Queer Sanat

Hikâyenin peşine düşerken yeni figürler oluşturmak: Dorian Sarı

Pek çok ödüle layık görülen Dorian Sarı ile İstanbul’da ilk kez işlerini göreceğimiz Göze Parmak sergisini ve son beş yıllık üretimini konuştuk.

Fotoğraf: Juri Junkov

Dorian Sarı İzmir doğumlu genç bir sanatçı. Sanatta yeterlilik derecesini Institut Kunst Basel’den alan Sarı, çalışmalarını 2015 yılından beri ağırlıklı olarak İsviçre’de sergiledi. Manor Kunstpreis, Swiss Art Awards ve Basel Kunstverein Prize gibi pek çok ödüle layık görülen Sarı, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve Brezilya’da grup sergilerine katıldı.

Dorian’la İstanbul’da ilk kez işlerini izleyebileceğimiz işlerinin yer aldığı Göze Parmak sergisi üzerine konuşmak için bir araya geldik. Alper Turan’ın küratörlüğünde Protocinema Yükselen Küratör Serisi 2021 kapsamında 26 Mart’a kadar Poşe’de görülebilecek sergide Baha Görkem Yalım, Cansu Yıldıran ve Istanbul Queer Art Collective (Tuna Erdem & Seda Ergul)’ün de işleri yer alıyor. Dorian Sarı’nın bu sergide sunduğu çalışmaların İsviçre’deki Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde (Red Cross Museum) devam eden bir başka sergiyle kurduğu bağlar ve geçtiğimiz ay içinde Kunstmuseum Basel’da açılan solo sergisi üzerine de uzun uzun konuştuk. Sohbetimiz sanatçının son beş yıllık üretimini incelediğimiz bir röportaja dönüştü.

Bazı nesneleri farklı biçimlerde yeniden sunmak sanat pratiğini şekillendiren önemli tercihlerden biri gibi görünüyor. Bu nesnelerden biri de şilte. Bir işinde ağırlıklı olarak portakal renkli ve geometrik desenli bir şiltenin üzerine erekte penisiyle uzanmış bir bez kuklanın baş ve göğüs kısmına çökmüş halde başka bir amorf bez kuklayı yerleştiriyorsun. Aynı renk ve desende iki şilteyi diptik bir çalışma gibi yan yana ve yüzeyleri yanmış halde duvara yasladığın başka bir çalışman var. Yumuşak heykel Claes Oldenburg’dan beri pek çok sanatçının yeniden ürettiği ve kendi sanat anlayışlarına adapte ettikleri bir tür. Bahsettiğim işlerin dışında da ürettiğin pek çok yumuşak heykel var. Bu heykelleri oluştururken yine şilte yüzlerini çokça kullandığını zannediyorum. Bu tercihin nedeni ne?  

Bahsettiğin işler yedi, sekiz yıl öncesinde yaptığım ilk heykellerim. Neden yatak ve şilte kullandığımı şöyle anlatabilirim: ben İsviçre’ye gelmeden önce Tel Aviv’deydim ve Tel Aviv’den sonra bir anda kendimi Cenevre’de buldum. Aklımda İsviçre’ye gelmek gibi bir fikir hiç yoktu. Kendimi bir anda Cenevre’de bulduğum ve çok parasızlık çektiğim zamanların en dip noktasını yaşadığım dönemlerdi. Çok heyecanlıydım, gerçekten sanatçı olmak, yani sanatı öğrenmek gibi bir açlık vardı bende. Materyale dokunmak, hep heykelle materyalle uğraşmak istiyordum ve de param yoktu. Kalacak yere ödemek için yoktu, hiçbir şeyim yoktu ve şunu fark ettim, sokaklarda hep yataklar vardı. Bir türlü anlayamıyordum hepsi de temizdi. Sonra ben dikiş dikmeyi biliyorum dedim. Şiltenin içinde sünger de var ve üç boyutlu, hacimli şeylerle çalışmak istiyorum. Çünkü o zamana kadar uğraşmak istediğim, çalışmak istediğim şeyleri kafamda üretip canlandırıyordum hep: o üç boyutlu şeyleri nasıl yapabilirim? Bildiğim teknik dikiş… O yatakları aldım; içerisinde metali var, süngeri var, üstünde kumaşı var. Ben bu yataklarla ne yaparım? 

İlk olarak tabii ki insan figürleri yapmaya başladım, o bahsettiğin üstü turuncu olan, erekte penisle kadın, o benim yaptığım ilk heykeldi. İlk başta onu yaparken -evet orada maddiyat eksikliğinin getirdiği bir zorluk var ama- bir yandan da neden onu yapıyorum sorusunu hep soruyordum. Aslında orada yatan sembolleri düşünmeye başladığımda, zihnimde cuk oturdu gibi bir şey oldu. Çünkü yatağı ve şilteyi düşündüğün zaman, insanlar üzerinde uyuyor ve orası rüya gördüğün, kabus gördüğün, seks yaptığın, hastalandığında uzandığın, dinlendiğin hatta birçok insanın da öldüğü yer. Özellikle sokakta bulduğum şeyler olduğundan, bunlar kullanılmış şilteler ve hepsinde bir sürü hikâye saklı. Üzerlerinde kim bilir neler yaşandı, ne düşünceler geçti onların üzerinden. Orada bir hikâyenin peşine düşmek söz konusu. Ve bu hikâyenin peşine düşerken yeni figürler oluşturmak benim çok hoşuma gitti. 

O zamanlar bunları yaparken, kendi hikâyemden esinleniyordum; kendi hikâyemden ve kendi gözlemlerimden. İçimde her zaman sinirli, öfkeli bir yapı vardı; erkeklere karşı özellikle. Şu an geçmişe bakınca aslında ben lise zamanlarında İzmir’de bayağı LGBTİ+ aktivistiydim. Erkeklerden çok korkuyordum. Hatta şimdi çıkacak olan kitabımın ilk hikâyesinde de var bu. Tırnak içerisinde heteroseksüel erkeklerden çok korkuyordum onları sadece kavga çıkaran, maço, başkalarını döven insanlar olarak görüyordum. Bir kuir insan olarak tipik hikâyede olduğu gibi hep kadınlarla, kızlarla vakit geçiriyordum. Kadınlar melek, erkekler şeytan şeklinde bir bakış açım vardı o zamanlarda. O hikâyede de yatan, erekte olmuş bir erkek düşünmüştüm ve üzerine de kafası koparılmış başka bir figür koydum. Çünkü o erkeğin elleri var bacakları var, kafası var ama o kadının sadece kocaman memeleri var. Kafası yok, gövdesi var sadece ve elleri de kesilmiş vaziyette. Ve o kadın o adamın üstüne oturuyor o yatağın üzerinde. O ilk eserde belki de o erekte olmuş adam o neredeyse hiçbir uzvu olmayan kadının üstünde olması gerekirken ben onların yerlerini değiştirmek gibi bir fikirle yola çıkmıştım. 

Bunun yanında yeşil tonların ağırlıkta olduğu yine desenli bir şilteyi dik olarak galeri zeminine yerleştirip, şiltenin ortasına attığın düğümle yarıklar oluşturduğun bir diğer işin var.

O eserin adı Luggage (Bavul). Bir gün ben atölyeden bir şekilde kovuldum gibi bir şey oldu. O yatağın içini boşaltmıştım başka bir şey yapmak için ve bir saat içerisinde atölyeden çıkmam gerekiyordu. O an bütün eşyaları, masanın üzerindeki her şeyi o boş yatağın içine doldurdum ve kenarlarını diktim. Diktikten sonra yatağın üstü kapanmış oldu kenarlarda yatağın tutacakları var ya, onları keserek ortada birbirine düğüm yaptım. Tamam dedim bu benim bavulum ve atölyeyi terk ettim. Biraz otoportre gibi bir şeydi benim için. O an oradan gitmem gerekiyordu. O zamana kadar da benim genellikle ülke değiştirmelerim kafamın atması ve “tamam artık ya ben gidiyorum” diyerek olduğu için, cuk oturmuştu yani orada, sembolik bir an yaşanmıştı. O benim en önem verdiğim eserlerimden biri. Biraz kayırdığım eserlerim var birkaç tane, o eser başlarında geliyor. 

Dorian Sarı, Luggage, 2018.

Yatak yüzleri ve şilteler sürekli dönüştürmeyi tercih ettiğin nesnelere benziyor.

