Eleştiri

Hayaletler ve bir şehir musallatbilimi

Barın Han’da gerçekleşen “Yıkıntılar Arasında” sergisini sanatın bellekle ilişkisi üzerinden Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Rojhat Taşçı, Yıkıntılar Arasında, 2024

Sanatın bellekle ilişkisi muhtemelen en çok tartışılan ve açımlanan boyutlarından biridir. Makaleler, denemeler ve kitaplar denizinin koca bir kütüphaneyi iki kere dolduracak bir külliyat oluşturduğunu söylemek herhalde abartı olmaz. Lâkin bunca külliyat, sanatçıları bellekle alakalı yeni yapıtlar üretmekten, yeni araştırmaların parçası olmaktan asla vazgeçirmedi. 23 Ağustos – 12 Eylül tarihleri arasında Barın Han’da gösterilmiş olan ve ismini Zabel Yesayan’ın Giligya (Adana) Katliamı’nı (1909) anlattığı aynı isimli kitabından alan “Yıkıntılar Arasında” sergisi de bu türden bir araştırmanın eseriydi. Servet Kaplan’ın yürütücülüğünde CultureCIVIC desteğiyle gerçekleşen proje, Anet Sandra Açıkgöz, Aşkın Ercan, Çisel Karacebe, Delal Eken, Eylem Ejder, Gonca Gezer, Nejbir Erkol, Ozan Özvatan, Rojhat Taşçı, Samim Kerem Sayın ve Umut Erbaş’tan oluşan on bir sanatçının katılımıyla İstanbul’un Balat, Fener, Ayvansaray, Hasköy, Tarlabaşı, Dolapdere, Kurtuluş ve Samatya gibi muhitlerinde yıkımın belleğinin izlerini sürmeyi hedefliyor. Ben de bu yazıda sanatın bellekle ama bilhassa kalıntı bir bellekle ilişkisini bu araştırma etrafında üretilen bazı yapıtlar aracılığıyla tartışmayı teklif ediyorum.

Yıkıntı mekân, çarpık bellek

“Yıkıntılar Arasında” sergisi, yaşayanları nezdinde varoluşu kesintiye uğramış, şurada veya burada bıraktığı izlerle tortullaşarak artık başka varoluşlara karışmış belleklerle iştigal ediyor. Daha doğrusu geçmişle şimdi arasındaki bir yarığa yerleşiyor. Anet Sandra Açıkgöz’ün Similar Stories, Different Subjects videosu, bu yarığı artık bir diş kliniği olmuş Yedikule Rum İlkokulu üzerinden ele alıyor. Videoda bir yandan iki farklı anlatıcının binaya dair (birinin eski ilkokul halini diğerinin mevcut halini anlattığı) öykülerini dinlerken görüntüler mevcut yapının güncel halini ekrana getiriyor. İki ses ve ayrıca ses ile görüntü arasındaki ayrım, mevzubahis yarığın iki yakasını üstlenerek duyulur hale getiriyor. Geçmiş ve gelecek iç içe geçiyor ama bakiye bir his yaratarak: Netice yapbozun parçalarının birleşimi gibi bir uyuma değil açık bir gerilime gebedir.

Çisel Karacebe & Ozan Özvatan, Noksan, 2024

Zira yarık, Türkiyeli azınlıkların tarihine içkin çeşitli şedit eşitsizliklerden ve fiili şiddet biçimlerinden neşet ediyor. Çisel Karacebe ve Ozan Özvatan’ın Noksan yapıtı Tatavla’da bu şiddetin peşine bir ses yerleştirmesiyle düşüyor. Önce çan, meyhane ve rembetiko müziğinden nağmelerle açılan kompozisyon, yavaş yavaş yükselerek baskın hale gelen ve 6-7 Eylül Pogromu’nu hatırlatan cam kırılması, çığlık, haykırış gibi unsurlarla bölünüyor. Sonrasında kaotikleşen bu yerleştirme, yarılmayı zamansal bir sekans olarak düşünmeyi sağlıyor. Burada kaos, bahsettiğim açık gerilimin bir imi olarak düşünülebilir. Zira eskinin yerini alan “yeni”, eskiyi muhafaza etmek yerine parçalar, onu bastırma çabasıyla dağıtır. Bunun neticesi ise basitçe yok oluş değil unutuşa terk edildiği halde durmaksızın “geri dönen” hayaletlerdir. Bu yüzden mekânlar illaki yıkılmış görünmedikleri zaman bile “yıkıntı” olur, şimdinin belleği bütünleşik göründüğü zaman bile “çarpık” hale gelir. Nejbir Erkol’un For People On The Go – 1954 isimli fotoğrafı, bu çarpıklığın ironik bir imgesini sunuyor. Şişli Ermeni Mezarlığı’nı merkezine alan yapıt, karşı binada mezarlığın manzarasını işgal eden mâlûm bir kola firmasının “Modunu Yükselt!” yazılı reklamını sıkış tepiş mezarların üzerinde gösteriyor. Şimdinin belleğini işgal eden bu çarpıklık, fotoğrafın basıldığı yüzeyin ölçülerinin Müslüman mezar ölçütlerinde olmasıyla çiftleniyor. Zira Müslüman mezarlarına 2.65 m² alan verilirken gayrimüslimlere 2 m² mezar yeri tahsis edilir. Ölümde bile eşit olamamanın sızısı, sanatçının hem mezarları anonimleştirmek hem de mevzubahis sıkış tepişliği vurgulamak için yaptığı simgesel eşitlik müdahalesiyle duyulur hale geliyor.

