Jak İhmalyan adı sanat tarihi kitaplarımızda geçmez. Çağdaş sanat tarihimiz onu “öteki” olarak dışarda tutsa da, o sanat çevrelerinde efsaneleşmiş bir karakter olarak kırık dökük hikâyeleriyle anılır…[1] 1947’de Türkiye’den ayrıldıktan sonra aklı hep burada olan Jak İhmalyan’ın gençlik yıllarından tanıştığı Ara Güler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet ve Türkkaya Ataöv gibi varlığından haberdar olan ve Moskova’ya gidip gelerek onuna görüşmeye devam eden çok az kişi vardır.
Karton üzeri yağlıboya, 99 × 75 cm
Kayseri ve Konya kökenli Ermeni bir ailenin çocuğu olarak 1922’de Bağlarbaşı, Üsküdar’da doğup büyüyen Agop Jak İhmalyan, Üsküdar Nersesyan Yemonyan Okulu’ndan sonra Üsküdar Ortaokulu’nu bitirir. Saint Joseph Fransız Lisesi’ne devam ederken babasının işlerinin bozulması üzerine Haydarpaşa Lisesi’ne geçen İhmalyan’ın burada yaşlı ve solcu bir öğretmeni olur. Bu öğretmenin etkisiyle, güçlünün zayıfa hükmetmesine ve kötünün masumu sömürmesine tepkisiz kalamaz ve ilerleyen yaşlarında kendini bildi bileli, değil bir toplumda, bir ailede bile haksızlığa dayanamadığını dile getirir. Çocukluk yıllarını ve resim sanatıyla ilk temasını da şu sözlerle aktarır:
Oldum olası, bilinçli ya da bilinçsiz, her yaşımda resim yapmışımdır. Her çocuk ana-babasının kucağında sevilirken kendine gösterilen sevgiden dolayı ya nazlanır ya da azıcık olsun yüz alır, şeker-meker bir şeyler ister. Bense “Kalemin var mı?” dermişim. Hemen babamın sigara paketinin arkasına karalarmışım. İlk resim sevgisini, bol zamanlarında çocuksu resimler yapan babamdan aldım, resmin ne olduğunu 14–15 yaşlarında Abidin Dino’dan öğrendim. İlk akademik öğretimi de bol bilgi verdiği halde öğrencilerini duygularında ve uygulamalarında hiç sıkmayan değerli hocam Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan aldım.[2]
“Akademili” Jak İhmalyan
Kurulduğu 1882 yılından 1950’lere kadar ülkemizin tek sanat okulu olan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde[3] büyük yeniliklerin olduğu bir dönemdir 1940’lar. 1935 yılında Namık İsmail’in vefatıyla Akademi müdürlüğüne getirilen Burhan Toprak, reform çalışmalarına girişmiştir. Paris École des Beaux-Arts temelli atölye sistemine dayalı eğitimin sürdüğü okula Fransız ressam Léopold Lévy’nin (1882–1966) 1 Şubat 1937’de Resim Bölümü Başkanı olarak görevlendirilmesiyle, “1914 Kuşağı ressamları”ndan olan hocaların ışık ve renge dayalı resim anlayışı değişikliğe uğramış, eğitimde kompozisyonun yapısını önemseyen kübist-konstrüktivist tarzdaki modernist estetik anlayışı hâkim olmaya başlamıştır.