Evet yatağı şilteyi kullanmak ve onları dönüştürmek benim o zamanlar gerçekten hoşuma gitti. Çünkü bildiğim teknik bir anda gelişmeye başladı ama öyle bir noktaya geldim ki tank ailesinden sonra yatak ve şilte kullanımına ara verdim. Yatakla ve yumuşak nesnelerle çalışmayı 2016’da tankları yaptıktan sonra bıraktım. O tank ailesini yapma hikâyesinde zaten bu son olsun dedim. Çünkü İsviçre’de Dorian eşittir şilte sanatçısına dönüşme noktasına varmıştı ve ben de artık dedim ki tamam çanlar çalıyor benim durmam gerek. Şu noktaya gelmişti artık, insanlar bana “aa bu köşede yatak var” deyip fotoğraf ve adres atıyorlardı. 

Ben önem verdiğim konuları inadına tekrar etmeyi çok seven bir insan olduğumu düşünmüyorum ve materyali değiştirmeye de bayılırım. Yine de bunların belirli dönemlerde olması gerekiyor, her şeyin bir anda değişmemesi gerektiğini düşünüyorum çünkü sonuçta bir tutarlılık yaratmak zorunda olduğumu hissediyorum. Ama bu benim kendi içimden gelen bir zorunluluk değil, toplumun ve sanat dünyasının getirdiği bir çeşit baskı. Ben her zaman şuna dikkat etmek isterim; köprünün ortasında buluşalım. Ne ben sizin istediğinizi yapayım ne de sizler benim ayağıma gelin, orta noktada buluşalım. Çünkü sanatı sadece kendim için değil insanlarla paylaşmak ve iletişim kurabilmek için, hatta kafamdaki soruları onlarla birlikte sorabilmek için yapıyorum. Beraber bir ortak dil kurmak gerekiyor, o dil de ancak köprünün ortasında konuşarak oluşuyor. Ben bir şeyler benim uydum olsun ya da kendim bir şeylerin uydusu olayım istemem. Ben beraber dans edelim isterim. Sonuçta sanatsal anlamda tamamıyla özgür olmak ve istediğini yapan bir sanatçı olmak için belirli bir noktaya gelmen gerekiyor. O belirli noktaya gelene kadar da seninle ilgilenen küratörlerin, galericilerin ya da hocaların, mentorların belli beklentileri var. O beklentilere karşı ben hep “lütfen zorlamayalım ortada buluşalım” gibi bir noktada durdum. Ben yüksek lisansı iki buçuk sene önce bitirdim. Sanata çok geç başladım. Okul zamanında da belirli bir baskı oluşuyor. Özellikle Cenevre zamanlarında çok ciddiydi bu baskı, yani o tutarlılık beklentisi. 

Sanat pratiğine başlamadan önce Tel Aviv’de uluslararası sanat camiasında tanınan köklü bir galeride, Dvir’de çalışmıştın. Eski bir galeri çalışanı olarak galeri deneyiminin sanat üretimine nasıl katkılar sunduğunu merak ediyorum.

Ondan önce kısaca kendimi Tel Aviv’de nasıl bulduğumu anlatmam lazım. Ben Paris’te Siyasal Bilim ve Yunan Edebiyatı okudum. Politika ve sanat, bu ikisi hep vardı benim hayatımda. İkisi de âşık olduğum ve hep merak ettiğim şeylerdi. Ama ben hiçbir zaman sanat eğitimi almamıştım ve lisede oryantasyon beni bir şekilde politikaya ve yabancı dillere yöneltti. Politika okurken içerisinde olamayacağımı fark ettim zaten. Üstüne çalıştığım, savaştığım politik sistemin dibine kadar kurallarını, bilmem nesini öğrendim, diplomasiyi öğrendim ama o sistemin içerisinde olmayacaktım. Zaman bu zaman, ben ya şimdi sanata adımımı atıyorum, ya da bitiyor burada diye başladım. Aslında sanat adına ne yapacağımı bilmiyordum. Kendi kendime fotoğraflar çekmeye başladım. Sorbonne beni mahvetmişti. O kadar zordu ki yani bitirdim sonunda ama beni psikolojik olarak mahvetmişti. Sıfırdan tekrar okula gitmek istemiyordum. Galerilerde çalışarak sanatı öğrenebilirim gibi çok naif bir fikir vardı kafamda ve Paris’te FIAC’a[1] gittim. Kendimce fotoğraflar çeken bir insanım ve kart falan bastırdım, üzerinde fotoğrafçı yazıyor. FIAC’a gittim, ondan önce de bütün galerileri, sistemi hiçbir şeyi bilmiyorum ama, internette araştırıp nerede ne yapıyorlar diye baktım. Hangi ülkeye gitmek istediğimi düşündüm; İsrail’i çok merak ediyorum. Çünkü Filistin-İsrail çatışmasını çok merak ediyorum, politik anlamda. Ben dedim oraya gideceğim. FIAC’ta Dvir de vardı. Üç gün boyunca oraya gidip onların beyninin etini yedim. Dedim ki ne olur beni alın, istediğiniz her şeyi yaparım yeter ki beni alın. Dvir’in sahiplerinden biri “ben seni anladım” dedi. “Halledeceğim senin işini” derler ya hani Türkiye’de, aynen o şekilde oldu. İkinci gün gittiğimde, “anladım diyorum niye anlamak istemiyorsun, gelirsin sorun değil” dedi. Üçüncü gün gittim, “oldu bil tamam” dedi. Ve ben iki ay sonra kendimi Tel Aviv’de buldum. 

Gittiğimin ilk haftası Douglas Gordon’ın Tel Aviv Müzesi’nde retrospektifi vardı. Dvir Galeri’nin temsil ettiği bir sanatçıydı ve ben birinci haftadan Douglas Gordon’ın asistanı oldum. Tel Aviv Müzesi’nde o bana ne diyorsa onu yapıyorum: burayı boya, şunu yap, bunu yap gibi. O şekilde Ariel Schlesinger ile tanıştım; Latifa Echakhch ile tanıştım; onların işlerine yardımcı oldum. Sonradan anladım Dvir’in ne kadar büyük bir galeri olduğunu. Bir ayımı falan aldı Douglas Gordon’ın dünya çapında müthiş büyük bir isim olduğunu fark etmek. Çok naiftim yani o zamanlar. Zaten onlar da bana onu söyledi, o naifliği gördükleri için vermişler o şansı. Dünyayı gezerek, zaman geçtikçe, galerileri keşfettikçe, galerilerin nasıl işlediklerini anladıkça aslında bana piyangonun vurduğunu hissediyorum. Çok anlamlı deneyimler yaşadım ve bana gerçekten değer vermeleri, o naifliğimi hiçbir şekilde sabote etmemeleri o kadar değerliydi ki.

Galeri Dvir’de çalışmayı bırakıp Cenevre’ye gitmeye nasıl karar verdin?

Çok memnunduk birbirimizden ve bir gün bana sordular “sen galerici mi olmak istiyorsun yoksa sanatçı mı” diye. Ben de dedim ki, “ben sanatçı olmak istiyorum”. “Bize işlerini göstermek ister misin?” dediler. “İstersen Dvir’le bir randevu ayarlayalım” dediler. Ben de olur dedim. Dvir’le buluştuk ve ben de o zamana kadar çektiğim dandik fotoğrafları ve videoları gösterdim. Dvir de bana “senin okula gitmen lazım” dedi. “Senin burda ne işin var” dedi. Ben de “ben okula gitmek istemiyorum, çok bıktım üniversiteden” dedim. O da “hayır yirmibirinci yüzyılda okula gitmek zorundasın, sanatçı aileni oluşturmak ve eleştiri almak zorundasın” dedi. Sonra neresi olabilir dedim, o zaman hiç sanat okulu falan düşünmediğim için bilmiyorum. Bir taraftan da “burada mı kalmak istiyorsun yurtdışını düşünür müsün” falan… Açıkçası benim niyetim, o kadar mutluydum ki, orada çalışmaya devam etmek bir taraftan da Kudüs’te okumaktı. Oradaki şansım o zamanki erkek arkadaşım oldu. Erkek arkadaşıma “burada kalayım mı” dedim, ama nereye gideceğimi bilmiyorum. Erkek arkadaşım da git dedi. O noktada zaten bizim ilişkimiz de koptu, her şey koptu. “Tamam gitmemi istiyorsun demek ki, ben gidiyorum o zaman” dedim. Onlara da sordum nereye gideyim, o zamanki Douglas Gordon sergisinin küratörlüğünü yapan Ami Barak vardı. Ami Barak da ertesi gün galeriye geldi ona sordular; o da “benim eski asistanım Cenevre’deki sanat okulunun müdürü şu anda ve çok iyi bir okul, oraya gitmeli mutlaka” dedi. Ve ben kendimi bir anda bir ay içerisinde Cenevre’de kurulun karşısında buldum. Kabul edildim ve Cenevre’ye taşındım. 

