Söyleşi

‘İyi’ katılım: Aktif sivil toplum, destekçi kamu, çok disiplinlilik

New York’un büyük ölçekli kamusal alan ve yeşil altyapı projelerinin lideri Scape Studio’dan Sera Tolgay ile planlamada disiplinlerarasılık, katılımcılık ve “Kolektif Ahır” projesini konuştuk.

Konkur İstanbul tarafından 19 Aralık Cumartesi günü Büyükada Fayton Meydanı Kentsel Tasarım Yarışması Katılım Süreci’ne dair halkı bilgilendirmek üzere ilk toplantı Zoom üzerinde gerçekleştirildi. Büyükada’daki bu meydan yarışması, İBB’nin “İstanbul’un meydanlarını İstanbullularla beraber şeffaf, demokratik ve katılımcı süreçlerle tasarlama” vaadinin bir uzantısı. Fakat Adalarda sivil toplumun yükselen sesi, Adaların kırılgan ekosistemine ve bugüne kadar korunmayı başarmış kültürel varlıklarına kontrolsüz bir baskı yapan müdahelelere yönelik tepkilerini dile getiriyor. “Hayvanseverlerle” bir başka “hayvanseverleri” kutuplaştıran atlar ve fayton meselesi, Büyükada’nın pek az girilen ormanlık alanına tepeden inme bir yöntemle yapılan Ekoturizm Yolu Projesi, bu müdahalelerden birkaçı.

Yarışmanın hem “Fayton Meydanı” ismiyle duyurulması hem de atların kaybedilişinin birinci yıl dönümüne denk gelecek şekilde bilgilendirme toplantısının yapılması düşündürücü. Öte yandan bu yarışma, doğru bir yönetimsellik anlayışıyla tüm dünyaya örnek oluşturacak katılımcı bir çalışmaya da dönüşebilir. Bunun için en çok ihtiyaç duyulan, kamu kurumlarının katılımı tek yönlü bir bilgilendirme değil bir “birlikte üretme” niyetiyle ele alması. Katılımın sivil toplum tarafında ise Dünya Mirası Adalar Girişimi’nden Sera Tolgay’ın Daniel Marshall ile aylar süren titiz çalışmalar sonucu gönüllü olarak ürettikleri “Kolektif Ahır” projesi bulunuyor.

Lisans eğitimini Yale Üniversitesinde bitirdikten sonra MIT’de Şehir Planlama ve Mimarlık Yüksek Lisansı’nı tamamlayan Sera Tolgay, iklim krizi, ekolojik restorasyon, doğal altyapı, çevre planlama ve kentsel tasarım projelerini disiplinlerarası metodlar ile çalışan bir mimar, tasarımcı ve şehir plancısı. New York’ta büyük ölçekli kamusal alan ve yeşil altyapı projelerinde lider olan Scape Studio’da tasarımcı olarak çalışıyor. Tolgay ile planlamada disiplinlerarasılık, kamusal alanlarda katılımcılığın iyi örnekleri ve “Kolektif Ahır” projesini konuştuk.

Merhaba Sera. Yukarıda bahsettiğim bilgilere ek olarak çok önemli pek çok başka deneyimin var. Okurlar için belirtelim: Kentsel tasarımcı olarak mühendislik firması WSP’de kamu sektörüne danışmanlık yaptın. Aynı zamanda çevre planlama ve kentsel tasarım projelerini disiplinlerarası metodlar ile hayata geçiren Public Works Collaborative (Kamusal Tasarım Kolektifi) stüdyosunun kurucususun. Daha önce New York Şehir Planlama Bölümü’nde New York’un iklim değişikliğine adaptasyonu üzerine çalıştın ve Dünya Bankası’nın kentsel gelişim, doğal afet riski ve planlama projelerine danışmanlık yaptın. Ayrıca ödüllü açık veri ve katılımcı planlama platformu “muhit”in kurucularındansın. İlgi alanın nasıl şekillendi? Kariyerine nasıl yön verdin?

