeceğimiz kurumlar ve akademi vardı. Sanatçı potansiyelini karşılayamayacak derecede Beyoğlu ve Nişantaşı civarında bulunan az sayıda üç beş tane galeri vardı. Böyle bir ortam vardı kısacası, bu yüzden de çağdaş ve çağdaş olmayan gibi bir ayrım olmaya başladı. Çağdaş sanat tabii ki bütün sanatlar gibi bize dışarıdan etkilerle geliyordu. Yıllar yılı geçmişimizden gelen bir akademik gelenek vardı; Zeki Kocamemi’lerin öğrencileri olan Adnan Çoker, Özdemir Altan gibi isimler bizim hocalarımızdı. Onların verdiği soyut bir eğitim vardı. Bir yandan da Devrim Erbil, Neşet Günal’ın başka atölyeleri vardı. Onlar da figüratif eğitim verirlerdi. Sahne buydu yani; bir yanda çağdaş sanatçılar, bir yanda da soyut ve figüratif olarak ikiye bölünmüş olan akademik eğitim vardı. Böyle bir ortamda biz gelişip büyüdük. Ben ve iki arkadaşım Adnan Çoker’in atölyesinde eğitim aldık ve Adnan Çoker de soyut bir sanat öğretti bize. Adnan Çoker çağdaş sanata / güncel sanata karşıydı. “Küratör”e kendi deyimi ile ‘’kuruatar’’ deyip espriler yapardı. Minimalist bir sanatı öneriyordu bize. Resmin bütün olanaklarını bize öğretti. Bizden de soyut bir resim yapmamızı bekledi. Figüratif resim yapanlar da soyut resim yapanları pek sevmezlerdi. Çok ilginç bir şekilde ikiye bölünmüştü akademi. Böyle bir kutuplaşma içinde ama çok keyifli bir şekilde eğitim aldım ben.

1990’lı yıllar Türkiye’de birçok şeyin ilklerinin yaşandığı yıllar. İşte ilk rock gruplarından tutun da ilk underground hareketlerin çıkmasına kadar Batı’dan birçok akımın burada kendine yavaş yavaş yer bulduğu zamanlar. Bu durum sanat dünyasına nasıl yansıdı? Kendinizi şanslı hissediyor musunuz mesela?

Underground bir kültürün girmesi tabii ki beni ve bazı arkadaşlarımı etkilemişti. Üst kültüre karşı alternatif bir kültür olma iddiasıyla ortaya çıkması etkiledi. Var olan egemen ve kurumsal düzene karşı olarak ortaya çıkması benim resmimi etkiledi. Resimde de kurumsal olan ya soyut bir resim ya da çok geleneksel idealist bir resim anlayışı vardı. Ya Alman soyut dışavurumcuları gibiydi ya da Neşet Günal atölyesinin ürettiği işler gibi idealistti. O yıllar underground bir gerçekçilik sundu aslında sokakta olanla ilgilenmek konusunda. Bu anlamda underground kültür etkili oldu ve bunun yanı sıra postmodernist felsefe çok etkili oldu. O yıllarda başta Ali Akay olmak üzere diğer çevirmenler vasıtasıyla Fransız filozoflar çevrilmeye başlandı. Onların yazılarını ve kitaplarını okumaya başlayınca tartışmalar da zaten özellikle çağdaş sanat düzleminde o yöndeydi. Onlardan çok etkilendik. Mesela dekonstrüksiyonla ilgilendik. Bir şeyi yaparken bozma ve tamamına erdirememe. O yıllarda soyut ekspresyonizm dünyada devam ediyordu hâlâ. Fakat daha düz yüzey bir soyut da dünyadan çekilmişti.

Bostancı Sahili, tuval üzerine yağlıboya, 126×180, 2003

Peki, Türkiye’de sizin yapmaya çalıştığınız üretimlere hazırlıklı olan bir gelenek yokken ilk kez o yıllardaki çocuklar bunları Türkiye’ye adapte etmeye çalıştılar diyebilir miyiz?