Sanat okulu okumadan önce bir galeride çalışmış olmam özellikle Dvir gibi bir galeride çalışmış olmam, benim okulda inanılmaz derecede hızlı ilerlememe sebep oldu. Sanatçıların nasıl çalıştıklarını, materyallerini nasıl kullandıklarını görmüştüm çünkü onlar bana talimatlar veriyorlar ya kendi eserleri için. Bu şöyle olsun çünkü bu bununla uymuyor, bilmem ne… Çok bir şeye gerek yoktu ben ne yapmak istediğimi bulmuştum. Üç boyutlu şeyler yapmak istiyorum ve yaşımdan dolayı birçok şeyi deneme şansım da yok. Zaten diğer şeyler de paralel olarak gelir gibi geldi. Diğer taraftan da galerinin bir sanatçı için ne kadar önemli olduğunu, ekonomik anlamda ve tanıtım anlamında ne kadar önemli olduğunu, ben daha başından biliyordum. Benim o zamandan beri hayalim Dvir’le çalışmaktı ya da iyi galerilerle çalışmaktı. Dvir’de gördüğüm sanatçı galeri ilişkisine sahip olmayı çok hayal ediyordum. Ama bir yandan da o ilişkiye sahip olabilmek için eserlerimin de o kalitede olması gerekiyordu. Yani bunları bilince hata sezilerin çok kuvvetlenmiş oluyor çalışmalar sırasında. O yüzden her zaman derim etrafıma, benim bu kadar hızlı ilerliyor olmamın sebebi, kariyer mi dersin görünürlük mü dersin artık, tamamen benim Dvir deneyimimden kaynaklanıyor. Hâla da o deneyimin ekmeğini yerim ve ömrümün sonuna kadar da yiyeceğimi düşünüyorum. 

Dorian Sarı, White series II, III, IV, White leather plastic, wooden sticks with ring, 2019.

İlk heykellerini üretirken bildiğin bir tekniği, dikişi kullandığını söyledin. Dikişle olan ilişkini merak ediyorum.

Dikişle ilişkim… Benim anneannem herkese terzilik yapan bir insan değilmiş ama bütün çocuklarının kıyafetlerini kendisi dikermiş. Şimdi de hatırlıyorum ben anneannemle beraber büyüdüm. Onun dükkânı vardı ama dükkân dikişle alakalı değildi. Hatırlıyorum, orada anneannemden öğrendim. Aslında dikişi öğrenmek değil de, bana deseler ki otur takım elbise dik, dikemem ama dikiş tekniklerini bilirim. Çocukluktan gelme, gözümle öğrendiğim birçok şey vardır. Onları da kendi kendime pratik ederek oturttuğumu düşünüyorum. 

Ürettiğin yumuşak heykellerde farklı formları deniyorsun. Bunların içinde ters dönmüş hayvan ölülerine benzeyenlerin yanında tanıdık biçimlerden uzak çalışmalar da var. Yumuşak heykel çalışmalarının Louise Bourgeois’nın formlarına yakın durduğunu düşünüyorum. Bu tespitle ilgili neler söylemek istersin? 

Evet. Kesinlikle çok doğru bir tespit. Çünkü şöyle, ben aslında tamamıyla kendi hikâyemi anlatıyordum o zamanlar kendi kendime. Louis Bourgeois’nın kendi içinde yaşadığı şiddet ve sinirlilik hali, o yükünü boşaltma olayı var ya; o bir türlü susturamadığın sesi takıntılı bir şekilde materyale dökme ve o bağıran sesin gönderdiği sembolleri figür haline getirip içinden dışarı çıkartma hali var ya; tamamıyla aynı şeyleri yaşadım. Louise Bourgeois o dönemimde benim tanrıçamdı gerçekten. Ama sonra şu noktaya vardım; ben Louise Bourgeois olmak istemiyorum çünkü ben tekrar eden senaryoları yaşamayı sevmiyorum. Kendime uyguladığım bir şiddet vardı ortada. Ben bu sinir halini bu şiddet halini sevmiyordum. Dışarıdan gelen şiddet eğer doğru bir delik bulamazsa içeride dönüyor. Ama doğru deliği bulursan oradan dışarı çıkarabiliyorsun ve onu güzel bir şeye dönüştürüp başka bir yere taşıyabiliyorsun. Bunun için elimden geleni yaptım o üç dört senelik Louise Bourgeois dönemimde. Ve içimde o sinirin aynı şekilde çamaşır makinası gibi dönmesini istemedim. Onun bir şekilde bir delik bularak ya da içimi yararak dönüşüm ve başkalaşım geçirerek, metamorfoz geçirerek çıkıp başka kapılara açılmasını istedim. 

Dorian Sarı, Baby Tank,Yatak, metal, köpük, boya, 18x12x20 cm, 2016.

Bir de şöyle bir şey oldu, kültürel olarak da bence çok önemli. Çok fazla eleştirildim ben. Kendi kendine terapi demek yanlış olur ama mesela Louise Bourgeois İsviçre’deki kültürün içerisinde yaptığı şeyleri şu an yapıyor olsaydı okuldan kovulurdu. Tamamıyla kültürel bir bakış açısı. Sonuçta İsviçre dediğimiz Kalvinist, tevazuda aşırıya kaçan bir yer, özellikle de Cenevre Kalvinizminin doğduğu yer. Orada insanların kendinden, kendi sorunlarından bahsetmesi çok ayıp bir şey. Ve ben orada sinir krizleri geçiren çocuk; kendi sinir krizlerini eşyalara, heykellere dönüştürüp insanlara sorunlarımızı anlatan ve bu krizleri nasıl yansıttığını anlatan bir insan, o kültürle inanılmaz çatışmalar yaşadım. Bir türlü onlardan anlayış göremedim. Tam tersi, bir susma, bu burda kusuyor şu anda, yaklaşımı vardı. Bir şekilde beni ıslah etmeye çalıştıkları bir dönem yaşattılar bana. O noktada şunu anladım; ben onlar öyle istedikleri için ıslah olmadım. Sadece beni dinlemeyen insanlara ben neden bir şeyler anlatmak isteyeyim ki duygusu geldi bana. Ben bunları kendi kendime de bir şekilde halledebilirim; direkt olmadan da halledebilirim. İlla hikâyemi anlatmama gerek yok; illa kendimi ana karakter olarak sunmama gerek yok. O noktada zaten şöyle bir anlam ortaya çıkıyor benim işlerimde; kişisel sembolizmden ortak sembolizme geçiş dönemi olarak görüyorum ben o ıslah dönemini. Aslında ben yine aynı şeyleri yapıyorum; kendimden yola çıkarak genele yansıtıyorum. 

Carl Jung okumalarının da bu geçişe katkısı olduğunu sanıyorum.

Çok. Jung çok değer verdiğim bir isim. Çünkü çocukluğumdan beri gözlemlediğim sinir ve şiddet, o sinir harbi ve benzeri şeylerden dolayı neden sonuç ilişkilerini çok küçük yaştan itibaren sorgulamaya başlamıştım. Bu neden oluyor? Buna ne sebep oluyor? Böyle şeyleri algılamak konusunda bir çeşit otomatik mekanizma geliştirmiş vaziyetteydim. O yüzden de politikaya çok hassasım. Sebepler neler? Ortak kullanılan diller, semboller, kelimeler neler? Ne neyi tetikliyor ve bu domino etkileri oluşuyor? Zaten olayın sonuna baktığın zaman, aslında dünyanın neresine gidersen git, ortak kelimeler var, ortak jestler var, ortak tonlar var. O ortak şeyleri bulunca aslında benim içimde yaşadığım sorunun sadece bende değil, aslında sende de olduğunu, herkesin içerisinde benzer sorunlar olduğunu fark ettim. Bunları anlamamda Jung okumalarım inanılmaz derecede göz açıcı, aydınlatıcı oldu. Çünkü belki de ben karakterimden ötürü tüm bunları dışavurumcu bir şekilde, dışsallaştırarak anlatabiliyorum, ama herkes öyle olmayabilir. Yalnızca kendime odaklandığım zaman ben aslında diğer insanlar için o kadar güzel kelebek etkileri oluşturamıyorum belki de. Daha genel bir kelime dağarcığı kullanırsam, insanları daha nazik bir şekilde yamacıma toplayabilirim noktasına vardım. 