Léopold Lévy, resim bölüm başkanı olarak idari görevinin yanı sıra litografi ve resim atölyesini yürütür; bunları gerçekleştirirken kendisine tercümanlık yapan ressamlar asistan olarak tayin edilirler. Léopold Lévy’nin ilk yardımcıları Zeki Kocamemi, Cemal Tollu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur. Daha sonra Sabri Berkel, Zeki Faik İzer ve Nurullah Berk muhtelif öğretmenliklere atanırlar. İlerleyen yıllarda asistanların da birer atölyesi olur, ancak bütün atölyelerin idaresi Léopold Lévy’ye bağlı kalır.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Fındıklı’daki ana binasında 1 Nisan 1948 akşamı çıkan yangında, 12 bin kitap ihtiva ettiği söylenen kütüphane, arşiv ve atölyeler ile çok sayıda hoca ve öğrenciye ait yüzlerce eser yok olmuştur. Bu büyük yangından hasarlı olarak kurtulan “Akademi Kayıt Deferi” incelendiğinde, her yıl kaydı yapılan öğrencilerin çok azının eğitimlerini tamamladığı görülmektedir. Jak İhmalyan’ın da adına rastladığımız, 1943 yılında “yüksek resim” şubesine kayıt yaptıran öğrencilere bakarsak Leyla Gamsız, Niko Antanapulo, Fehmi Tüzin, Anahit Zarikyan, Gülbün Kurtaran, Sona Güllabyan, İbrahim İlham Filmer, Selma Gürel, Konstantinos Vuduris, Yorgi Birpapazoğlu, Konstantinos Trafanidis, Ümit Ezer, Mukaddes Tolun, Henriette Novak, Semiyon Semerlioğlu, Hayım Menase ve Hulusi Sarptürk’ün isimlerini görürüz. Nitekim deferdeki notlarda adları yer alan öğrencilerden sadece ilk ve son sıradaki Leyla Gamsız ve Hulusi Saptürk’ün mezun olduğu anlaşılmaktadır.[4]
7 Ekim 1943 tarihinde Yüksek Resim Şubesi’ne 3521 numarayla kayıt yaptıran Agop Jak İhmalyan’ın da, çoğu arkadaşı gibi, “Devam müddetini doldurmadığı için imtihana girmediğinden” kaydı silinmiştir.[5]
O yıllarda Léopold Lévy’nin asistanlarından atölye hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu’yla kafası ve resim anlayışı uyuşan Jak’ın özellikle Goya tutkusu başını döndürmektedir.[6] Kendine özgü çizgisi ve girişimciliğiyle o günlerin popüler ressamlardan Abidin Dino’nun kişiliğini ve işlerini çok daha önceden beri tanımakta ve beğenmektedir. Nitekim Abidin Dino’nun da içinde olduğu genç ressamlar tarafından organize edilen Liman Sergisi’ne Jak İhmalyan da bir eseriyle dahil edilir.
Liman Sergisi ve İhmalyan’ın resmi
Türk sanat ortamına etkisi yararları ve zararlarıyla hâlâ tartışılan Léopold Lévy, 1937’den 1949’a kadar on üç yıl kaldığı İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde taklitten uzak bir eğitim anlayışını teşvik eder: “Türk öğrencilerime daima bütün hayatım boyunca kendime söylediğim şeyi söyledim: Müstakil ve şahsi kalınız! Onlara hiçbir sanat fikrini zorla benimsetmedim. Kendi şahsiyetlerini bulmalarına, kendi kendilerini yetiştirmelerine yardımcı olmaya çalıştım. Bugün de eski öğrencilerimin çoğunun müstakil ve şahsi kaldıklarını görmekle çok bahtiyarım…”[7]
Lévy, tıpkı Fransa’da olduğu gibi, İstanbul’da da genellikle açık havada manzara çalışır, şehrinin kalabalık olmayan ve yangın yerleri olarak bilinen Edirnekapı, sur çevresi ve Eyüp’ten manzaralar yapar. Konu seçimi ve doğadan çalışma tekniğiyle öğrencilerini de etkilerken öğrencileri de zamanla Haliç ve çevresini konu alan resimler üretir.
Léopold Lévy’nin Türk resmine en önemli katkılarından biri öğrencilerinin Yeniler Grubu’nu kurmaları ve düzenledikleri Liman Sergisi olmuştur. Lévy, bu serginin adının “İstanbul Ekolü” olmasını ister, ancak katılan ressamlar, ortak temanın liman ve balıkçılar olmasından dolayı, Liman Sergisi olarak adlandırılmasını yeğlemiştir.[8]
Aralarında Agop Arad, Avni Arbaş, Mümtaz Yener, Fethi Karakaş, Nuri İyem, Kemal Sönmezler, Nejad Devrim, Selim Turan, Turgut Atalay, Haşmet Akal, Ferruh Başağa ve Abidin Dino gibi ressamların bulunduğu “Yeniler” grubunun liman temalı ilk sergisini başka sergiler izler. Bu dönem sanatçılarının savaş nedeniyle devlet bursuyla yurtdışına çıkamadıkları, herhangi bir akım etkisi altında olmaksızın Türk resminin özgün örneklerini verdikleri görülmektedir.