Tabii, günlük hayat resmi Batı geleneğinde var zaten. Çok önemli olmayan insanların gelenek dışı resimleri var. Ta Van Gogh’lardan başlayarak sokaktaki insanın resmini yapma geleneği var. Sıradan insanın resmini yapma fikri bizde fazla gelişmiyor. Figürün ya toplumsal gerçekçi ya fantastik uygulanması o geleneksizlikten dolayı böyle geliyor. Figürü bu kadar sokağa indirgemek tabii ki cesaret gerektiren bir şeydi o zaman. Ve fotoğraf bizim baş tacımızdı. Fotoğrafı da klasik atölye figürüne gıcıklık olsun diye yapıyorduk. O yaşta gençsin ve serserilik edip aykırı bir şey yapmak istiyorsun. Atölye figür anlayışıyla dalga geçmek için fotoğraflardan çalışmayı sevdim ben. Ben şöyle bir kuşağın elemanıyım; analog ve dijital olmayan baskı fotoğrafı zamanından geliyorum. Baskı fotoğraf yapısı gereği dijitalden farklı bir malzeme. Fotoğrafı dünyada birçok sanatçı kullanıyordu, biz bunu görüyorduk. Fakat ben bütün dünyada fotoğrafı kullanan sanatçılardan kesinlikle farklı bir şey yaptığımızı düşünüyorum. Ben ve arkadaşlarımın felsefesinde estetiğe çok takmamak vardı. Tam grunge ve underground olarak başka bir şeye kafayı takacaktık. Bizim böyle bir fikre gelmemizin nedeni kesinlikle sol tandanslı bir anlayıştan olmamızdan kaynaklı. Sanatın içinde ite kaka da olsa toplumsal bir şeyle ilgilenmek istememiz. Sonrasında bu bayağı bir sentez olarak yerine oturdu.

Sol tandanslı olmak sizi politize ediyordu da apolitik olanlar ise kendilerine göre başka bir yol mu deniyorlardı peki?

Genelde yaşlarımız birbirini tutuyor, dünya görüşü ve ahlaki anlayış olarak aynı şeyleri düşünüyorduk o zaman. O genel ilkelerde bence hâlâ aynı şeyi düşünüyoruzdur. Bir kere elitizme karşı olmak birincisi. En tiksindiğimiz şeylerden biri buydu aslında. Özellikle sanatta ve sanat dünyasında hiyerarşiye bir karşı çıkış hepimizde vardı ortak nokta olarak. Bize getirilen ve bizim içinde yetişmiş olduğumuz sanatın elit olduğunu düşünüyorduk. Türkiye’ye sanatın nasıl getirildiği, akademinin nasıl kurulduğu, yaygın olmayışı anca belli bir sınıfın ulaşabileceği bir şey olması bir elitizm olduğunu gösteriyordu. Bizim devletçiliğimizden gelen meşhur bir elitizm vardı. Ona da karşı bir sivil olma kaygısı vardı. Kullandığımız mottolardan en sık olanı sivil olmaktı.

Gece Çekimi, tuval üzerine akrilik, 100×120, 2008

Çağdaş sanatı finanse eden küçük zengin bir zümre miydi peki? Bunun alternatifinde olduğu iddiasındaki kişiler daha sokakla ilgili ya da tırnak içinde daha anarşist muhalif bir yerden bakan çocuklar mı bu elitizme karşı çıkıyordu? Elitizme karşı olma hadisesini hangi bağlamdan kuruyordu bu çocuklar? Çünkü yaptıkları işleri bir yandan da bir finans-kapitalle ilişkilendirmek zorundalardı değil mi?