Centre Culturel Suisse’de gerçekleşen La Parade de l’aveuglement sergisinden bir görüntü, 2020.

Çeşitli boyutlardaki tankları şilte yüzleriyle kaplanmış gibi görünen monokrom yerleştirmelere dönüştürdüğün çalışmalarının yanında bu yıl Liste için tasarladığın posterlerde de İsviçre’nin hem bir silah ihracatçısı olup hem de kendini tarafsız bir ülke olarak konumlandırmasını eleştirmiştin. Antimilitarist tavır bir sanatçı olarak duruşunu belirleyen ögelerden biri gibi görünüyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersin?

Antimilitarizm çok büyük başlıkların altındaki küçük bir konu. Ben aslında sadece antimilitarist değilim, şiddet karşıtı ve tahakküm karşıtı bir insan olduğumu düşünüyorum. İlla bir tek silah satışı falan değil, bu kurumsal terörizm için de geçerli, yasak kültürü için de geçerli, yani her türlü susturulma için geçerli. Bell Hooks, Hep Aşka Dair kitabındaki bölümlerden birinde şundan bahsediyor: “biz çocuklara doğdukları andan itibaren, yalan söylemeyi öğretiyoruz” diyor. Mesela bir çocuk bir şeyi kırıyor, kırdığı için ona ceza veriyoruz. Ve bu çocuk bir daha bir şeyi kırarsa ve bunu söylerse ceza alacağını bildiği için orada yalan söyleme taktiğini öğreniyor. Biz aslında insanlara yalan söylemeyi öğretiyoruz. O çocuğun aslında dürüst olduğu için takdir görmesi gerekir, değil mi? Ama sistem öyle bir şekilde işliyor ki, doğruyu söyleyen tümden dokuz köyden kovuluyor. Bu antimilitarizmin sadece iç yüzü. Militer silahlar, insanlara uygulanan şiddet, baskı ve kalıplara sokulma hali, toplumun içerisinde işlevsel bir forma sokulma hali militarizmin sadece çok doğrudan bir görüntüsü. Ama bu görüntünün çok farklı türleri, yansımaları, gölgeleri var. Bu kalıba sokma olayları bebeklikten başlıyor. Dediğim gibi, çocuklara yalan söylemeyi öğretmekten başlıyor. 

Eserlerime baktığın zaman özellikle şilteyi bırakıp başka materyallere geçtikçe, zamanla daha üstü kapalı bir anlatıma yöneldiğimi, daha kavramsal ifadelerle ilerlediğimi düşünüyorum; tabii bu benim yorumum herkes böyle görmeyebilir. Bu geçiş aşamalarının politik anlamları üç boyutlu formlarda doğrudan görünmüyor olabilir. Eserlerimi anlatırken, bunu politik yorumlar katarak yapmaya çok önem veriyorum. Bu benim kişisel tercihim. Çoğu sanatçı vardır mesela eserleri hakkında konuşmayı sevmez ya da sergi açılışlarında bulunmayı, röportaj vermeyi sevmez. Ben tam tersine tüm bunların çok değerli ve önemli olduğunu düşünüyorum. Yalnızca eseri ortaya koymak, onun sorumluluğunu insanlara bırakmak benim yapabileceğim bir şey değil. Mümkün olduğunca rehberli turlar yapıyorum kendi sergilerimde. Mümkün olduğunca röportaj vermeye çalışıyorum ya da yazmaya çalışıyorum kendi eserlerim hakkında. Şimdi mesela Kunstmuseum Basel’deki sergimle birlikte çıkacak olan Texts on Post-truth, Violence and Anger isimli kitapta yazılarım yer alacak. 

Daha önce de hep üzerinde durduğum bir konu var: sanatçının sosyal konumu. Bu konu benim için Jung ile bağlantılı. Bunu mümkün olduğu kadar herkese anlatıyorum; daha önceki röportajlarımda da anlatmıştım. Sanatçı olarak benim hissettiğim sorumluluk, toplumun fark etmediği şeyleri mümkün olabildiğince sezmeye çalışmak. Benim bu sorumluluğu “make the unknown-unknown, partially known-unknown”[2] ifadesiyle yorumluyorum. Dört bilişsel fonksiyondan; düşünme, hissetme, duyum ve sezgiden bahsederken benzer şeyler söylüyor Jung. Bu işlevleri kullanıp bilinmeyen şeyleri az da olsa algılanır hale getirerek toplumun içinde bulunduğu çemberin içine aktarmak, dışarıdan içeriye taşımak gibi bir görevimin olduğunu düşünüyorum. Biz sanatçıların mümkün olduğunca açık antenleri olduğunu varsayıyorum. Bir şeyi keşfettiğimizi düşünmüyorum; sadece havada düşüncelerin olduğunu ve bizim antenlerimizle o düşünceleri toplayarak insanlara ıskaladıkları düşünceleri getirmek gibi bir rolümüzün olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden konuşmak da benim karakterime çok uyuyor ve mümkün oldukça konuşarak daha hızlı yol alabileceğime inanıyorum. 

Dorian Sarı, Rewriting Our Imaginations, 2020.

Kunstmuseum Basel’de bu ay içinde açılan Post-Truth isimli serginde sürekli şaşkınlık ve gerçeklikten kopuş halleri üzerinde duruyorsun. Bu halleri kendi estetiğinde nasıl görülür ve duyulur kıldın?

Ben mümkün olabildiğince okumaya çalışıyorum; kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Sosyoloji, psikoloji, psikanaliz ve politika üzerine kitaplar okuyarak, aslında cevabını bulamayacağım “biz ne yaşıyoruz?” sorusunu her gün kendime soruyorum. İçinde bulunduğumuz durumun, çağın aslında bir adı var: post-truth (hakikat-sonrası) çağı. Genel olarak insanlar post-truth’un ne demek olduğunu bile bilmiyor. Ben “post-truth” kelimesini ortaya atana kadar etrafımdaki hiç kimse bilmiyordu. Herkes bana “o ne demek” diye soruyordu. Çok garip bir dönemden geçiyoruz, yalnızca pandemiden bahsetmiyorum, genel olarak pandemi öncesini düşünsek de çok garip bir dönemden geçiyoruz. Dünyanın içine sıçtığımızın farkındayız ama kimse ne yapacağını bilmiyor. Politikacılar yön veremiyor, gençler her hafta sokaklarda eylemler yapıyorlar, değişiklik yapın diye ve hiç kimse hiçbir şekilde tepki vermiyor. Kadınlar bas bas bağırıyor eşitlik istiyorlar; LGBTİ+ bireyler bas bas bağırıp eşitlik istiyorlar ve ortada değişen hiçbir şey yok. Gerçek dediğimiz, hakikat dediğimiz şeyler önemsizleşiyor ve hakikatler üzerinden değil de tamamıyla anlık duygularla yol alma haline “post-truth” deniyor. Aslında insanların bu geçirdikleri buhranın bir adının olduğunu öğrenmeleri gibi bir dileğim oldu diyeyim. Zaten Kunstmuseum’dan haber geldiğinde, buluştuğumuz gün dedim serginin ismi belli “Post-Truth” olacak diye. Onlar bile bilmiyordu “post-truth”un ne demek olduğunu. Daha önce duymamışlar bu ifadeyi. Çünkü belki sadece politikayla ilgilenen insanların bildiği bir ifade bu. 

Aslında serginin amacı biraz da insanlara bu kelimeyi aşılamaktı. Şunu çok dürüstçe söylemek istiyorum; bir heykelle “post-truth”un anlatılabileceğine ben inanmıyorum. Çok büyük bir konu; elinde tutabileceğin bir konu değil. Sıvı gibi, avucunda tutmaya çalışsan parmaklarının arasından kayıp gidebilecek bir konu. Kendi haliyle bir çerçeveye oturulabilecek bir konu değil. Ben de dedim ki bu konu özelinde plastiği biraz kenara atmak istiyorum; doğrudan iletişime geçmek istiyorum. Ana işimiz sergiyle beraber çıkacak kitap olsun dedim. Benim o zamana kadar yazdığım paragraflar vardı, kendi yorumlarım vardı, gözlemlerim vardı vesaire. Dedim ki, aynen konuşur gibi kırık İngilizce makaleler oluşturayım, bu paragrafları birleştireyim.