Ressam Selim Turan, çoğu Léopold Lévy atölyesi öğrencilerinden oluşan bir grup sanatçının, 10 Mayıs 1941’de Basın Birliği[9] salonlarında gerçekleştirdiği Liman Sergisi’nin oluşmasına Nuri İyem ve Kemal Sönmezler’in öncülük ettiğini belirtir. Abidin Dino’nun Tünel, Beyoğlu’ndaki atölyesinde sık sık toplanan ressamların amacı, öncelikle bir mahalle seçmek, burada halkın arasına girip resimler yapmak ve resim yaparken onları izleyen insanların da sergilerine gelmelerini sağlayarak halkın resme ve resim sergilerine olan ilgisini arttırmaktır. Liman Sergisi’nin içeriğini oluşturan resimlerin çoğu İstanbul’un liman görünümleri, Haliç ve çevresi, buradaki günlük yaşam, onun parçası olan balıkçı ve işçileri içermektedir. Amaçladıkları gibi serginin açılışını bir balıkçı olan Ferman Reis yapar.[10]
İlk katıldığım sergi, yukarıda adını saydığım ilerici ressamlarla birlikte açtığımız Liman Sergisi oldu. İstanbul’daki önemli sergilerin açılış törenini bir gelenek olarak önemli kişiler açar. Vali, belediye başkanı, büyük yazarlar gibi… Biz ise ilk kez geleneği bozmuş balıkçılar birliğinden basit bir balıkçı çağırmıştık.[11] İş elbisesi, çizmeleri ve muşambasıyla geldi ve kurdelayı kesti. Bu sergi İstanbul’un gerek sanat hayatına, gerek politik hayatına unutulmamak üzere giren bir olay oldu. O kadar büyük rağbet gördü ki gerek sergiye katılan ressamların çoğunun solculuğu, gerek sergideki resimlerin konularının iktidarın hoşuna gitmemesi yüzünden üç dört gün sonra polisçe kapatıldı. 1946 komünist tevkifatında Liman Sergisi ve sergiye katılanların adı çok geçmiştir…[12]
İlk gençlik yıllarından itibaren sol fikirlere yakınlık duyan Jak İhmalyan, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin parlak bir öğrencisi olduğu süreçte “devrimci” bir kimlik kazanır; çok geçmeden solculuk sebebiyle polis takibine takılır ve bir süre sonra da tutuklanır:
1944’te İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi diploma kursu öğrencisiyken dershaneden alıp götürdüler, beni tutukladılar. Komünistler arasında en küçük olduğumdan adımı “çocuk” koymuşlardı.[13]
Hapishanede tanıştığı ilk isimlerden biri Aziz Nesin’dir.[14] Jak İhmalyan’ın siyasi nedenlerle polisle başının ilk belaya girişi ise 1944’te olur, ama bu kadarla kalmayacaktır; çoğunluğu öğrenci yaklaşık on kişilik Marksist ve Ermeni entelektüel bir grup genç, başlangıçta siyasal bir partiyle ilişkileri yokken giderek Türkiye Komünist Partisi’ne yakınlaşırlar. Partinin yöneticilerinden Reşat Fuat Baraner’in başsanık olduğu, Ankara’daki askeri mahkemede görülen davada Jak İhmalyan 6 ay ceza aldıysa da, savcının karara itiraz etmesi nedeniyle bir yıla yakın cezaevinde kalır. Cezaevinden çıktıktan sonra da bütün çabalarına rağmen Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmesine izin verilmediğinden, çocuk dergisi Bardez [Bahçe] ve Nor Or [Yeni Gün] gazetesinde illüstratör olarak çalışır.