Lisans eğitimimi bitirdikten sonra uluslararası çevre politikaları üzerine çalışma fırsatım oldu ve şunu fark ettim: Şehirler iklim krizi ile mücadelemizde çok önemli bir rol oynuyor. Avusturyalı fizikçi ve International Institute for Applied Systems Analysis (IIASA)’da kıdemli araştırmacı bilim adamı olan Arnulf Grubler’ın global enerji sistemleri üzerine verdiği bir dersi alma fırsatım olmuştu. IPCC’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change/ Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli) kullandığı “Representative concentration pathways” karbon salınımı modelleri üzerine çalışan IIASA ekibi dünyanın enerji bütçelerini hesaplayarak 2100 senesi için belli senaryolar geliştiriyorlar. Bu senaryolardaki farklı sonuçların (3 ile 8.5 W/m2 arasında değişen ışıma faktörü) altındaki önemli bir faktör dünya yüzeyini nasıl kullandığımız ile ilgili. Arazi kullanımının iklim krizine iki şekilde etkisi var: Birincisi şehirleşen alanlardaki yoğun karbon salınımımız. Bu da şehirleşme biçimimizle, yani ne kadar araba ya da toplu taşıma kullanıyoruz, nasıl tüketiyoruz ve atıklarımızı yönetiyoruz, enerji kaynaklarımızı ne verimlilikte ve nasıl harcıyoruz, gibi… İkincisi de arazi kullanımının zaman içerisinde nasıl değiştiği. Örneğin çok fazla yeşil alanın kaybedilmesi, kentsel ısı etkisine yol açan zeminlerin artışı, ormanların kesilip tarım alanı haline getirilmesi gibi. Bu ikisi aslında iklim değişimini yapısal ve sistemsel düzeyde derinden etkiliyor. Tabii teknolojik ve bilimsel atılımlar, hukuksal yaptırımlar ve uluslararası siyaset dengeleri iklim krizi ile olan mücadelemizde önemli rol oynayacak. Ama bir yandan da yaşadığımız kentlerin nasıl geliştiği ve Henri Lefebvre’nin terimini kullanacak olursak, “gündelik hayatımızın detayları” yaşadığımız şehirde bize sunulan seçeneklerden büyük ölçüde etkilenecek. Hem bilim hem de tasarım konusunu birlikte çalışmak istememin sebebi de buydu, gezegen ölçeğinde olan iklim krizi sorunu aslında gündelik hayatımızın detayları ile yakından ilgili. Bunu anladığım zaman kariyerimin gittiği yol da şekillendi diyebilirim.

Bugün hemen her alanda konuşulan disiplinlerarası yaklaşım çevre planlamanın da en önemli tartışma alanlarından/ihtiyaçlarından biri haline gelmiş durumda. Fakat çok kullanılan kavramlar bazen anlamından uzaklaştırılarak içi boşaltılabiliyor. O yüzden ilk şunu konuşalım isterim: Çevre planlamada disiplinlerarasılık ne anlama gelir? Neden böyle bir yaklaşıma ihtiyaç duyuluyor? Tasarım, şehir planlama ve mimari birbirinden nasıl farklılaşıyor ve birbirini nasıl tamamlıyor?

Disiplinlerarasılığın akademide ve pratikte çok farklılaştığını söyleyebilirim. Akademide yeni pek çok program var disiplinleri bir araya getiren. Bilim okuyan bir öğrenci başka konularda dersler alabiliyor, ya da proje çalışmalarında farklı disiplinleri, örneğin mühendislerle tasarımcıları bir araya getiren programlar da var.

Buna kıyasla pratikte benim gözlemim herkesin kendi konusunda uzman olduğu, ama büyük ölçekli kamusal projelerde bir arada çalışması gerektiği yönünde. Disiplinlerarası bir çalışma yürütülmediğinde yapılan projelerin başarısı bence biraz tartışılır hale geliyor. Özellikle iklim değişikliği konusunda yapılan fiziksel planlama ve şehircilik projelerinde aldığımız kararları gerçek hayata uygulamaya başladığımız anda çok daha detaylı kararlar vermeye başlıyoruz. Mesela “sürdürülebilir şehirler yaratılım” veya “yeşil altyapı yapalım” dediğimizde bunun tasarım sürecinde çok detaylı kararlar alınması gerekiyor. Hangi malzemeler kullanılacak ve bu malzemeler nasıl üretilmiş? Yaptığınız projenin bulunduğu çevreye ve karbon salınımına etkisi ne olacak? Daha yapıcı malzemeler kullanarak uygulanacak alandaki çevreye ve sosyal yapıya minimum olumsuz etki yaratacak tasarım alternatifleri neler? Benim heyecanlı bulduğum kısım da fiziksel planlamada bu detaylara inme hali ve detaylar çoğu zaman farklı disiplinlerin bir arada çalışmasını gerektiriyor.

