Fotoğraf çekmenin aynı zamanda bir şeyi çekmemek/göstermemek, kadrajın dışında bırakmak olduğuna işaret eden Süme, “Transit” başlıklı kişisel sergisiyle 19 Mart tarihine kadar Versus Art Project’te izleyicilerle buluşuyor. Süme bu sergide fotoğraf çalışmalarıyla günlük ve sıradan olanı merkezine alıyor. “Ra” serisinde uzun zamandır bakmaktan vazgeçtiği konulara tekrar odaklanıyor.
Süme, 25 yıl önce lens odaklı işler üzerine çalışmaya başladığında kullandığı üretim biçimine geri dönüş olarak tanımladığı bu seride bas-çek (şipşak) pratiğini kullanıyor. Kompakt filmli bir makinenin imkânlarından yararlanmaya çalışan seriyle mümkün olabildiğince ham, samimi ve sade estetiğin peşinde bir dil kurmaya çalışıyor. Fotoğraflarıyla hafızanın kaydını günlük tutma pratiğiyle ele alıyor ve bunları kendi ifadesiyle “izleyiciyi kör etmeden” göstermeye çalışıyor.
“Transit” başlıklı kişisel serginizde 25 yıl önce lens odaklı işler üzerine çalışmaya başladığınızda kullandığınız üretim biçimine geri dönüyor, bas-çek (şipşak) fotoğraf pratiğini kullandığınız işlerinize yer veriyorsunuz. Bunca zamanın ardından bas-çek fotoğraflar üzerinden bir sergi planlamanız bu anlamda çok önemli. Sizi yeniden geçmişe doğru sürükleyen ve bas-çek’e yönlendiren bu serginin merkezinde ne tür düşünceler yatıyor?
Fotoğrafla ilişki kurmam üniversite yıllarımda başladı. İlk ilgimi çeken ve peşinden gittiğim işler kendi hayatını ve çevresini belgeleyen fotoğrafçılarındı. Neden bilmiyorum ama kendime yakın hissediyordum. Fotoğrafın ne olduğundan çok etrafımı tanımama, ona tekrar ve tekrar bakmama olanak sağlıyordu. Makina faydalı bir araçtı. Çekindiğim bazı ortamlara-alanlara girmeme olanak sağlıyor ve bana bir kimlik kazandırıyordu. Bu da bana iyi geliyordu. Hayata karşı anlamlı bir arayış ve duruştu sanki. 2000’li yılların hemen başında Halil Koyutürk ve onun vasıtasıyla Anders Petersen ile tanışıklığım da yolculuğumu şekillendirdi sanırım. Fotoğraf makinası çok uzun yıllar yanımdan ayırmadığım ve vücudumun bir parçası gibi kullandığım bir araçtı. Hayatımı ve bakışımı belgelemek o zaman için bedenimi ve dünyayı tanımama yardım ediyordu. Mümkün olduğu kadar seçimleri sadeleştirerek içeriğe odaklandığım bir dönemdi. Kullandığın makina, seçmiş olduğun film, uygulamış olduğun teknik ayarların sadeleşmesiyle ortaya çıkan ham bir görüntü. Yaklaşık 15 yıl kadar bu dilin peşinde işler ürettim. 2013-2019 arası ise fotoğrafın “başka” nasıl oluşabileceğini ve neyi nasıl temsil ettiğini araştırdığım bir dönemdi. Üretimimde de fotoğrafın temsil mekanizmalarını araştırdım bu dönemde. Aynı zamanda fotoğraf yüksek lisansımı tamamladım ve sanatta yeterliğe başladım. 2015 yılından beri de çeşitli üniversitelerde konuk eğitmen olarak dersler veriyorum. Tüm bu süreç buluntu-belgesel-kurgu fotoğraf gibi çeşitli alanaları araştırmama olanak sağladı. 2018 sonunda Versus Art Project’te açtığım sergide de fotoğrafın zaman ve mekânla kurduğu ilişkiyi araştırdım. 2019 sonunda ikinci çocuğumuz Can doğdu ve hayat biraz daha renklenmeye başladı. İlk oğlum Kerem ile başlayan oyun dünyamız gittikçe hareketlendi. Çocuklarla hayatım çok daha dinamik bir hâl aldı. Ben de kendi oyuncaklarıma dönmek için bir fırsat buldum. Uzun yıllar kullandığım filmli bas-çek bir makinayla yeni bir hikâyeye başlamak bana çok heyecanlı geldi. Anders Petersen’in dediği gibi fotoğraf çocukça bir duygu ve eğlencedir. İçinizden gelir. Sanırım benim içimden de bu geldi.
Sergide özellikle “sıradan” ve “gündelik hayatın” parçası olan nesneleri/şeyleri/hikâyeleri odağınıza alıyorsunuz. Sizi “sıradan ve gündelik olan” üzerine düşünüp iş üretmeye yönlendiren temel etken ne oldu? Bu süreçte hangi kaynaklardan beslendiniz?