Jak, savaş sonrası çok partili dönemde, 1946’da kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi üyesi dört ressamdan biri olur. Partinin kuruluşundan kısa süre sonra yapılan seçimleri boykot eden duvar afişlerini yapanlar arasında Jak da vardır. Kuruluşlarının ardından hızla büyüyen ve sendikal hareket yaratan Doktor Şefik Hüsnü Deymer’in başkanı olduğu Türkiye Sosyalist Emekçi KöyIü Partisi ve Esat Adil Müstecaplı’nın başkanı olduğu Sosyalist Parti, 16 Aralık 1946’da sıkıyönetim kararıyla kapatıldığında, partilere bağlı sendikaların ve yayın organlarının mensupları hakkında yakalama kararı çıkarılır. Siyasi Şube’nin bulunduğu Sansaryan (Sanasaryan) Han’ında, zeminden aşağıya merdivenle inilen bölmedeki hücrelere kapatılanlar arasında Jak ihmalyan, Barkev, Mimar Nubar Acemyan, Ferit Kalmuk ve Nuri İyem de vardır. Birbirlerini göremediklerinden ancak seslerinden o bölümün hücrelerinde kimlerin bulunduğunu anlayabilmişlerdir. Sansaryan Han’dan Harbiye Askeri Hapishanesi’ne nakledilen Jak ve arkadaşları Askeri Mahkeme’de yargılanırlar; sıkıyönetim kaldırılıp dava sivil mahkemeye nakledilince de serbest bırakılırlar.
Üç sene boyunca İstanbul ve Ankara hapishanelerinde tutuklu kalan genç ressam İhmalyan, 1947 yılında hapisten çıktığında her anlamda perişan bir hâldedir. İşçi sınıfı davasını benimsemiş olan sanatçı ve yazarların can güvenliklerinin tehdit altında olduğu bu dönemde, serbest bırakılmış olsa da kaygılardan kurtulamayan Jak İhmalyan yurtdışına çıkmak zorunda kalır. Hiçbir zaman isimlerini vermediği az sayıdaki dostunun yardımıyla, sınırdan kaçak olarak Suriye’ye geçer. Altı yıla yakın Beyrut’ta yaşar, oradaki Ermeni okullarında resim öğretmenliği yapar. Kısa sürelerle Çin, Fransa ve Polonya’da bulunur; ardından Moskova’ya yerleşir ve yaşamının kalan yıllarını burada sürdürür.
Gurbette bir ressam
Sonraki süreçteki resimlerinden, şiirlerinden ve konuşmalarından kesin olarak biliyoruz ki, Jak İhmalyan dünyanın her neresine gittiyse Anadolu’yu da oraya götürmüştür. Bugün resimlerine baktığımızda, bunlar Moskova’da yaşarken yaptığı resimlerdir, ama çoğunluğu İstanbul’un, Anadolu’nun resimleridir. Jak resimlerinde, şiir ve konuşmalarında burcu burcu Türkiye özlemini dillendirmiştir. Türkkaya Ataöv Hoca’nın tanıklığıyla öğreniyoruz: Ömrünün sonuna kadar iki hocası Abidin Dino ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’na bağlılığını korumuştur; “Dino’nun desenlerine hayrandı, Bedri Rahmi için de ‘bana bir renkli tablosunu versin, tüm yaptıklarımı ona devretmeye hazırım’ demiştir…”[15]
Kendisine ödül gibi verilen ve 55 yıllık kısacık yaşamının son 10 yılını yoğun bir üretim temposuyla geçirdiği Moskova’daki atölyesinin duvarlarını, gençlik yıllarından arkadaşı, ünlü fotoğrafçı Ara Güler’in hediye ettiği büyük boy fotoğraflarla süslemiştir. Bir balıkçı kayığının üzerinde süzülen martılar; daracık bir köy sokağında, yanında bir oğlan çocuğu; sararmış otların üzerinde güreşen köylüler; yol kenarında soluklanırken bir şeyler atıştıran köylüler; yüzlerinde derin çizgilerin belirginleştiği yaşlı kadınlar; yanlarında güleç yüzlü çocuklarıyla adaleli, bir grup yanık adam; etrafında çocuklarıyla elinde bir somun ekmek tutan anne; kızgın Anadolu güneşinin kavurduğu bir mezar taşının yanı başında derin düşüncelere dalmış yaşlı bir adam… Resmettiği başlıca temaların ve tablolarındaki kahramanların neler ve kimler olduğunu açıklama gereği duymamak için bu fotoğrafları özellikle duvara astığını söyleyen Jak İhmalyan şunları söyler:
İşte benim kahramanlarım, işte benim resmim. Bu fotoğraflar, insan yaşamının sabahını, gündüz ve gecesini sembolize ediyor. [16]