Biz o yıllarda onu anlayamıyorduk. Şöyle anlayamıyorduk; düşünmek istemiyorduk o yanını. Finans-kapital de o yıllarda bugünkü olduğu gibi değildi. Bir kere sanata ayrılan bir kapital var idiyse eğer o kapital çağdaş sanata ayrılıyordu. Çok ilginç bir şekilde paranın buraya gittiğini görüyorduk biz. Fakat konvansiyonel sanatın içine giren resim ve heykel arasında resim sanatını ikincil olarak görüyorlardı. Dünyada 50’lerden sonra var olan avangart rüzgâr, 80’ler 90’lardan sonra çok hızlandı. Dünyada bir sürü kurum küratörlük okulları, çağdaş sanat destekleri falan gibi işlere girişti. Türkiye’ye de yansıdı bu durum. Resmi temsil eden akademik kanat ve onun ürünleri olan sanatçılar kendi içinde bir piyasa oluşturma kaygısına girdiler ki bugünkü piyasanın çok daha düşük çaplı bir şeyiydi. Ancak belli hocalar ve belli insanlar piyasanın içerisinde olabiliyordu. Küçük bir sermaye bu piyasanın içerisinde dönüyordu. Fakat bunlar çağdaş sanat kurumları gibi örgütlü insanlar değillerdi. Hâlâ Fransız ekolünden gelen, sanatçı dehasına inanan birtakım tiplerdi. Son derece örgütsüz ve darmadağınıktı resim sanatının dünyası. Fakat çağdaş sanatın dünyası küratörleriyle, yazarlarıyla ve en önemlisi arkasındaki sermayeyle çok daha örgütlü bir durumdaydı. Biz de konvansiyonel bir sanatın tam temsilcisi gibi de davranmak istemedik. Çağdaş sanata karşı da değildik. İkisinin arasında bir şeye yerleşmek için uğraştık biz. Dolayısıyla Hafriyat Karaköy’ü açtık ve ikinci, üçüncü sergimizden sonra çağdaş materyallerle çalışan bir sürü insanı aramıza almıştık. Dolayısıyla bizim karşı olmamız “manifestal” bir şey yaparak değil, yeni bir form ortaya çıkararak karşı olmaya çalıştık.

Karışık Hikayeler Serisi, tuval üzerine yağlıboya, 120×175, 2002

Çağdaş sanatla ilgilenen çocuklar durumları iyi olan zengin ailelerin çocukları mıydı?

Her türden insan çıktı. Galiba ilk başlarda daha üst sınıftandı. Ondan sonra iş karıştı, herkes girdi işin içine. Mesela Kürt sanatçılar girdi çağdaş sanat dünyasına. Orada belirleyici olan o değildi ilk seferde. Bir yenilik geldi bize dışardan ve onu sahiplenen insanlar oldu. Biraz da onu hoyratça kullanan insanlar oldu diğerinin varlığını saymayarak. Konvansiyonel sanatların üzerinde ben bayağı bir görmezden gelme olduğunu düşünüyorum eskiden. Sermaye onların elinde ve belirli bir ideolojisi var sermayenin, nedir bu; çağdaş sanat, multimedya art ve kavramsal sanat. Paranın gittiği yer bu üçünü destekliyor. Dolayısıyla sen bunların dışında kaldığında dışlanıyorsun, örneğin resim sanatı oldukça silik durumdaydı. Bunun farkındaydık.

Tam da bu gelişmelerin ışığında Hafriyat grubu nasıl kuruldu ve nasıl şekillendi?

Üç kişi başladık: Antonio Cosentino, Hakan Gürsoytrak ve ben. 1996’da bir sergi açtık, ondan sonra aramıza başka arkadaşlar girmeye başladı ve ardından büyüdük. Sanat ortamının dinamiklerini karşılayacak yeterli kurum ve kuruluş yoktu. Biz genç insanlar olarak “Ne yapalım?” ve “İşlerimizi nasıl göstereceğiz?” diye düşünürken ortaya çıktı aslında. İşlerimizin bir temsiliyet sorunu vardı. Antonio Cosentino “Gel bir galeriye başvuralım” diye kandırdı beni. Ardından Kare Sanat Galerisi’ne başvurduk ve öyle başladı bizim hikâyemiz. Hepimiz şehirle ilgili resimler yapmıştık ilk başta. Yarı fantastik ya da değil ama Türkiye’de yapılan şeylerden farklı olarak hep gündelik şeyleri resmediyorduk. Konu olarak pek seçilmiyordu ve yoktu Türkiye’de böyle şeyler. Biz gündelik olanın çetelesini tutma gibi bir fikre giriştik. Ressamlık denen o yüce şeyi sıradan, çerçöp boyayarak harcamak gibi bir indirgemecilik yapmaya çalıştık. Hem sergiler açıyorduk hem konuşup tartışıyorduk. Biz normal bir sanatçı olmanın ötesinde bir de teorik şeylerle ilgilenmeye başladık. Bu bir direnme şekliydi. Bunları bilirsek bizim üzerimize çöken çağdaş sanat baskıcılığı ve belirleyiciliğiyle başa çıkarız dedik. Çağdaş sanat da teorik anlamda ilerler ya, biraz biz de Kant’tan estetik felsefesine kadar hepsini konuşup tartışırdık. Sıkı bir sivil okul gibi bir şey kurmuştuk. Böyle yıllar yılı yurt içinde ve yurtdışında 8-10 tane sergiler açtık. Yaptığımızı yaptıktan sonra sıkıldık ve hiçbir amacımız kalmadı. O zaman bunu başka bir şeye dönüştürelim dedik ve Hafriyat Karaköy’ü açtık. Yaklaşık iki buçuk yıl Hafriyat Karaköy süreci yaşandı. Orada feci bir hız kazandık. İki buçuk senede 25 tane sergi açıldı orada. Hafriyat Karaköy de yine alt kültürler üzerinden gitti ve gündemi bayağı belirledi. LGBTİ+’lardan tutun da Hrant Dink inisiyatifine kadar birçok insanı çağırdık ve bir araya topladık. Onlara da sergiler yaptık üstelik biz kürate etmedik, onlara bıraktık. Böyle bir model oluştu ve buna dönüştürdük. Ondan sonra da bitti ve kapandı.