Altı yaşındaki oğlum Kerem’in fotoğraf makinasını eline aldığında çektiği fotoğraflar gibi fotoğraflar çekmeye çalışıyorum aslında. Bunlar da 2000’li yıllarda ürettiğim işlere çok benziyor bir yandan. Gündelik olanın hamlığı, parıltısı, sıradanlığı ve dinamikliği beni heyecanlandırıyor. Tekrar şaşırmayı öğreniyorum. Sanırım çocuklar ve iki şehirli-üç dilli bir yaşam bana hayatı, dürtüleri, sezgileri, duyguları tekrar keşfedebileceğim bir alan açtı.
Günlük/gündelik hayata bakışınız ve bunu kendi gözünüzden, kendi anlayışınıza göre estetize ederek sunuşunuz “Transit”in kimliğini oluşturan ana faktör. Gündelik ile estetiğin iç içe geçtiği bir durumdan söz edebiliriz. Bu çerçevede sizin “Transit”te takip ettiğiniz estetik anlayış ve bu estetiğin güncel olan ile, gündelik olanla ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Tüm hikâyeler bir kurgudur sanki. Benim hikâyem gibi. Tam olarak neyin gerçek neyin kurgu olduğunu bilemek mümkün değil kendimiz yaşamadıkça o tecrübeyi. Ben de bu kurgu ile gerçek arasındaki alanda bir görsel dil arıyorum. Rastlantıya olanak sağlayan bir kurgu. Düzensizliğin içinde bir estetik arayış. Her kadraj biraz rastlantı gibi dursa da o kadar masum değiller. Estetik olanın güzellikle ve çirkinlikle ilişkisi uzun ve zor bir konu. Ben gündelik olanın içinde bir estetik ânı arıyorum. Benim için estetik olan, dürtülerimden gelen.
Bu sergi çerçevesinde izleyicilerle buluşan fotoğraflarınızda gösterdikleriniz kadar göstermedikleriniz, anlattıklarınız kadar anlatmadıklarınız da önemli. Her fotoğrafın bir hikâyesinin olduğunu ve bu hikâyelerin kendi içerisinde anlatılmayan, dile getirilmeyen, kadrajın dışında bırakılan bir yeri olduğunu da vurguluyorsunuz. Peki deklanşöre basarken kadrajı nereye kurmak istediniz? Bize gösterdikleriniz, ana hikâyenin tam olarak neresinde yatıyor?
Hangi anları kaydediyoruz, hangilerini hatırlıyoruz? Bir an diğer andan daha değerli nasıl olabiliyor? Bu soruların ve cevapların peşinde değilim. Biraz eğlence ve çocuksuluk barındırıyor bu seri. Neyi göster-me-diğim tam da bu çocuksuluğun bir parçası. Dürtülerim ve sezgilerim neyi eğlenceli ve güzel-çirkin buluyorsa onu kaydettim.
Hamlık, samimiyet, sadelik ve gündelik hayatta gözden kaçan, hayatımızın da bir parçası olan tüm o duygular, nesneler, duygulanımlar serginin ruhunu yaratan temel etkenlerden. Bu noktada “Transit”in ruhu ve bu ruhun yaratılmasında kompakt filmli makinenin size tanıdığı imkânlar üzerine ne söylersiniz?
Burada bir ilişkilenme şeklinden bahsedebiliriz. Görüntüsünü kaydettiğiniz insanlar, mekânlar, nesnelerle olan yakınlığınız. Hem mesafe olarak hem de ilişki olarak. Burada kullandığım küçük bir kompakt makina. Bu tarz makinaların ortamda yarattığı etki çok daha az oluyor. Bu benim ulaşmak istediğim hamlığa yardımcı olan bir etken. Makinanın filmli olması sayesinde de çekilen fotoğrafları o an göremiyorsunuz. Bu da anın ruhuna çok zarar vermeden devam edebilmek adına iyi bir yöntem.
Son bir soru olarak, fotoğraflarınızda Ahmet Güntan’ın “Parçalı Ham” manifestosundan ilham alıyor, benzer bir isyan/aykırılık üzerinden hareket ediyorsunuz. “Parçalı Ham”da sizi kışkırtan ve bu sergiye ilham olan temel dürtü nedir?
İki alıntı var aslında atölyemde duvarda bantla asılı duran. Biri bahsettiğiniz Ahmet Güntan’ın kendine yazdığı manifesto diğeri de Anders Petersen’in bir konuşmasından bir alıntı. Sanırım beni kışkırtan iki şey şunlardı. Ahmet Güntan’ın son satırda bahsettiği “tıfıl garsonun” gerçekliği ve Anders Petersen’in peşinde koştuğu “çocukça merak”.