Aslında hepimiz problemin ne olduğu konusunda hemfikiriz ama neler yapabileceğimiz konusunda herkes farklı düşünüyor. “İnovasyona, bilime yatırım yapalım” diyenler ya da “Hayır, bence devletler en büyük aktör, onların aldığı kararlarla ancak yol alabiliriz” diyenler var. “Hayır, aslında bireylerin de çok büyük rolü var, herkes tüketici olarak karar alırsa problem çözülür” diyenler var… Bunların hepsi doğru bence. Ben sistemsel konularla ilgilendiğim için şehirlerin gündelik hayata etkisi ile ilgileniyorum. Şehirleri nasıl karbon salınımı açısından daha az tüketen sistemler olarak düşünebiliriz, hem de aynı zamanda bölgeler ve hatta gezegen ölçeğindeki arazi kullanımımızı nasıl dengeleyebiliriz? Bu soruları disiplinlerarası bir şekilde çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Disiplinlerarası çalışan bir uzman olabilmek için nasıl bir eğitim almak gerekir? Bu tarz bir eğitimin karşılığı Türkiye’de var mı sence? Ya da Amerika’daki eğitim sistemiyle karşılaştırdığımızda nasıl adımlar atmak gerekir?

Akademide disiplinler arası programların yaratılması çok önemli bir ilk adım. Örneğin farklı fakültelerden iklim değişikliği konusunda çalışmak isteyen profesörler bir araya gelip bir enstitü kurabilir ve bu konuda disiplinler arası araştırmalar ve çalışmalar yürütebilir. Benim bir parçası olduğum Yale Üniversitesi’nde Enerji ve İklim Enstitüsü bu amaçla kurulmuştu ve pek çok öğrenciye bu konuda uzmanlaşma fırsatı sundu. Üniversitedeki disiplinlerarası çalışmaların çoğu da bu enstitüden çıkıyordu. Tabii bu enstitülerin fonlanması ve sürdürebilirliği çok önemli ve Türkiye’de benzerlerinin yaratılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Pratikte ise özellikle kamusal büyük ölçekli projelerde, hazırlanan teklife çağrı dosyası (request for proposal) az çok hangi disiplinlerin projeye katılması gerektiğini gösteriyor. Pratikte disiplinlerarası bir uygulama yapabilmek için hem kamudan hem de özel sektörden proaktif bir yaklaşım gerekiyor. Eğer kamu sektörünün hazırladığı teklif dosyası “buraya bir otoban yapılsın ve ÇED dosyasını da ekleyin” diyorsa o zaman zaten belli ki otoban yapılacak ve ÇED süreci daha çok bürokratik bir araca dönmüş. Bu tip bir yaklaşımdan disiplinlerarası ve karşı karşıya olduğumuz sorunları güçlü bir tasarımla çözen sonuçlar çıkmasını mümkün görmüyorum. Ama burada sorunun köküne gidilse, yani otoban yapımı yerine daha geniş bir bağlamda ulaşım sorunu çözülmeye çalışılsa sonuç olarak belki yeşil yol sistemi ile raylı sistemin entegre olduğu bir proje tasarlanabilir. İngiltere Galler Bölgesi’nde yapılması planlanan M4 otoban projesi Çevre ve İklim Değişikliğinden sorumlu bakanlar tarafından reddedilmişti örneğin. Galler ve Londra arasındaki bu büyük otobanın genişletilmesi için Londra’daki merkez hükümet 1.4 milyar pound ayırıyor fakat kanun gereği Galler’deki Çevre ve İklim Değişikliği Bakanı bu bütçenin aslında otobanı genişleterek iyi bir şekilde değerlendirilemeyeceğini, çevreyi ve sulak alanları zedeleyeceği ve gelecek nesiller için negatif etki yaratacağını söyleyerek projenin iptal edilmesini talep ediyor. Aynı zamanda bütçenin nasıl daha iyi harcanabileceğine dair alternatifler de sunuyorlar ve otoban genişletme projesi yerine sürdürülebilir ulaşım sistemlerine daha çok yatırım getirecek projeler ortaya çıkıyor. Bu bence alternatifler üretmeye, farklı disiplinlerin ve uzmanlıkların karar alma sürecine dahil edilmesine güzel bir örnek.

Genelde altyapı projelerinde gelecekte iklim üzerindeki sistemsel etkileri göz önünde bulundurmadan inşaata başlama alışkanlığı var. Ben bu sorunu sadece Amerika’da ya da Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde görüyorum açıkçası. Aslında bu projelere danışman olan şirketlerin ya da kamu kuruluşlarının içinde projeleri çok daha sürdürülebilir bir şekilde yapma kapasitesi de var. Çok aktörlü bir sistemde, kimse karşı çıkmadığı zaman, 1940-50’lerden beri yaptığımız eski nesil altyapı projelerini ve şehirleşmeyi devam ettirmiş oluyoruz. Belki sektörün içinde olmayanlar günümüzde iklim değişikliği göz önünde bulundurularak yatırım yapılıyor sanabilir. Aslına bakarsanız iklim değişikliğine uzun vadede çok olumsuz etkiler yapabilecek, 50-60 senedir yapılan çok demode projeler hâlâ günümüzde hayata geçebiliyor. Bu yüzden kamu projelerini içeriden görmüş bir vatandaş olarak vergilerimizin her zaman iyi ve etkili harcanmadığını söyleyebilirim. Bunun bir sebebi de disiplinlerarası yaklaşımların ve sistemde çok aktörlü karar verme mekanizmalarının olmaması ya da işlememesi. İklim değişikliği konusunda gerçekten bir atılım yapmak isteyen yeni nesillerin gelmesiyle bu sistemlerin daha yenilikçi bir şekilde değişmesini umuyorum.