Hafriyat grubunun o dönemki sanat dünyasında en büyük iddiası neydi, neyi ortaya koymaya çalışıyordu ve bunu başarabildi mi sizce?

İkiye ayırıyoruz biz hep: Hafriyat’ın grup dönemi, bir de inisiyatif dönemi. Hafriyat’ın grup döneminde resim, heykel gibi üretimlerin ağırlığı vardı. Ondan sonra multimedya girdi işin içine. Hafriyat grubunun iddialarından biri resim sanatını gündelik olana indirgemek. Bizde klişe konularla bezenmiş ve ruhaniliği onunla belirlenmiş bir şeydi figüratif resim sanatı. Biz onu bu düşünceden alıp, “Gündelik, sıradan da olabilir her şey” fikrine getirdik. Yaşadığımız bu sıradan hayatın imgelerini araştırmaya başladık; otobüs durakları, piknik tüpleri, altgeçitler, boğaz vs. gibi. Bunlar Hollanda’dan, Fransa’dan Almanya’dan farklı imgeler. Onların hayatlarında böyle imgeler yok. Bunlar kültürel kodlar. Kültürel iklim dedik adına da. Mesela Alman sanatının kültürel iklimi fecidir, baktığın zaman tam görürsün. Şöyle dedirtir insana: Bu sanatçı İngiltere’de ya da Fransa’da asla çıkmazdı. Bu sanatçı ancak Almanya’dan çıkar dedirtir. Çok ilginç bir şekilde bir şair İkinci Yeni kuşağı hakkında yeni Türkiye’nin yeni dilini bulmaya çalıştılar grup olarak demişti. Yani çağdaş bir Türkçeyi gündelikleşmiş ama yine şiirsel bir dille bulmaya çalıştılar. Bunu biraz da kendimize benzettim. Zaten biz İkinci Yeni’yle aramızdaki yakınlıkları konuşurduk. Biz de zaten iyi öğrendiğimiz resim dilini ele alıp sanki bununla yeni bir dil yarattık. Yeni bir söylem, yeni bir bakış açısı, yeni bir soluk, yeni bir gözlem gücü sunmak; bunlar için gayret ettik. Tabii “Başardık mı?” diye sorarsan hem tepkiler hem etkiler yarattık, bu aslında güzel bir şey.

Peki, daha sonraları Hafriyat grubu kavramsal sergilere yöneldi mi hiç?

Kavramsal değil de çağdaş sanat sergilerine yöneldi diyebiliriz. Daha sonraları yavaş yavaş aramıza genç heykeltıraşlar, enstalasyon ve video yapanlar gelmeye başladı. Hafriyat Karaköy’de de artık her türlü medyaya açık, çağdaş sanat merkezi gibi bir şey olmuştuk. Yapımızı iyice liberalize edip dışarıya açtık. Zaten yaptığımız resimler çağdaşlıkla ilişkilendirilmeye çok müsaitti. Soyut ekspresyonistlerin yaptığı gibi “tamamlanmamış ekspresyon” gibi bir çağdaş duyuya sahipti işler. İkircikli ve üzerine bu ne diye karar vermek zordu. Kuşkucu bakmak, ne olduğunu tam tanımlayamamak ve şüphe çağdaş sanatın özellikleri zaten.

Tırmanış Günlüğü, tuval üzerine yağlıboya, 150×210 cm, 2014

Madem bu kadar her şey yolunda gidiyordu, bu grup daha sonra niçin dağıldı?