Nejbir Erkol, For People On The Go – 1954, 2024

İzlerin musallatbilimi

“Yıkıntılar Arasında” sergisini bir musallatbilim pratikleri çokluğu olarak düşünmek mümkün görünüyor. Jacques Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri (çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, 2007) kitabında geliştirdiği musallatbilim, kaba bir tarifle şimdiye gömülmüş izlerden hareketle geçmişin hayaletlerine yeni bir yaşam verme çabasıdır. Samim Kerem Sayın’ın Yıkıntılar fotoğraf kitabı bu pratiklere bir tür zemin hazırlıyor. Tarlabaşı’nın eski binalarının ve Tarlabaşı’nda vuku bulan “kentsel dönüşüm” yıkımı haberlerinin fotoğraflarından oluşan kitap, bu fotoğrafları negatifleştiren kompozisyonuyla bütün imgeleri hayalet kılıyor. Tarlabaşı artık bir hayalet-mıntıkaya dönüşüyor: yalnızca hayaletlerin musallat olduğu bir mıntıka değil bizzat varoluşuyla şimdiye musallat olan bir mıntıka. İşte sergi, salt hayaletlerin kol gezdiği değil bizzat hayaletleşmiş mıntıkaların arasında musallatbilim araştırmalarından oluşuyor. “Yıkıntı” sözcüğünü böyle kavramak yerinde olur.

Bu musallatbilim pratiğinin en güçlü şekilde hissedildiği yapıtlardan biri, Delal Eken’in Kıyıya İtilmiş Işıkların Mutluluğu videosu. Balat’taki Khorenyan Ermeni Okulu’nu merkezine alan bu video, artık okulu bir tür depo ve buluşma yeri olarak da kullanan kağıt toplayıcılardan biriyle birlikte Balat’ı turlarken okulun kapatılmış pencerelerinin boşluklarından sızan ışıklara yeni bir yaşam veriyor. Kağıt toplama arabasına yerleştirilen rengarenk ışıklar, musallatbilimin iki işlemini de düşünmeyi mümkün kılıyor: hayaletlerin izini sürmek ve onlara yeni bir varoluş kazandırmak. Böylece aslında isminin işaret ettiği gibi “kıyıya itilmiş” yani unutuşa terk edilmiş olanı yeniden odak noktasına, karanlığa gömüldüğü birbaşınalıktan sokakların cıvıltısına çekip çıkartıyor. Onu videoda rastgelinen Roman düğünü gibi şehrin karşılaşmalarına yeniden açıyor. Keza Gonca Sezer’in Sessiz Çiçekler yerleştirmesi de kalıntı mekânlardaki süslemeleri aynı mantıkla ele alarak onlara yeni bir grafik yaşam veriyor. Onları unutuş ve yıkım karşısında muhafaza etmekle kalmıyor, insan ve insan olmayan hayvanlarla, bitkilerle, sokaklarla ve duvarlarla, özcesi şehirle yeni ilişkilerin içinde konumlandırarak dönüştürüyor.

Umut Erbaş’ın İnsanın Yaşamadığı Şeyi Anlaması Güçtür Şüphesiz yerleştirmesi ise Barın Han’ın bodrum katını neredeyse bütünüyle doldurarak bir tür eskici dükkanını andıran bir mekân inşa ediyor. Alelacele evinden kaçan ve özel eşyalarını dahi ardında bırakan anonim bir gayrimüslimi düşündüren bu kompozisyon, fotoğraflardan, ev eşyalarından, kişisel eşyalardan vs. oluşuyor. Servet aktarımının kişisel düzeyden ulusal düzeye kadar birçok boyutunu sezdiren bu yapıt, ayrıca maziye gömülenin bakiyesi olan derin bir hüznü de nesneleştiriyor.

Dönmeyecektir mazide kalan…

Yine de bütün serginin ortak çabası, bir tür yas çalışması. Musallatbilimin devreye girdiği yer de burası zaten. Zira hayaletlerin izini sürerek onlara yeni bir yaşam verme pratiği ne yıkıntıları yıkıntı olmaktan çıkarmaya ne de belleğin çarpıklığını düzeltmeye muktedir olabilir. Serginin koordinatörü Servet Kaplan’ın Barın Han’ın kolonlarının çevresine oturulamaz bir şekilde koyduğu sandalyelerden oluşan Oturmak, Yerleşmek isimli mekâna özgü yerleştirmesinin düşündürdüğü gibi bu yıkıntılar artık “yerleşilemez” olmuştur. Yeni sakinleri bu semtlerde eğreti duruyor, geçmişin kalıntı belleğinin parçaları şimdinin belleğini çarpıtıyor. Mazide kalanlar, sanat aracılığıyla döndüğü yeni yaşamına organik değil hayaletimsi bir varoluşta devam edebiliyor. Kalıntı bellek parçalarının gerçek yaşamların ve onları sona erdiren şedit tarih manzumelerinin kalıntıları olduğunu tekrar tekrar vurgulamak gerekir. Geri dönenin ancak yeni bir yaşam olabileceğini, bu yaşamdan ise ancak “bir daha asla” kipinde bir mümkünler dünyası beklenebileceğini de. Fakat sanat pratiklerinin de gösterdiği üzere bu hâlâ yaşamdır, belki de bütün yaşamlar gibi “ölümden sonraki” bir yaşam olsa bile. 

İlginizi Çekebilir

© 2020