Kültürel miras yönetimini de iklim değişiklinden bağımsız düşünmemek gerekir diyebilir miyiz?

Tabii, özellikle Türkiye gibi çoğu eski yerleşim bölgelerinin kıyılarda olduğu bir coğrafyada. Aslında tarihsel olarak bakarsak bir yandan su altında kalan eski yerleşimler olduğunu görüyoruz. Örneğin İstanbul’da Vordinisi Adası su seviyelerinin yükselmesiyle kaybolmuş bir ada.

İstanbul yapılan analizlerde, iklim değişikliğinden hem etkilenecek kişi sayısı hem de olumsuz finansal sonuçlar bakımından dünyada ilk on şehir arasında. Ama maalesef Türkiye’de bu konuda fazla çalışma görmüyorum ve bunu bir açık olduğunu düşünüyorum. Bu konuda okullarda eğitim verilmeli, mühendisler iklim riskleri konusunda eğitilmeli ve mimari, planlama ve tasarım fakültelerinde stüdyolar oluşturulmalı.

Kültürel miras bakımından İstanbul çok zengin bir şehir. Türkiye’nin kıyıları da çok eski yerleşimlerin olduğu, pek çok kültür varlığını barındıran alanlar. Günümüzde iklim değişikliğinin etkilerini bazen sel ve fırtına gibi durumlar haricinde belki çok görmüyoruz ama iklim krizi bizi bu yüzyılın sonunda gerçekten derinden etkileyecek bir seviyeye ulaşmış olacak gibi gözüküyor maalesef. Kültür mirası da bana göre Türkiye’de bu değişimden direkt etkilenecek. Kıyılardaki mirasımız ve su seviyesinin yükselmesi üzerine araştırmaların ve yerel analizlerin daha detaylı yapılması lazım. Çünkü küresel analizler var ama yereldeki dinamikler daha farklı olabiliyor. Önümüzdeki nesillerin bu konuda eğitim alması ve üzerine araştırma yapması çok değerli olur.

Muhit projenden de bahsedelim. Şu an site muhit.co linki üzerinden ziyaret edilebilir fakat veri girişi yapılamıyor değil mi?

Şu anda veri tabanı aktif değil, yeni girişler yapılmıyor ama büyük bir arşivimiz var. Arşivde Türkiye’nin farklı yerlerinden şehirler konusunda kullanıcıların girişleri var. Bu veriden yola çıkarak hazırlayacağımız raporda hem verileri görselleştirerek özetlemek ve yapılan değerli girişlerden öğrendiklerimizi aktarmak istiyoruz. İlk olarak belediyelerle çalışabileceğimiz bir platform fikrinden yola çıkmıştık, ama geriye baktığımızda daha çok katılım konusunda bir ölçüde liderlik yapmış olduğumuzu gördük.

muhit.co internet sitesinden bir ekran görüntüsü

Muhit’i kurduğumuz zaman planlamada katılım uygulanan ve konuşulan bir şey değildi, Nilüfer Belediyesi gibi çok az örneği vardı. Günümüzde ise bir sürü katılımcı çalışmanın yapılmaya çalışıldığını görüyoruz. Zamanla bu konuda bir duyarlılık oluştu ve bence bu çok güzel bir gelişme. Ama tabii katılımcılığın sistematik bir şekilde uygulanması ve etkili olması için niyet ve güç dinamikleri çok önemli. Çoğu katılım süreci sadece bilgilendirmeye yönelik oluyor. Ya da “fikirlerinizi aldık, şunları duyduk, özeti bu” gibi bir raporlama ile sonlanabiliyor. Sonrasında yapılan 1/5000 planları ya da stratejik planlarda, bu katılımcı sürecin etkilerinin çok net anlatılması gerek. Yoksa vatandaşlarda yarattığı izlenim, daha göstermelik olduğu yönünde olabiliyor.