Yeni bir vizyon oluşturamadık artık ve ne yapmamız gerektiğini bilemedik. Şöyle aslında; yapacağımızı yaptık diye düşündük. Bir yol ayrımına geldik, artık o noktadan sonra inisiyatif alarak devam edemezsiniz çünkü bünye büyümüş. Ya kurumsallaşacaktınız ki kurumsal bir özellik taşıyınca da onun hakkında iki kişi falan karar veremez. Öyle bir kurum yok dünyada, onun adı inisiyatiftir. “Kurumsallaşalım mı arkadaşlar?” diye sorduğumuzda “yok” dedi herkes. Sanki bizim bir misyonumuz vardı ve işlevi tamamladık. Çağdaş sanatın amacı gündem yaratmaksa eğer o gündemi yarattık. Bu gündemi yaratırken çok ilginç bir şekilde konvansiyonel olandan yola çıktık biz. Akıllarımızı ve bakışlarımızı o kadar liberalleştirdik ki konvansiyonel sanatı bertaraf ettik. Politik ortamda çok önemliydi, biz bunu ilk kurduğumuzda Türkiye’de kurum diye bir şey yoktu, çok azdı. Bizim zamanımızda bu sanat ortamı bayağı kuraktı. Biz bunu ilk kurduğumuzda inisiyatif kelimesi yoktu sanat dünyasında. İnisiyatif 2000’li yıllarda çıktı ortaya.

Son serginize geçelim, 9 yıl sonra ilk serginiz oldu Türkiye’de. Bu 9 yıllık süreçte nasıl bir zaman geçirdiniz ve bu sergiye nasıl hazırlandınız?

2015’te en son sergimi Milli Reasürans Galerisi’nde açmıştım. Kişisel olarak açtığım en büyük sergiydi bu benim.  Ardından yurtdışına çıktım. Dışarı çıktığımda bir sanatçı olmaktan çok bir gezgin gibi yaşadım. O bizim öğrendiğimiz Batı kültürünü tanıdım. Gelenek nedir, onu öğrendim o zaman benim yaptıklarım çok daha iyi oturdu kafamda. Çünkü bakıyorum iyi sanatçıların arkasında hep kendi gelenekleri var. Örneğin Alman sanatçılarına baktığında Alman geleneğini görüyorsun arkasında. İngiliz resmini gördüğün zaman oradan da anlıyorsun armonilerin nereden geldiğini. Bunları görmek benim çok kafamı açtı. Başka kafayla yeni resimler yaptım. Ayrıca mimariye kafayı taktım. Çünkü benim genel olarak resimdeki ilgim hep çevreyle ilgili olmuştur. Dolayısıyla hem anlatımcı hem imgesel olmuştur. Avrupa’daki mimariye bakınca çok etkilendim ve benim resimlerime de girdi. Ben de hafif peyzajcılığa vurdum, figürleri ufak tuttum ama mimari unsurlar girdi resimlerime.

“Kayıtta” sergisi bunlar üzerine nasıl bir çerçeve çiziyor? Sizin bir retrospektifiniz diyebilir miyiz?

“Kayıtta” sergisini bir süredir beraber çalıştığımız Sırma Zaimoğlu’yla mini bir retrospektif olarak düşündük. Gerek serginin bir öğrenci kenti olan Eskişehir’de oluşu gerek Türkiye’deki çalışmalarıma verdiğim ara nedeniyle. Değişik dönemlerden seçme işler. Bir sanatçının gelişimini görmek çok karmaşıktır; nereden nereye atladığı ve hangi nedenle sıçradığını bilmek. Ben mesela fotoğrafı çok değişik şekillerde yorumladım. Fotoğrafın kendisi zaten derin bir kuyudur. Kafanda resim eğitimi olarak ne varsa onu kullanırsın. Birebir taklit de edebilirsin realist bir şekilde. Onun ışığından ve formundan da faydalanabilirsin. Dolayısıyla ben de onu çok değişik şekillerde ve dönemlerde kullandım. Genelde bir anla ilgilenmeye çalıştım resimlerimde. Bir anı yaşatabilir miyim resimlerimde diye. Bir ânın ruh hali ve kendisi de değil, imgesi. İmge başka bir şeydir konunun ötesinde bir taşıyıcıdır. Birebir bir modele sadık kalırken bir sürü içgüdüyü engelliyorsun. Onun için figüratif tarzda resim yapmama rağmen çok realist olmayı istemedim. Bir imgeye birebir bağlı kalmanın beni kısıtlayacağını düşünüyorum.