“Post-truth” anlatması zor bir konu diyorsun. Hazırladığın kitapta bu konuyu nasıl ele aldın?

Dediğim gibi “post-truth” çok geniş bir konu ve bunu biraz daraltmam gerekiyordu. Bunun yolu da “post-truth”un yanına onu yansılayacak diğer konuları koymak. Ben de şiddeti ve öfkeyi seçtim. “Post-truth”un yarattığı ya da onun oluşmasını sağlayan, birbirini doğuran şiddeti ve öfkeyi eklemek istedim. Sonuçta serginin kalbi, diğer şeyler bunun etrafında dönmüyor tam olarak ama, bu kitap olacak. Kitaba da küçük bir giriş yapayım: dediğim gibi kırık İngilizceyle ve cinsiyetsiz olarak yazıldı. Cinsiyet zamiri olarak emin olduğum yalnızca annem, babam ve üçüncü bir kişi var. Bu üç kişi haricinde herkes they/them (onlar/onları) olarak geçti. Bir tek annem için she/her ve babam için he/him kullandım. Bir de içinde LGBTİ+ konulu bir bölüm var, orada bahsettiğim, örnek verdiğim bir şahıs var, onun için de he/his kullanıldı. Biraz da şunu empoze etmek istedim: non-binary (ikili cinsiyet rejiminin sunduğu kadın ve erkek kategorileri içinde tanımlanmayan) insanlar dışında genellikle kimse durduk yere they/them (onlar/onları) kullanarak kendilerini bir devrime katkı sunmaya zorlamıyor, “bununla mı uğraşacağım ya” diyorlar, ya da bunun hakkında düşünmüyorlar, bilmiyorlar. Onun için bu zamir kullanımlarını birazcık kafa karıştırıcı bir egzersiz gibi düşündüm; “bu kimden bahsediyor” diye düşündürmek istedim. Aynı zamanda “post-truth”un içerisinde neden bahsedildiğinin anlaşılmaması gibi bir durum var ya, biraz deneysel bir yanı da var bu tercihlerin o anlamda.

Eserlere gelecek olursak, içerisinde iki tane ana video var. Şunu da söylemeliyim, çoğunlukla videolarımda ana karakteri ben oynuyorum. Çünkü kafamda öyle bir imaj ya da sekans oluyor ki, orada bir aktörü çağırıp ondan bu performansı istemek yerine, zaten benim kafamda o imaj var, “ben yapabilirim bunu diyerek” daha çok iyi bir kameraman bulmaya yöneliyorum. Ama şu ana kadar çektiğim çoğu videoyu da bu son iki video hariç ben çektim, sabit kamera kullanarak vesaire. Kendi kendime yaptığım işlerdi. Bu videolardan birinde arkasında bir silah var ana karakterin, elleri açık bir şekilde Ay! Ay! Ay! diye bağırıyor.[3] 

Cansu Yıldıran, Mugâlata, Farklı boyutlarda 9 fotoğraftan oluşan fotoğraf serisi, Fine art baskı, 2021. | Dorian Sarı, sans titre (toi, moi, dedans, dehors) Değişken boyutlarda, deri kemer, 2021.| Dorian Sarı, me, me, me, me ( ben, ben, ben, ben), Değişken boyutlarda, Balon, 2021. | Dorian Sarı, Untitled (İsimsiz),Değişken boyutlarda, Düdük, 2020. (Poşe’deki Göze Parmak sergisinden görüntü.Fotoğraf: Zeynep Fırat)

Kunstmuseum Basel sergisinde yer alan bir çalışmanın 25 Şubat – 26 Mart tarihleri arasında İstanbul’da ilk kez Poşe’deki Göze Parmak sergisinde izleyeceğimiz bir işle de bağlantısı var. Bu sergideki işlerinden bahsetmek ister misin? 

Poşe’de Look (Bak) videosunun sadece sesi olacak, görüntüsü olmayacak. Poşe’deki sergi için Alper ilk baştan itibaren “insan figürü kullanmasak olur mu” gibi bir soru ile geldi. Ben de çok severim böyle teklifleri. Hemen kabul ettim. Dedim böyle bir video var ama içinde ben varım figür olarak. Bu arada bu video Cenevre’deki Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde de sergilenecek. Aynı zamanda Kunstmuseum’da da sergileniyor ama Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde sessiz versiyonu sergilenecek, sadece görüntü olacak. Poşe’deki sergi ile Cenevre’deki sergi birbirlerine eko yapacaklar. Bir tarafta görüntü olacak çünkü Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde dünyadaki bütün hapishanelerden, savaşlardan, insan katliamlarından yola çıkan sanat eserlerinin olduğu sürekli bir koleksiyon sergisi var; müzenin içerisindeki geçici sergide yer alacak Look. Zaten Poşe’deki serginin teması gayet açık ve belli. Poşe’deki serginin temasıyla Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nin karakteri bir şekilde birbirlerini tamamlayacaklar. 

Görüntü ve sesi ayırma tercihin başka bir videonda da vardı, La Parade de l’aveuglement (Körlük Töreni) isimli işinde farklı kanallarda işliyordu sanki görüntü ve ses. Videonun iki ana ögesini birbirinden ayırmak özellikle başvurduğun bir yöntem sanırım

Evet, yani şöyle, ben sergi teklifi gelen yerin karakteri ve mimarisine uymaya çok değer veriyorum. Orayla uğraşmak, o mekândan yola çıkarak eğer eski bir eserse kendi eserimin üstüne hafif bir yorum katmak değer verdiğim bir şey. Bu Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’ndeki Look videosu için de böyle oldu; Kızılhaç ve Kızılay Müzesi sonuçta çok sessiz bir müze, çok fazla acının ve dramanın olduğu bir yer. Orada Look videosunun sesi olsaydı çok abes kaçacaktı. Gerçekten biraz ilgi budalası gibi bir şey olacaktı o zaman. Öyle bir şeyin olmasını istemedim ki bu arada bu videonun da sessiz halini izlediğin zaman daha da bir anlamlı hale geliyor. Çünkü videonun içerisinde bir adam var, kameramana bir türlü orayı gösteremiyor. “Bak, bak” diyor, bak “bunu çek!”. Ama kamera geliyor, gidiyor, sallanıyor ama bir türlü oraya bakmıyor; bir türlü kamerayı oraya çevirmiyor. Bunun üstüne, o bağıran ve oraya ilgi gösterilmesini isteyen herifin sesini kısınca, bence görüntü olarak çok daha güçleniyor video. Bunu Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde için söylüyorum. 

Poşe’deki sergiye dönecek olursam, diğerleri ile nasıl konuştu bilmiyorum ama Alper bizden biraz da kendimizi farklı çalışma şekillerine yöneltmemizi ve bir şeyleri daha başka türlü göstermemizi rica etti. Ben de dedim tamam eksik göndereceğim o zaman, sadece ses göndereceğim. O mekânı ben hiç bilmiyorum, hiç gitmedim. Biraz da güven meselesi. Alper ile Paris’teki sergi açılışında tanıştık. Çok konuşamadık, çok resmi bir merhabalaşma, tanışma idi. Ardından İstanbul’a sergiye gelemeyeceğimi bilmek de aslında ilgimi çekti. Neredeyse hiç tanımadığım birinin, daha önce hiç görmediğim bir mekâna eserlerimi götürmesi çok hoşuma gitti. Çünkü orada saf bir güven duygusu gelişiyor. Başka bir olasılık yok, ya güveneceksin sergiye dahil olacaksın, ya da güvenmeyeceksin ve katılmayacaksın. Bu tarz anlarda neyin nasıl geliştiği duygusu çok hoşuma gidiyor. İlkokul ortaokul zamanlarımda arkadaşlarıma yatılı kalmaya gittiğim zamanlar gibi heyecanlanıyorum gerçekten. Her neyse eti senin kemiği benim misali anlaştık biz. Biraz da o eserin o mekânda güçlü duracağından emin olmak istiyorum ve güçlü durabilmesi için de sadece bu sesi koymayı doğru buldum, çünkü mekânın içerisindeki hacmi kaplayacak bir şey olacaktı bu. O sesle ben orada bulunamasam da orada olacağım. Poşe’deki sergide üç dört tane eser olacak; bunu biraz ilk tanışma olarak görüyorum. Çünkü bu benim Türkiye’deki ilk sergim. Türkiye benim doğup büyüdüğüm yer ve benim için orada sergi yapmak çok önemli. Gidemediğim için, karşılıklı etkileşimi başlatmak için, çok küçük plastik eserler ve bir sesle başlamak, “hey ben yakında geliyorum” der gibi bir şey yapmak da vardı aklımda eser seçerken.