Öte yandan katılım sürecinde bazen çok farklı yönlerden fazla eleştiri gelebiliyor. Kamu sektöründe çalışanlar da bir şey yapmak istiyor ama gelen eleştirilerin yoğunluğundan hiçbir şey yapamadıklarını hissediyorlar. Bazen yapılan eleştirilerin söylenme şekilleri doğru olmayabiliyor ya da halktan gelen yorumlar net bir şekilde anlaşılamayabiliyor. Burada bence plancıların rolü gelen geribildirimleri doğru bir şekilde anlayıp sentezleyerek planlara yansıtabilmek. Her fikrin planlara yansıması mümkün değil, çünkü binlerce birbirinden farklı fikir gelebilir. Muhit tecrübemizde de bunu görmüştük. Ama halktan geleneleri sentezlemek bence bir sanat. Sonuçta, halkla gerçekten yakın ilişki kuran projeler başarılı oluyor. O yüzden katılımın bir amacı da hayata geçirilen projelerin uzun dönemli başarısını belirlemek.

Kolektif Ahır Tasarım Kitapçığından bir görsel

Ben de bu çatışma yönetiminin çok önemli bir görev olduğunu ve bu alanda ileride spesifik meslek gruplarının da ortaya çıkacağını düşünüyorum. Kolektif Ahır projesine gelelim. Önce ismiyle başlamak istiyorum. Bir ahırın kolektif olması ne anlama gelir?

Bizim Adalar’da gördüğümüz şey, faytonların kaldırılma meselesi etrafında şekillenen farklı görüşlerin ve çatışmaların olduğuydu. Adalar’da gerçekten atlarıyla beraber yaşayan, onları bir aile ferdi olarak gören ve böyle bir geleneği devam ettiren bir sürü insan, aileler var. Bu ailelerin orman arazisi içinde atların da iyi bir ortamda barınabildiği ahırlara ihtiyacı olduğunu gördük. Aynı zamanda bu konuda hayvan haklarını savunarak atların adada kalmasını isteyen bir Adalı halk da var. Herkesin bir arada kullanabileceği, atlarla vakit geçirmek isteyebileceği, daha kolektif dediğimiz, insanları bir araya getiren bir yapı fikri sunmak istedik.

Kolektif Ahır Tasarım Kitapçığından bir görsel

Tam da az önce bahsettiğin bir çatışma durumuna, insanları bir araya getiren bir projeyle bir çözüm üretmek istediniz o halde.

Evet. Halihazırda var olan İBB ahırlarının modernize edilmesi gerekiyor. Atların dip dibe barındığı, hava akımının çok iyi olmadığı, metal gibi ısıyı çok ileten ve yalıtma sağlamayan malzemelerin kullanıldığı yapılardan söz ediyoruz. Bir yandan da mesela Burgazada’da belediyenin yıktığı (sanırım hukuki sorunlar vardı) ahşaptan yapılan daha eski derme çatma yapılar da var. Bu iki uç örneğin de biraz problemli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü sağlıklı, dayanıklı ve çevresine zarar vermeyen yapıları hayata geçirebilmek için standartlar çok önemli. Hava akımı nasıl olacak? Bir at başına kaç metrekare düşmeli? Arazinin erişimi nasıl olmalı? Ormanların içine yapılacaksa hiçbir ağaç kesmeden nasıl yapılabilir? Yangın çıkmaması için neler yapılabilir? Mutfak gibi bir alan yapılırsa ne önlemler alınmalı? Tuvalet yapılırsa atıklar nereye gitmeli? Bunları da düşünmek önemli.

Kolektif Ahır Tasarım Kitapçığından bir görsel

Bu sorulardan yola çıkarak aslında bu proje ile bazı teknik detayları da çözmek istedik. Biz de tasarım kriterlerini şöyle belirledik: dörde dört, en az on altı metrekare bölmelerden oluşan modüler bir ahır sistemi tasarladık. Tabii burada at sayısı da önemli. Şu anda çok fazla at kalmadı Adalar’da. Mesela Burgaz’da en son duyduğumda beş altı at kalmıştı. Biz Kolektif Ahır’ı ileride belki atların çocuğu olursa ya da daha çok alan gerekirse diye 8-10 at için tasarladık. Sayılar ve arazi büyüklüğü çok önemli. Örneğin İBB’nin İSPARK yapılarında yaklaşık 800 – 1000 arasında at var. Zaten Büyükada’da ayrılan arazideki yüzölçümünde bu kadar atın sağlıklı bir şekilde barınması zaten mümkün değil. En iyi tasarımı yapsanız da orada bir problem ortaya çıkar. Ya da atları daha iyi koşullarda barınabilmeleri için çok fazla dağıtmanız gerekir. O yüzden geçmişteki sayılar zaten sürdürülebilir bir durum değildi. Özellikle Büyükada’da denetimin de çok olmaması ve atların belki kaçak, belki göz yumularak Ada’ya zamanla getirilmesiyle sürdürülemeyecek bir ortam oluşmuştu.