Sergiye baktığımızda Türkiye’ye dair sıradan, gündelik, absürt ve kurgusal imgelerin bir araya geldiğini görebiliyoruz. 28 Şubat’taki tanktan Gezi olaylarına kadar Türkiye’nin yakın tarihine bir bakış sunuluyor. Türkiye tarihine ait nasıl bir kayıt tutuyor bu sergi?

Aslında hiçbir arşivsel özelliği yok. Zaten resim sanatının böyle bir kaygısı da yok. O zamanki duyuş ve düşünüş biçiminin arşivini taşıyor benim resimlerim. Benim yaptığım resimler gibi bundan sonra resim yapılmaz. Gerek yok çünkü. Gazete, mecmua dediğin basılı materyalin artık önemi yok. O zamanın fotoğrafla basılı medya arasındaki iletişiminin ruh halini görüyoruz. O iletişimin bendeki ruh hali.

Şunu diyebilir miyiz: Mustafa Pancar’ın resmi medyanın ve yakın tarihin küçük bir kaydını görsel imajlar üzerinden tutmakla yükümlü. Resimleriniz kendi çağının görsel hafıza kaydını tutuyor diyebilir miyiz?

Kişisel ve bireysel bir etkilenim denilebilir. Mesela bugünkü boyam başka. Evet, denilebilir. Kişisel boyutta duyuş ve düşünüş biçimi. Şunu düşünüyorum bazen: Belli bir yaştaki bir ressam yeni gelen bir trende ya da sanata acaba ayak uydurmalı mı? Ressam olan kişi enstalasyona doğru kendini sürmeli mi? Eğer sürerse belki de başarılı olur. Eğer kişi başka bir duyuş düşünüş biçimine geçmeye zorlarsa kendini biz o kişinin yaşadığı kendi kuşağının duyuş ve düşünüşünü nasıl anlayacağız? Bence bir sanatçının kesinlikle kendi yaşadığı zamanın duyuş ve düşünüşünü taşıması gerekiyor ki diğer kuşaklara aktarabilsin onu.

Sergideki resimlerden bir tanesini spesifik olarak öne çıkarmak gerekirse magazin tarihine de geçen Adnan Çoker – Hülya Avşar kavgasını resmettiğiniz bir işiniz var. Sizin Adnan Çoker’in atölyesinden çıkmanıza rağmen onun çizgisini sürdürmediğinizi biliyoruz. Hocanıza bir saygı duruşu niteliği taşıyor mu bu resim?

Bu biraz duygusal bir tanımlama oldu. Bu kavganın yaşandığı haber birincisi hocam olduğu için, ikincisi tuhaf olduğu için ilgimi çekti. Buradan Adnan Çoker’in ne kadar adanmış bir modernist ve ressam olduğunu anlıyoruz. Bunun resmini yapmak istedim çünkü birkaç şey bir araya geliyordu; hocamızın bizi bir modernist gibi yetiştirmek istemesi, magazinin hocamınızın kafasındaki sanatla çelişmesi gibi. Hocamla aramdaki duygusal bağ bu aslında. Hocamı çok seviyorum ben, çok güzel şeyler öğretti. Fakat o kadar inançlı bir insandı ki dinsel inançları olmayan ama başka tür inançları olan insanlardandı. Bizim bir türlü başarılı bir şey yaptığımıza inanmadı, inanmamış olacak ki sergilerimize de pek gelmedi. Çünkü biz onun bize hakkıyla öğrettiği o modern sanatı güzelce yapmadık. O öğrettiği yüzey resmi, Amerikan soyutçuluğundan yana öğrettiği tüm o güzel bilgileri tuttuk figüratif resimde kullandık.

Önsöz, tuval üzerine yağlıboya, 175×120 cm., 2001

Soyut resim eğitimi veren bir atölyeden çıktınız ama siz figüratif resme yöneldiniz. Bir şeyi merak ediyorum; entelektüeller o dönem figüratif resme burun mu kıvırırlardı?