Asıl soruna, ses ve görüntüyü ayırmaya gelecek olursak bu tamamıyla tema ile ilgili. Eğer tema el veriyorsa, bazen bir adaptasyon mekanizmasının sonucu olarak ve denge yaratmak için, bazen de savunma mekanizmasının sonucu olarak, kendi eserimin diğer eserler arasında yok olup gitmesini önlemek için görüntüyü ve sesi ayırıyorum. Bu bazen işi daha yapmaya başlamadan önce oluyor, bazen de işi yaptıktan sonra.

Dorian Sarı, AYAYAY, Dijital video, ses, 3:21 dakika., 2021.

Baskın bir sesi sergi mekânına hâkim kılmak, daha önce Paris’teki Centre Culturel Suisse’de de yaptığın bir şeydi. A&a isimli videonun sesi sergi mekânında yankılanıyordu.[4] Sergi mekânının atmosferini sesle belirlemek zaten tercih ettiğin bir şey sanırım. 

Evet, Post-Truth sergisinde de zaten Ay! Ay! Ay!, bahsettiğim Look ve bir de başka ses var. Bu üçü zaten müzenin her yerinde duyuluyor. Ben sese geldiği zaman insanları biraz rahatsız etmeyi seviyorum. Çünkü konu ağır, konu ağır olduğu için bir şeyi yapıyorsak tam yapalım, ağırsa da o ağırlık ortada bulunsun, alçak gönüllü kaçmasın. 

Video çalışmaların genellikle tekrar eden sekanslardan oluşuyor. Bu sekansları izlerken Pier Paolo Pasolini filmlerindeki rahatsız edici yoğunluğun videolarında damıtılmış bir halde bulunduğu ve atmosferi belirlediği izlenimine kapıldım. Fiziksel güç dengesizliğini neredeyse grotesk bir biçimde sunduğun A&a işindeki güreşçiler, durmakta olan bir arabayı sürdüğünü zanneder halde yalnızca direksiyon sallayan trans halindeki şoför sanki Pasolini’nin aşırılıklarla dolu dünyasından kopup gelmişler. Bu tespitle ilgili neler söylemek istersin? Sekanslarını kurgularken sinematografinin araçlarından nasıl yararlanıyorsun?

Birincisi benim eserlerime baktığında, Pasolini’nin adını zikretmen bile beni inanılmaz derecede mutlu etti. Çünkü ben Pasolini çok severim. İnsanlar o filmlere baktığı zaman, “aman tanrım bu ne” falan derken ben dahiyane buluyordum. Hani “biri de benim gibi!” diye düşünüyordum. Biraz rol model olarak gördüğüm biri Pasolini. 

Pasolini filmleri arasından en çok hangisini tercih edersin diye sorsam?

Salò derim. Şöyle bir şey söyleyeyim, senin sorduğun sorudan sonra fark ettim, ben Pasolini’yi herhalde son dört beş yıldır izlemedim. Bu arada ben politika okurken İtalya ve İskandinav ülkeleri üzerinde yoğunlaşmıştım. Onların karşılaştırmasını yaptım ve İtalya’ya bir sene gitmem de onunla alakalı. Hani İtalya kültürünü, politikasını çok iyi öğrenmiştim o zamanlarda. O dönemlerde hakikaten İtalyan sinemasına açtım ve Pasolini bir numaramdı. Sorunu görünce fark ettim zaten, ben uzun zamandır Pasolini izlemedim. Şu an tekrar açıp izlemek istiyorum sayende. 

Pasolini’de sana çekici gelen şey ne? 

Ben hiçbir zaman sanatçı ve eserini ayıramıyorum birbirinden. Bir şeyi beğendiğim anda o insanın hayatını anlamak, öğrenmek istiyorum. Daha çok Pasolini’nin yaşadığı hayatı ve içinde bulunduğu topluma rağmen çok farklı bir bakış açısında ısrar etmiş, bu bakış açısını dayatmış olmasını seviyorum belki de. Pasolini’yi keşfedince benim gibi aynı konulara, benzer estetiğe ilgi duyan biri varmış dememin sebebi de bu zaten. Çünkü ben de o hiçbir şekilde beni ve düşüncelerimi kabul etmeyen insanlara hayır böyle bir şey de var ve mümkün deyip ısrar ediyor, şiddete varmadan onları zorluyordum. Nietzsche’nin bahsettiği üstinsan var ya; kendinize bir idol belirleyin diyor. Onun yaptığı şeylerin aynısını yapın, aynısını yapsanız bile aynısı olmayacaktır ve zamanla zaten kendi karakterinizi oluşturmaya başlayacaksınız diyor üstinsandan bahsederken. Pasolini de benim için o üstinsanlardan biri oldu her zaman. Özellikle yirmili yaşlarımın başlarında benim için öyleydi. 

Kendi performanslarımı düşündüğüm zaman da hep kafamın içinde yaşadığım o duyguyu bildiğim için hiçbir zaman bir aktöre aynı duyguyu, o bunu yaşamadığı için, verdirtemeyeceğimi düşündüm. Belki denesem olur ama, şu ana kadar da denemedim açıkçası. Kafamın içinde olduğu için, onu ben yaşadığım için kendim göstermeliyim gibi bir tercih söz konusu orada. Genel olarak videolara bakacak olursak siyah beyaz kullanmamın sebeplerinden birisi, özellikle tekrar eden videolarda siyah beyazı tercih ediyorum, konsantrasyonu tamamen jest ve mimiğe yöneltmek için. Renk olduğu zaman dekora bakabiliyoruz arka plana bakabiliyoruz, konsantrasyon ekranda o imajın içerisinde yer değiştirebiliyor. Ama ne zaman siyah beyaz oluyor, tamamıyla oradaki jest ve mimiklere odaklanıyor insan. Bir çeşit yönlendirme yapıyor gibi hissediyorum o videoları siyah beyaz yaptığım zaman. Çünkü orada tekrar bir ısrar söz konusu, ben burada aşırı bir şeyden bahsediyorum, tek bir şeyden bahsediyorum, bunun altını defalarca çiziyorum ve bu altını çizmemden kaçmamaları için de izleyenlerin gözlerinden renkleri alıyorum. 

Dorian Sarı, LOOK!, Dijital video, ses, 3:36 dakika, 2020.

Heykellerinde de genellikle siyah beyazı kullandığın için videolarını siyah beyaz görüntülerle oluşturmak tutarlı görünüyor. 

Ben renkleri çok severim bu arada. Kendi günlük yaşantımda, başkalarının eserlerine baktığımda renk yok bunda deyip eleştiren bir insanım açıkçası. Belki de benim işlemek istediğim konularda kontrast çok önemli olduğu için; boyutlarla oynamayı da severim kontrast yaratmak adına, bebek tankın yanına gerçek boyutlarında devasa bir tank koyuyorum mesela. Ya da ne bileyim, başka şeylerde de. Post-Truth sergisinde balonlar var örneğin. Bir şekilde boyutlarla oynamak, büyüğün küçülmesi, küçüğün büyüğe dönüşmesi o bebek tankın bir gün büyüyüp devasa bir tanka dönüşmesi gibi böyle abartmaları seviyorum. Şimdi ben boyutlarla oynarken oraya renkler eklesem, önceliğim olan boyutu göstermekten çıkar ve Alice Harikalar Diyarı’ndaki gibi bir dünyaya davetiye çıkarırım. Abartmaları çok seviyorum sanat eserlerinde. O siyah beyaz aslında abartmaları sevmemden geliyor. Çünkü aşırılığı anlatıyor benim için. En uç noktaya gitmeyi anlatıyor. Bir de, illa bu konuyla ilgili pozitif bir şey söylemek gerekirse, belki de bu siyah beyazla ben insanlara yüzde yüz özgürlük veriyorum. Zihinlerinde istedikleri renge boyasınlar. Sonuçta ben bir renk sunmuyorum izleyiciye, demek ki izleyiciye onu orada istediği renge boyama seçeceğini veriyorum. İzleyicinin hayal gücünün ürettiği renklere bir mekân açıyorum yani o noktada. 

Çalışmalarında performansın olanaklarından faydalandığından bahsettin. Bu performansları videolarında izleyebiliyoruz. Performansla kurduğun ilişkiden konuşalım mı biraz?