Ahırın kolektif olması da, halka açık bir yer olması ya da Adalılar’dan oluşan bir kooperatife mekân olabilmesi anlamlarına gelebilir. Bir yandan da birkaç ailenin birleşip yaptırması yerine, Adalılar’ın bir araya gelerek sağlayacağı bütçeyle de yapılabilir bu proje. Böylece hem yapısal hem de kurumsal olarak kolektif bir yapısı olur diye düşündük.

Kolektif Ahır Tasarım Kitapçığından bir görsel

Fikir ne zaman ortaya çıktı, nasıl gelişti? Neden Burgazada için hazırlandı?

Mimar Daniel Marshall’la birlikte, herhangi bir kurumdan bağımsız, karşılıksız, hayır amaçlı bir şekilde çalıştık. Ben şahsen Adalı olmasam da ailemle ve Dünya Mirası Adalar Girişimi’nin bir parçası olarak Adalarda çok vakit geçirdim ve farklı projelere katkıda bulunma fırsatım oldu. Bizi bu tasarımda ilgilendiren başka bir konu ise günümüzde geldiğimiz noktada diğer varlıklarla ilişkimizin çok yıpratıcı ve yıkıcı bir noktaya gelmiş olması. Cisimsel bir bağlantı kuruyoruz. Ama aslında mimaride ve planlamada diğer canlı türleriyle beraber, doğayla beraber tasarım yapmaya dair Kolektif Ahır’a benzeyen farklı projeler görebiliyoruz. Adalar’da faytonların kaldırılmasıyla ölen pek çok atı görerek tüm Adalılar ve hayvanseverler gibi biz de çok üzüldük. Proje de “tasarım ve mimariyi kullanarak olumlu bir alternatif yaratabilir miyiz” sorusundan ortaya çıktı.

Bu tip projeler hayata geçirilene kadar evrilme süreci içinde. Bu yüzden hazırladığımız tasarım dosyasını bir taslak gibi düşünebiliriz. İnşaat sürecinde bazen mimari tasarım değişebiliyor. İnşaatı yapacak ustalarla beraber çalışırken malzemelere dair ufak değişiklikler olabiliyor. Bir de arazi konusu önemli. Biz Burgazada’da ahırların eskiden bulunduğu yere çok yakın bir yer seçtik. Ama uygun bir arazi farklı bir yer olmak zorunda da olabilir. Bu durumda seçilen araziye göre de değişebilir tasarım. Aynı zamanda at sayısı da tasarımı değiştirebilir. O yüzden şu anki doküman daha çok bir taslak.

Burgazada fikri çok organik bir şekilde gelişti. Dünya Mirası Adalar Girişimi’nden Derya Tolgay, oradaki ailelerle bir iletişim sürecindeydi. Bahsettiğim gibi bu ailelerin ahırlarının yıkılmasıyla durumu iyileştirmek için öneride bulunmak istedik. Farklı Adalar’da konuma ve ihtiyaca göre değişebilecek bir tasarım yaptık.

Kolektif Ahır Tasarım Kitapçığından bir görsel

Senin yaşadığın yerde, New York’ta, diyelim ki iki bağımsız mimar bir araya geldi ve bir proje üretti. Bunun gerçekleşebilmesi mümkün müdür? Nasıl yollar izlenir? Böyle bir tecrüben olmuş muydu?

Çok güzel bir soru. Küçük ölçekli 1-2 mimarın yaptığı pek çok butik projeyi görmek mümkün ama benim çalıştığım büyük ölçekli kamusal projeler daha büyük ekipleri beraberinde getiriyor. Şahsen pek çok kamu projesinde çalışma fırsatı buldum ve buradaki süreçlerden bahsedebilirim. Bazen kültürel konulara, sanatçılarla yapılan projelere ya da açık alanlara, parklara yatırım yapmak isteyen büyük STK’lar olabiliyor. Bu tarz projeler daha çok STK’lar ve vatandaşların inisiyatifiyle hayata geçebiliyor. Mesela bunlara verilebilecek en önemli örneklerden biri Kent Bahçeleri. Bazı Kent Bahçelerinde de kentsel tarım ve aquaponic sistemleri yapan bağımsız inisiyatifler var. Bu projelerde doğrudan rol almasam da destek olduğum STK’lar oldu. Örneğin Newtown Creek nehri Kadıköy’deki Kurbağalı Dere’ye benzeyen ama ondan çok daha kötü durumda olan, endüstriyel atıkların biriktiği, atık suyun da arıtıldığı bir kanal. Aynı zamanda eskiden petrol rafinerisi olarak da kullanılmış, 200-300 senelik geçmişi olan çok endüstriyel ve kirli bir alan. Amerika’nın Superfund adı verilen kent içindeki bu en kirli bölgenin temizlenmesi konusunda senelerdir çalışan bir STK (Newtown Creek Alliance) var. Ben onlara da destek oluyorum. Hem vatandaş bilimi konusunda projeleri var, hem de devletle beraber çalışıyorlar. Bu STK tamamen orada yaşayan vatandaşlardan oluşuyor. Bu kirli bölgenin temizlenmesi ve yeniden doğaya kazandırılması için bir vizyon planı çıkardılar.