Çağdaş-güncel sanatçılar kesin kıvırırdı. Avangardın en yüksek olduğu, bienallerin iyice coştuğu ve küratörlük mesleğinin zirvelerde olduğu dönemlerdi. Onun için hep konservatif, hele ki figüratifi reprezantatif buluyorlardı, hiçbir yere oturtamıyorlardı. İnsanlar seviyor, bakıyor ama niye diye hep kuşkulu bakıyordu. Kesinlikle huzurlu şeyler değildi yaptıklarımız. Tamamıyla deneysel bakılıyordu. Bir araya gelip de bir şey yapmasaydık hakikaten görünür olmayacaktık. Herhangi bir çağdaş sanatla ilgilenen gruba gidip ben resim yapıyorum diyemezsin, istemez ki öyle bir şeyi. Salt’ta tarih boyuncu bir tane resim ve heykel sergisi olduğunu hatırlamıyorum. Niye olmasın ki? Ben buna biraz da modern-tutuculuk diyorum. Çok ilginç bir şey, hem modern olup hem konservatif olabilir insan. Modern olmak bizi konservativizmden kurtarmıyor. Sermayenin ve kurumların desteklediği bir sanat varsa biz buna dominant diyebiliriz. İşte o sanatın içine biz giremezdik. Eskilerden bahsediyorum, açık yüreklilikle, o zaman genç bir adam olarak hissettiğim şeylerdi bunlar. Dünyada da kolay değildi bu. Sonra sonra işler değişti. Ama bugünden geriye baktığımda bu bize modern ideolojinin yenilik anlamında “progressive” anlayışının çok yıkıcı olabileceğini gösteriyor. Oysa düşünsenize çağdaş insanlar etrafında olan her şeye saygı duyarlar; etnolojiye dillere hatta bitkilere, ağaçlara, ormanlara ama orada bir grup insanın yaptığı resmi önemli bulmuyorlardı. İdeoloji böyle bir şey; çağdaş sanat ideolojisi aynı sosyalizm gibi, faşizm gibi. Belki onlar kadar yıkıcı değil ama yine de dünyaya belli bir ideolojinin gözünden onu dizayn etmek için bakıyor. Bana göre iyi resmin tanımı şu: Sorunu olacak bir resmin. Sanatçı orada bir şeyle boğuşmuş olacak. Onun kafayı taktığı bizim de ona bakınca çaktırmadan kafayı takacağımız bir sorun olmalı. Ben sorunsuz resmi sevmiyorum. Sorunsuz resim yalnızca bakmamız için olan bir tek duyu algılarımıza hitap eden resimdir. Sanat tarihine baktığında birçok resimde sorun olduğunu görüyorsun.

Türkiye’de kavramsal sanatın karşılığının olmadığını mı düşünüyorsunuz? Türkiye kavramsal sanat için hazırlıklı bir ülke değil mi size göre?

Ben yurtdışına çıkmadan önce şunu düşünüyordum. Hatta çok eskilerde Bedri Baykam bir tartışma açmıştı “Sanat evrenseldir” demişti. “Ne fark eder? Portekizli, Amerikalı, Çinli resim yapıyorsa evrenseldir” diyordu. Ben de üç aşağı beş yukarı böyle düşünüyordum. Sonra şunu gördüm ki farkı varmış bunun. Değişik milletlerdeki insanlar neler yapıyorlar diye bakınca ben de kendi ülkemdeki insanların kültürel özelliklerine baktım. Mesela Almanların davranış ve kültürel kodlarıyla o sanat birbirine uyuyor. Bir Alman’la şöyle buluşuyorsun: ayın 18’inde 2 saat vaktim var gibi. Hayat feci bir matematik ve akılcılığa bölünmüş. Bir sergiyi onlar bir sene önceden hazırlar. Kavramsalın çıkışı da felsefeye baktığınız zaman Kant’tan çıkıyor. Kavramsallaştırarak dünyayı anlamak ve kavramdan yola çıkmak. Bütün bu Avrupa kültürü dediğimiz şey bu kavramlarla oluşturulmuş. Her şey var bunun içinde; özgürlük, eşitlik vs. Akılcı bir toplum akıl üzerine kavramla anlayıp tasarlamakla ilgili bir şey. Bu güzel bir şey mi; evet fakat biz öyle bir şey yapabilir miyiz? Ben 10 yıldır yurtdışındayım bakıyorum aynı duyuş ve düşünüş biçimine ulaşmak mümkün değil. Durum böyleyken böyle bir akılcılıkla Alman bir kişi hat sanatı da yazabilir. Benim söylediğim tamamen subjektif. Kavramsal sanatı bize fazla uygun görmedim. Bizim dünyayı algılayış ve yaşam biçimimize baktığımda fazla uymuyor. Bundan 10-15 yıl öncesine kadar bir evrensellik fikri vardı kafamda. Bütün dünya liberal olacak falan gibi. Şu anda o bitti. Öyle bir ideal yok.