Türkiye dışında yaşadığı otuz yıla yakın bir süre evrensel konular yanında Anadolu insanını çizmeyi ihmal etmeyen Jak İhmalyan, dünyanın dört bir yanında ülkenin yoksul insanlarını betimleyen sergiler açar:
O kadar ki ölümünden çok kısa bir süre önce bile, yaptığı tabloları görenler onun gene kısa bir süre önce Türkiye’ye gelip gitmiş sanırlardı. Türkiye, hep onun kafasındaydı… Jak’ın adı ve konuları Türkiye boyutunu çoktan açmıştır. Ancak Türkiye resim sanatının içinde bir yeri olmalıdır. Doğduğu toprağın insanlarına daha yirmisine varmadan resim ve siyasal eylem yoluyla eğilmiş olması ve anayurduna bağlılığı yapıp bıraktığı tabloların hemen hemen yarısında barbar bağırışı bizi ona hakkını teslim etmek zorunda bırakır. İnançlarının en belirgin yanı işçi sınıfının davasına sarsılmaz biçimde bağlılığıydı. Onu tanıyanlar Jak’ın bu çizgideki dürüstlüğünü iyi bilirler. Yaşamının tüm ayrıntıları Jak’ın hiçbir şeyi kendi çıkarı için yapmadığının kanıtıdır. Zamanla aydınlarımız ve bu ülke insanları, toprağımızın çileli ve yetenekli sanatçılarından biri olan Jak İhmalyan’ı kucaklamasını bilecektir.[17]
Ölümünden 50 yıla yakın bir zaman sonra, Türkiye sanat çevrelerine görkemli bir sergiyle kazandırılan Jak İhmalyan’ın mirasını ve sanatının gücünü ortaya koyan eserler, sanat tarihimizde ona hak ettiği yeri kazandıracaktır, kuşkusuz…
[1] Jak İhmalyan’ı Türkiye’deki sanat çevresine hatırlatan Prof. Dr. Türkkaya Ataöv olur. 1970’lerde Moskova Üniversitesi’nde görevli olarak kaldığı iki yıllık zaman diliminde yakınlık kurduğu Jak İhmalyan’ı tanımaya ve tanıtmaya çalışır.
[2] Jak İhmalyan, “Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm”, Sürgünde Bir Ressam Jak İhmalyan içinde, yay. haz. Mayda Saris (İstanbul: Birzamanlar Yayıncılık, 2013), s. 46.
[3] 1882’de Osman Hamdi Bey tarafından Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi adıyla kurulan okul, 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1982’de Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi adını almıştır.
[4] Leyla Gamsız ve Hulusi Sarptürk 1949’da evlenir, 1952’de devlet bursuyla birlikte Paris’e giderler.
[5] İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Resim Şubesi, Akademi Kayıt Defteri, 23 Ekim 1944. [Bkz. Güzel Sanatlar Akademisi Akademi Kayıt Defteri (İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, 2003).]
[6] 1939 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Adnan Varınca, Léopold Lévy yönetiminde atölye hocası olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu şu cümlelerle hatırlamaktadır: “Bedri Rahmi atölyesinde de güzel model tanzim edilirdi. Oraya gittim. Fakat herkes ezbere çalışıyordu. Hâlbuki diğer atölyelerde modele oturulur, çalışılırdı. Bedri Rahmi’nin görgüsü, artistiği çok iyidir. Üstelik resminize dokunmaz, tashih eder, değiştirmezdi…” [Bkz. Erdoğan Tanaltay, Sanat Ustalarıyla Bir Gün (İstanbul: Sanat Çevresi Kültür ve Sanat Yayınları, 1989), s. 63.] Bedri Rahmi ise ileriki yıllarda yazdığı hatıralarında, Lévy için şunları söyler: “Léopold Lévy’nin bir kolu bendim, bir kolu Cemal Tollu. On üç sene beraber çalıştık. Lévy yüzde yüz namuslu bir insan ve iyi bir ressamdı. Bizim kuşakta büyük etkisi olmuştur. Bu etki öğretmen olarak çok işime yaradı. Öğrencilerim de bundan faydalandı.” [Bkz. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Resme Başlarken (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2020), s. 14.]
[7] Şeyda Üstünİpek, “1936-1950 Yılları Arasında Güzel Sanatlar Akademisi: Léopold Lévy Atölyesi” (Yayımlanmamış doktora tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 2009), s. 154.