Bu STK’nın kuruluş hikâyesi de ilginç: 1970’lerde ExxonMobil’in rafinerisinden 20-30 sene boyunca fark edilmeden bu kanala petrol akmış. Atıklar suya karışmış. Bu fark edildiğinde bölgede hukuksal sürece gidiliyor ve o süreçte ExxonMobil bir fon yaratmak zorunda bırakılıyor. Bu STK da bu sayede kuruluyor. Bölgenin hem restorasyonu hem de doğal hayatın geri getirilmesi ve temizlenmesi konusunda çok aktif çalışıyorlar. Ve burada böyle inisiyatifler olduğu zaman, devlet kurumları da onları desteklemeye başlıyor. Tabii süreçler çok uzun. Mesela orada on senedir mücadele verdiklerini biliyorum ama Çevre Koruma Ajansı bölgeyi yeni temizlemeye başladı.

Benim tecrübelerimden yola çıkarak büyük ölçekteki peyzaj ve mimari projelerde gördüğüm hep bu yönde: sivil toplum aktif çalışıyor, belli bir süre sonra da kamu tarafından destekleniyor. Bu çok güzel. Umarım Türkiye’de de örneklerini görürüz. Benim tecrübem kamusal projelerin genelde çıkış noktasının vatandaşlar ve sivil toplum olması. Ama projelerin başarısı için belli bir süre sonunda kamunu da buna destek verdiğini görüyoruz. Umarım Türkiye’de de örneklerini görürüz.

O zaman Burgaz’da ya da diğer adalarda örneğin Kolektif Ahır projesinin gerçekleşebilmesi için bir topluluk tarafından desteklenmesi gerekiyor. Yani top yerel halkta diyebilir miyiz?

Evet biraz öyle. Yerel halkın gerçekten de bunun savunuculuğunu yapması gerek. Çünkü benim gördüğüm şu: Halk, kamu kurumlarından beklentisini çok spesifik tutmalı ve bunun takibini yapmalı. Aksi halde bu kurumların da milyonlarca yapması gereken şey var. Bu noktada sivil toplumun rolü çok önemi oluyor. Kolektif Ahır konusunda da özellikle arazi konusunda destek almak çok önemli olacak.

Kolektif Ahır’dan yerel halk ekonomik bir gelir elde edebilir mi?

Aslında Kolektif Ahır’ı daha çok kendi kendini döndürebilecek bir sistem olarak düşündük. Gelir beklentisi, böyle küçük ölçekli bir projede doğru olmayabilir. Örneğin binicilik söz konusu olursa evet, ekonomik getiriden bahsedilebilir ama bu çok ayrı bir tecrübe gerektirir ve yönetimi meselesiyle de apayrı bir projeye dönüşür. Bizim Kolektif Ahır’daki esas amacımız atlar için iyi bir barınak ve habitat alanının sağlanması. Halkın, Adalıların da atlarla vakit geçirebileceği bir yer olması. Açıkçası ticari amaç güdülmediği için bir gelir modeli de düşünülmedi. Tabii atların bakımı için bir bütçe gerekli, bedavaya yapılamayacağı için bu önemli bir soru. Buna tam cevap verememekle birlikte Kolektif Ahır projesi için kâr amacı gütmediğini söyleyebilirim.

O halde bu soruya cevap verebilecek bir Adalı katıkıda bulanabilir mi? Projenin bu tarz önerilere açık olduğunu söyleyebilir miyiz?

Çok çok iyi olur. Hatta dediğim gibi taslak sürecinde ve gelişmekte olduğu için proje her çeşit yoruma açık.