Sismik Hareketler, tuval üzerine yağlıboya, 160×160 cm, 2014

O zaman da şöyle bir şey çıkmıyor mu ortaya: Üretilen her sanatsal eser o toplumun kendi kültürel kodlarına oturması gerekiyormuş gibi bir anlam çıkıyor bundan…

Oturması gerekiyor, oturuyor da zaten. Sanatı bir kenara bırakalım, bilimin bile evrenselliği yok. Özellikle sosyal bilimlerin. Durkheim, Marx’tan bugüne kadar gel; hiçbir evrensel niteliği yok bunların, belli milletler için geçerli hepsi. Psikanaliz dediğin şey Avusturyalıların bulduğu Orta Avrupa ve Kuzey Avrupa toplumunda geçerli bir şey. Fakat yıllarca alt bilinç-üst bilinç diye bütün dünyayı öyle algılattılar bize. Perulu için, Hintli için, Çinli için ne önemi var Oidipus kompleksinin ya da psikanalizin. Batı için yaratılmış bazı şeyler.

İnsan psişiği evrensel olamaz mı? Burada bir mikro-milliyetçilik doğmuyor mu ya da bunun sonucu bizi bir milliyetçiliğe götürmüyor mu?

Değil bence, insan psişiği kültürel. Ahlaki görecelilik diye bir şey var. Bu tartışılıyor bugün. Postmodern çağ şunu söylüyordu bize: Bütün dünyanın insanları arasında ortak yönler var ve bütün teorilerin onlar üzerine çalıştıklarını söylüyorlardı. Batı merkezli modernite hepimizi Batılı tarzda yaşayan insanlar olarak kodladı. Fakat böyle bir şeyi eleştirmeyeceğiz diye bir şey yok. Bizim memlekette ne olacaksa bizim kendi çabamızla olacak. Senin yaptığın sanat ya da kültür insanların umurunda değil. Senin kendi sanatın varsa kesinlikle ona kendi içinde bir değer vereceksin.

Gece Toplantısı, tuval üzerine yağlıboya, 210×300 cm, 2014

Tarihselliğin kaydını tutma girişiminde bulunduğunuz bu son çalışmalarınızdan sonra gelecek zaman değiştikçe yine bir sosyokültürel kayıt tutmak istiyor musunuz özellikle bu dijitalleşme çağında?

Bundan sonra aynı problemleri kovalayan işler yapacak mıyım bilmiyorum ama sanırım yapmayacağım. Yine gözleme ve imgelere dayalı bir şeyler yapacağım. Yine fotoğraftan yararlanacağım. O dönemin ruhu o zaman öyleydi, şimdi başka bir şeyler yapıyorum. Daha bireysel ve daha serbest bir anlatım. Az çok biçimsel anlayışım aynı kalabilir ama konularım değişecektir. Değişiyor da zaten. Tarihin ve tarihselliğin değişmesinden ötürü artık böyle bir şeyin kaydı ilgimi çekmiyor benim. Aynı biçimsel arayışlarımı sürdürerek yarı figüratif yarı atmosferik şeyler üretmeye devam edeceğim.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

Duraklamalardan, düşünmeler ve hatırlamalardan ibaret, tanıdık nesneler ve hikâyelerin kesişenlerinin bol olduğu “Elinin Emeği Gözünün Nuru” yaz boyu Eskişehir’de Eldem Sanat Alanı’nda.

Söyleşi

Eskişehir merkezli inisiyatif OPUS XI ile somut olmayan göç çıktılarını ele alan “Bir Göçebeler Ulusu Tasarlamak” projesini konuştuk.

Eleştiri

Eskişehir’de Eldem Sanat Alanı Dalyancı Konağı’nda 31 Temmuz'a kadar görülebilecek “Su-suz Yaz” sergisi dikkatleri kuraklık ve su kıtlığına çekiyor.

© 2020

Exit mobile version