Ben çok fazla performans yapmayı sevmiyorum. Şu anlamda: izleyenler karşısında canlı performans yapmayı çok sevmiyorum. Yapmadım mı? Yaptım. Ama çok sevmiyorum. Ben daha çok o performansı kaydetmeyi ve onun tekrar etmesini seviyorum. Çünkü benim, bilmiyorum neden belki kişisel bir şey, tekrar eden senaryolara karşı bir hassasiyetim var. Hayatta hep tekrar eden senaryolar olduğunu düşünürüm. Bu tamamıyla sanatın dışında kişisel anlamda söylüyorum, insanların hayatlarını ben de sen de dahil, herkesin hayatını psikolojik bir analizle incelediğinde tekrar eden davranış biçimleri görüyorsun. Belki de insanlar değişiyor, çevreler değişiyor, koşullar değişiyor ama davranış biçimi hep aynı kalıyor. Çünkü orada çözülmesi gereken bir sorun var, bir problem var. O insanın hayatta bir sonraki aşamaya geçmesi, bir sonraki etaba varması için o davranış biçimini çözmesi gerekiyor. Çoğu insanın belirli davranış biçimlerinde takılıp kalma gibi bir sorunu olduğunu düşünüyorum. Buna ben de dahilim. Tekrar eden senaryolar, kendimde çok gözlemlediğim bir şey oldu hep yirmili yaşlarımın sonuna kadar. Hâlâ da aşamadığım davranış biçimleri var. Dışarıdan baktığın zaman neyin tekrar ettiğini algılamak kolaylaşıyor. Neyin tekrar ettiğini algılaman kolaylaştığında onun içinden nasıl çıkabileceğini de fark etmeye başlıyorsun. O yüzden, benim videolarımda tekrarı sorgulamamın, orada altını çizmeye çalıştığım hikâyeyi tekrar tekrar tekrar tekrar söylememin amacı, artık insanların o tekrarı algılamasına yardımcı olmak; az önce de dediğim gibi biraz daha dışarıdan bakmaya başlamalarını sağlamak, buradaki olayı tekrar ettiren şey ne dedirtmek. Belki de kendi hayatlarındaki, oradaki o öfkeye, oradaki o kapanmışlığa, depresyona, şiddete dışarıdan bakmalarına aracı olmak gibi görünmez bir misyon yükleniyorum. Mistik bir boyut açmaya çalışıyorum o tekrarlarla. 

Dorian Sarı, Doll House, dijital video, ses, 08:44 dakika, 2018.

Bir masayla neredeyse onunla bütünleşmek ister gibi temas kurduğun ardından elindeki çekiçle aynı masayı paramparça ettiğin etkileyici performansını Doll House (Bebek Evi) çalışmanda izliyoruz. 0 (Hanged Man&Whistles), (0 [Asılı Adam&Islıklar]) isimli videoda seni tavandan asılmış halde görüyoruz. Bu performanslar ve diğer işlerin arasındaki bağlardan bahsetmek ister misin?

Doll House çok küçük bir televizyondan izleniyor. Bebek evi bildiğin gibi çocukların oynadığı çocuk evlerine verilen isim. O küçücük şeyin içerisinde o minyatür oyuncağın, o insanın o küçük masayla olan muhabbeti. O videoda hiç ses yok. O adam, o evin içerisinde o masaya gidiyor, onunla konuşuyor, başta sakin derdini anlatıyor, konuşuyor, konuşuyor hiçbir tepki gelmiyor, sinirlenmeye başlıyor çekmeceyi açıyor, orada çekmeceyi açmak da benim açımdan önemli ve sembolik bir jest. İçini açıp içine konuşmak gibi. Orada hani sana bir şey anlatıyorum dinlesene beni, sana kendi içimi döküyorum, tepki vermeni istiyorum demesi, tepesine çıkıp ayaklarıyla tepinerek dinle beni demesi, konuşması, konuşmakta ısrar etmesi, anla beni anla beni! Tabii orada anla beni demiyor ne dediğini duyamıyoruz. Orada anlatılmaya çalışılan şey gerçekten iletişim kurmaya çalışması. O sinir harbi ve sinirinin artması, çünkü orada bir tepkisizlik var, karşılık bulamıyor. Sonunda sınır aşılıyor ve o sevgiyi beklediği, karşılık beklediği şeyi parçalıyor. Onu parçalarken aslında kendisine de zarar verdiğinin farkında değil ve beraber düşüyor. Bir de bu video dediğim gibi çok küçük bir televizyonda ve yerde. O videoyu izletebilmek için bir çeşit fiziki manipülasyon da yapıyorum orada izleyiciye çünkü yere çöküp eğilmek gerekiyor. O jest çok önemli, yere çökmen ve eğilip bakman gerekiyor her şeyi algılayabilmek için. Seni olan bitene aşağıdan bakmaya, farklı bir boyuttan da bakmaya, hiçbir şekilde o seviyeden bakmayacağın bir odaya televizyonu görmek için alttan da bakmaya çağırmak gibi bir şey var orada. 

Diğer performans da tarot kartlarından geliyor. Tarot kartlarındaki Asılı Adam fiziki dünyayla bağlantının tamamıyla kopmuş olması ve öteki dünya, öteki boyuta dayanmayı sembolize ediyor. O tarafa doğru bir çeşit kaçış söz konusu ama kaçmaya çalışsan da kaçamıyorsun çünkü ölü değilsin. Sen hâlâ bir canlısın. Gitmek istiyorsun ama bir türlü gidemiyorsun ve sen sonuçta kendi içine kapanıyorsun ve bir şekilde bir metamorfoz bekliyorsun orada. Onun arkasında iki tane düdük sesi var, bir tane normal düdük sesi ben onu daha çok polis düdüklerini düşünerek koydum, hâlâ da polislerin kullandığı bir düdük. Aynı zamanda trenlerde de kullanılan bir düdük, yolculuk başlıyor gibisinden. Aynı zamanda orada farklı bir köpek düdüğü var. İnsan kulağı belli bir yaşa kadar, genellikle yirmi yedi, otuz yaşlarına kadar duyabiliyor. Bazı insanlar çok daha erken kaybediyor o hassasiyeti. Köpek düdüğü öyle bir frekans ki köpekleri bile büzüştürüyor. Çok rahatsız edici; dünyanın her yerinde polislerin kullandığı, gençlerin eylem yaptığı zaman dağılması için kullanılan bir düdük. Aynı zamanda yaşlı bakım evlerinde belirli saatlerden sonra kullanılıyor. Yani bir çeşit toplumsal bir manipülasyon aracı. Ben orada o insanın toplumsal manipülasyona karşı tepkisizliğini anlatmak istedim. Artık ne bok yerseniz yiyin, bıktım gibilerinden bir şey yani o performans benim için. 

Bilgisayar dilinde bitlere karşılık gelen 0 ve 1 rakamlarından oluşan ışıklı panoların da güçlü işler olduğunu düşünüyorum. Kunstmuseum Basel’deki serginin teması olan gerçek-sonrası olgusunu da son çeyrek asırdır yaşadığımız iletişim devriminden bağımsız düşünmek olanaksız. Bu çerçevede ürettiğin işlerinden bahsetmek ister misin?

Çok büyük resimde, bu ve bu bahsettiğin eserlerin hepsi birbirleri ile evet bağlantılı. Ama küçük resimlere geldiğimiz zaman birbirlerinden uzaklaşan eserler. Sıfırlı ışık kutusu ve birli ışık kutusu; biri çember halinde diğeri kare halinde. Ben onları eski tiyatro salonlarının girişlerinde olur ya hani böyle, rakamları, harfleri böyle yerleştirirler, o günün oyununu saatini, yazarlar; benim ilham kaynağım oydu. Ve o ışık kutularının arkalarına da bakabiliyorsun. Arka taraflarına baktığın zaman o ışıklı kutuların nasıl yapıldığını görebiliyorsun. Tamamıyla tiyatro atmosferi var o iki eserde de. Ön tarafında işler görünüyor, arka tarafında da aslında hiçbir gizemin olmadığı ve nasıl yapıldıkları görülüyor. 

Lateks de çalışmalarında kullanmayı tercih ettiğin bir materyal gibi görünüyor. Neden lateks kullanıyorsun?