Büyükada Fayton Meydanı Kentsel Tasarım Yarışması Görseli – Kaynak adalar.bel.tr

Son olarak Fayton Meydanı yarışmasına ilişkin düşüncelerini almak isterim. Öncelikle bir kamusal alan olarak meydanların yarışmalarla tasarıma açılmasını nasıl değerlendiriyorsun? İyi bir katılım aracı ya da planlama yöntemi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, bence yarışma konsept olarak çok güzel. Çünkü yarışmalarda farklı fikirlerin görselleştirilmesini görüyoruz. Direkt kamunun kimseye açıklamadan ve öngörüş almadan inşaata geçirdiği projeler katılım adına çok olumsuz örnekler. Büyükada’daki ekoturizm yolu projesi de bu olumsuz örneklerden biri.

Yarışmaların iyi yönü çok farklı grupların bir araya gelerek fikir üretmesi. Böylece hem programlama açısından hem de yapısal olarak mekânın çok farklı perspektiflerden değerlendirilmesi sağlanıyor. Fakat yarışmalarda da katılan projelerin değerlendirilmesine ilişkin sorunlar olabiliyor: Örneğin projeler, daha çok alanı güzelleştirmeye yönelik kozmetik kriterlerle değerlendiriliyor. Oysa yarışmaların amacı gerçekten de alandaki halkın ihtiyaçlarına yönelik, açık tasarımları teşvik etmek olmalı. Sonuçta seçilen projeler “bir iki ağaç dikerek, zemini güzel bir taşla kaplamak”tan ibaret olmamalı. Adalarda zaten yer çok yok ve kamusal alanlar da pek mevcut değil. O yüzden Fayton Meydanı yarışmasında umarım ki yarışmacılar alanı araştırıp yerel halkla görüşür, alana ziyaretler gerçekleştirerek tarihini öğrenir ve bu doğrultuda bir başvuruda bulunur. Örneğin bu meydanda atların olduğu önemli bir tarih var. Alan tasarlanırken bu tarih göz ardı edilmemeli. Dediğim gibi yarışmalar esnek ve şeffaf bir format olması bakımından önemli. Fakat katılan projelerin seçiminde güzelleştirme ve malzeme kriterlerine değil, araştırma tabanlı daha derine inen, alanın tarihini ve geleceğini sentezleyerek sunulan yaklaşımların ödüllendirilmesi iyi olur diye düşünüyorum.

Anma konusunu ben de çok önemli buluyorum. Hem de atları kaybedişimizin tam da birinci yıl dönümünde böyle bir çalışmaya başlanıyorken… Tabii henüz yarışmayı kimin yöneteceği bilmiyoruz. İstanbul Planlama Ajansı ilk bilgilendirme toplantısında yarışma sürecini kimlerin/nasıl bir yapılanmanın yönetecğini halktan gelen görüşler doğrultusunda kararlaştıracaklarını ifade etti. Bu projeyi sen yönetiyor olsaydın nereden başlardın?

Tecrübelerimden yola çıkarak her projeye katılımla başlanması gerektiğini çok önemli buluyorum. Burada halkın da orada senelerdir çalışan plancıların ve kamu kurumlarının da tecrübesi çok önemli. Aynı zamanda farklı disiplinlerin katılması da çok iyi olur. Sırf mimar, şehir plancıları değil, biyologların ya da ekonomistlerin, sosyologların, antropologların, iş insanlarının, oradaki küçük esnafın katılımı da önemli olur. Geçirgen bir alan olarak bu çeşitlilikte katılım bence çok önemli. En değerli noktalardan biri de atlar. Atları kaybedişimizin birinci yıl dönümünü de geçirdik. Meydanda atların tarihi kaybedilmemeli. Mimaride anma üzerinden yapılan bir sürü örnek alınabilecek tasarımlar var. Fayton Meydanı’nda da atların tarihinin üzerini kapamamak ve orada olanlarla yüzleşmek, bunu da tasarım açısından hayata geçirmek çok anlamlı olur. Atların oraya getirilmesi belki mümkün değil ama tarihleri ve geçmişi silmemeli. Umarım bunu göz önünde bulunduran projeler katılır.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

WOW - Dünya Kadınlar Festivali İstanbul'un üçüncü edisyonuna davetlisiniz!

Söyleşi

2018’den bu yana genç sanatçıların üretim süreçlerini desteklemek amacıyla ALİKEV tarafından oluşturulan Genç Sanatçı Fonu dönem sonu sergisini “Tanıklık” temasıyla hayata geçirdi.

Eleştiri

Fulya Baran, Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım yazı dizisi kapsamında pandemi sürecinde yaşanan tartışmaları değerlendirdi.

Eleştiri

”Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım’’ başlıklı yazı dizisinin bu ilk bölümünde kent ve kültür mirası yönetimini salgın döneminde tartışmanın önemine değiniyoruz

© 2020

Exit mobile version