Aslında insanlar benim sergilerime geldikleri zaman onları birazcık manipüle etmek gibi bir niyetim oluyor. Şu anlamda; öyle bir tüketimciliğin içerisinde içerisindeyiz ki, eserlere bakmak, videoları izlemek, o kadar kısa süreli ki, baktım geçtim olayı var ya, bunu engellemek istiyorum ben. Sanatla bir şeyleri iletirken bir şekilde insanları bir baştan çıkarma bir kancalama gibi bir niyetim oluyor her zaman. O videolardaki tekrarın arkasında da biraz bu var. Lateks kullanmamdaki amaç parlak materyalleri kullanmak, yaklaştırmak, daha bir yakından baktırmak, kendilerine baktırmak. Çünkü sonuçta narsisizmin doruk noktasında vardığı bir çağda yaşıyoruz ve insanların tüketimin içerisinde biraz daha senin anlatmak istediğin şeye kulak vermeleri için, onlara bir şekilde cazip gelecek geçici bir sihir yaratmak, mistisizm yaratmak gerekiyor bir noktada. Lateksin o parlaklığını, yarattığı yansımaları da bunun için seviyorum. Aslında bu lateks muhabbeti de sokakta bulduğum materyalden başladı; bir müzenin çöplüğünde bulduğum rulolardan. Çok fazla materyalimi ben çöpten buluyorum. Ya da bazen müzeler bitmiş sergilerin ardından atılacak malzemelerin fotoğraflarını atıyorlar bana ister misin diye. Biraz öyle başladı bu lateks hikâyesi. Önce kocaman rulolarca yüz metreden fazla beyazından buldum. Beyazıyla oynamaya başladıktan sonra siyahına geçtim. 

Light Box (000) 2017 & 111 (make the unknown unknown, partialy known unknown) / Bleaching, 2018.

Şimdi de mesela şu anki sergimde de lateks değil ama natürel kauçuktan balonlarım var. Kocaman balonlar. Yani bir oyunbazlık katıyor, insanları davet ediyor. Bir de malzeme kombinasyonlarına dikkat etmeye çalışıyorum. O büyük tahta bantların üzerindeki siyah formlar mesela. Orada o plastik siyah olan şeyler aslında organik gibi duruyor, hepsi birbirine benzer gibi duruyor ama yaklaştığın zaman görüyorsun ki aslında hepsi birbirinden çok farklı. Sanki arı peteğinin oluşumu gibi duruyor ama aslında malzeme tamamıyla sahte, hiçbir şekilde doğal değil. Ama onun dışında, sistematik olan raylar tamamıyla doğal tahta. Orada malzemenin kendi anlamında yer değiştirme gibi bir şey yapmaya çalışıyorum. Çünkü malzemenin anlam ve yer değiştirmesi bence insanların bilinçaltında bir soru işareti yaratıyor ve onları esere yaklaştırıyor. Yaklaşınca o sorunlar içinde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde onun hakkında düşünüyor. Düşündürmek benim en büyük hedeflerimden biri. Hangi iş olursa olsun, en büyük hedefim düşündürmek. Ben hiçbir zaman bir soruya doğru düzgün bir cevap verebileceğimizi düşünmüyorum. Bir şey öğretebileceğimi düşünmüyorum. 

Benim her zaman, temeldeki en büyük arzum, insanlara bir şekilde bir şeyleri düşündürmeye çalışmak. Çünkü çok fazla kaçış döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Dönem derken, geçici bir dönem de değil bu. Hani “post-truth” dönemi de böyle bir dönem bence. İnsanların çok garip bir şeyin içerisinde olduğunu bilmeleri ama buna anlam vermek istememeleri, kötü haber duymak istememeleri… Mesela benim etrafımdaki herkes Netflix izliyor yani. Kitap okumuyor ya da haberleri izlemek istemiyor. Herkes bir şekilde gerçeklerden, ki bir de neye gerçek diyoruz o da ayrı bir konu, haberler mi gerçek? Çoğu da manipülasyon. Seçilmiş haberler. Sonuçta Amerika ile ilgili her şeyi biliyoruz, Özbekistan’da ne oluyor haberimiz yok gibi. İklim Krizi mi? Onu da duymak istemiyor insanlar, plastik tüketimi mi? Onu da duymak istemiyorlar, işte insan hakları adalet, ekonomi, pandemi, eğitim, para, ot, bok; bunları da duymak istemiyorlar. Herkes aslında hayat güzel, laylaylom, her şey güzel olacak gibi bir pozitif düşünmeye çalışma derdinde. Ortaklaşa sorumluluktan kaçmak, kendi sorumluluklarından kaçmak gibi bir şey var ya, düşünceden kaçmak aslında bu. Düşünceden kaçan insanlara inadına kendilerine soru sordurmak gibi bir derdim var bence benim. Ve bunu da yapabilmek için hakikaten oturup düşünüyorum. Ne tarz malzemeler kullanabilirim diye. Bunu gördüğüm sanat eserlerini sevdiğim için de bunu yapmaya zorluyorum kendimi. Ben bir sanatçıya bir şey diyemem, herkes istediğini yapmakta özgür ama izleyiciyi düşünmeden yapılmış sanat eserlerini anında fark ediyorum. Tamamıyla sanatçının kendisine odaklanıp, kendi arayışına odaklanıp sunduğu eserlerle, sanatçının onu görecek olan insanları düşünerek yaptığı eserler arasında çok ciddi bir ayrım olduğunu düşünüyorum. Belki de bu dışardan herkesin fark edebileceği bir ayrım değil, benimki daha çok profesyonel deformasyon belki de. Ne kadar çok materyalle uğraşırsan ne kadar çok ona düşen ışık, onun bulunduğu duvar, onun bulunduğu köşe, rengi boyutu vesaire.. Bunlarla ne kadar çok ilgilenirsen, gördüğün bütün eserlerde anında o farkı görebiliyorsun. Sanatçı insanları düşünüyor mu, yoksa kendine mi odaklı. Dürüstçe söylüyorum, ben çok ciddi bir şekilde bu eser insanlarla nasıl iletişim kuracak diye kafa patlatıyorum, buna kafa patlatmayan sanatçıları da genelde takip etmiyorum.

Merve Akar Akgün’le yaptığın ve işlerini tanımamda vesile olan röportajda[5] İsviçre’de içinde bulunduğun sanat ortamından detaylı biçimde bahsetmiştin. Welcome! (Hoşgeldin!) ismini verdiğin ve denizde bir motorla tek başına yol alırken göçmenlik hikâyeni anlattığın zamandan beri İsviçre’deki hayatında neler değişti? 

Çok şey değişti. Aslında o video tamamen benim hikâyem değil, benim hikâyemden yola çıkarak gelen insanlara verilen bir mesaj. Hani bir olimpiyat meşalesi gibi bir şeydi aslında benim için o eser, elden ele meşaleyi teslim etme olayı. Aynı zamanda şunun da altını çizeyim, o eseri ben beş sene önce yine Kızılhaç ve Kızılay Müzesi için yapmıştım. Kızılhaç ve Kızılay Müzesi’nde bir davet olmuştu ve o davet için yaptığım bir eserdi. Yine bu müzenin konusunun, tematik çerçevesinin içinde yapılmış bir eserdi o. Aslında sorduğun soruyla şu anda öyle güzel bir şey oldu ki; o Welcome videosundan Look videosuna geçiş benim sanat üretimimdeki dönüşümü çok iyi anlatıyor: ilk başta kendi hikâyesini anlatan bir insandan, kendi hikâyesini anlatarak insanlarla iletişim kurmaya çalışan birinden, tamamıyla genel sembollere odaklanan ve genel sembollerde yine kendinden bir şeyler bulan birine geçiş. Kendi hikâyemin çok dışında artık o izlediğimiz şey, herkesin hikâyesine dönüşmüş vaziyette. Bu soru ile son beş yılın fotoğrafını çekmiş olduk.


Röportajda bahsedilen çalışmaları izlemek isteyenler https://www.doriansari.co/ adresini ziyaret edebilir.

Ses kaydının deşifresi için Helin Doğan’a teşekkürlerimizle.

[1] 1974’ten bu yana Ekim ayında Paris’te gerçekleşen Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı.

[2] “Bilinmeyen-bilinmeyeni yarıbilinen-bilinmeyen yap”.

[3] Dorian Sarı’nın Kunstmuseum Basel’deki “Post-Truth” sergisi açılışı için düzenlediği rehberli turu izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=wNubAfGVCj4

[4] Dorian Sarı’nın Paris’teki Centre Culturel Suisse’de düzenlenen La Parade de l’aveuglement sergisini izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=MwrgmEmvnww

[5]İkiyüzlülüğün küçük bir fotoğrafı”, Merve Akar Akgün, Art Unlimited.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

© 2020

Exit mobile version