[8] Aslan Mengüç, Turgut Atalay (İstanbul, Bilim Sanat Galerisi, 2001), s. 48.
[9] İstiklal Caddesi, No. 42’de (şimdiki No. 22), Beyoğlu Matbuat Müdürlüğü adıyla da bilinen binanın girişi günümüzde eczane, üst katları ise Büyükşehir Belediyesi tarafından ofis olarak kullanılmaktadır. Bkz. Aygen Demiriz, “Yeniler Grubu İstiklal Caddesi’nde: Hacıbiyar’ın Evinden Basınbirliği İstanbul Mıntıkasına”, Manifold, 6 Ağustos 2022, son erişim 12 Şubat 2025, https://manifold.press/yeniler-grubu-istiklal-caddesi-nde-hacibiyar-in-evinden-basin-birligi-istanbul-mintikasi-na.
[10] Oktay Akbal, Agop Arad ve arkadaşlarının Liman Sergisi’ne tanık olduğunu ve bu serginin yazılarına etkisini şöyle aktarmıştır: “Ben Agop’un resimleriyle 1942’de açılan Liman Sergisi’nde tanışmıştım. Nuri İyem, Fethi Karakaş, Haşmet Akal vb. ressamlarla da hepsiyle orada… Liman resimleri, liman insanları, yoksullukları… Mümtaz Yener’in bir fırın resmi vardı, sıra sıra bekleşen yoksul insanlar… ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ öyküsünün ilk tohumu sanırım bu Liman Sergisi’nde düştü içime, öylesine etkileyici bir sanat gösterisiydi.” [Bkz. Oktay Akbal, Milliyet Sanat, 6 Temmuz 1960, s. 80.]
[11] Sergiyi ziyaret edenler arasında Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Lütfü Kırdar ve parti idare heyeti reisi Reşad Mimaroğlu da vardır; bkz. “Maarif Vekili Basın Birliğini ziyaret etti”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 1941, s. 2.
[12] İhmalyan, “Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm”, s. 46
[13] A.g.e., s. 48.
[14] Aziz Nesin Jak’la ilgili hatıralarını şu sözlerle aktarır: “Jak’ı ben hep bir çocuk olarak gördüm çünkü onu tanıdığımda ben 32 yaşımdaydım, o da yirmisinde bir gençti. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisiydi. Harbiye Askeri Cezaevi’nde tanışmıştık.Yıl 1947… Mavi çubuk çizgili basmadan ya da pazenden bir pijama giyerdi, ayaklarında da hep takunya olurdu. Yazları çorap giymezdi takunyalı ayaklarına… Yanılmıyorsam, cezaevinde yedi sekiz ay birlikte olmuştuk. Bu sürede onu herkes benim gibi gülümseyen gözleriyle görmüştür. En zor, en acılı günlerde bile gözlerinden gülümseyen bir çocuk bakardı… Beni başka cezaevine göndermişlerdi. Aradan zaman geçti, başka bir cezaevinde yine buluşmuştuk. Sonra uzun yıllar göremedim Jak’ı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, Nâzım Hikmet’in yurtdışına çıkmak zorunda kalışı, Türkiye’de pek çok ilerici aydını etkilemiştir. İşçi sınıfı davasını benimsemiş olan yazarlar can güvenliği duymuyorlardı. İşte bu etkiyle olacak, Jak da canını yurtdışına attı. İyi mi yaptı, kötü mü? O dönemin koşullarını iyice bilmeden bir şey söylenemez… Ama benim gözümde Jak hep o takunyalı, mavi çubuklu pazen pijamalı 20 yaşında bir Akademi öğrencisi olarak kaldı; hep öylesine çocuk…” [Bkz. Aziz Nesin, Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim (11. baskı) (İstanbul: Nesin Yayınları, 2024), s. 179.]
[15] Türkkaya Ataöv, “Halkımızın Ressamı Jak İhmalyan”, Milliyet Sanat Dergisi, Eylül 1980, s. 67
[16] Grigori Anissimov, “Bilgenin Muhayilesi, Şairin Metaforları”, Sürgünde Bir Ressam Jak İhmalyan içinde, yay. haz. Mayda Saris (İstanbul: Birzamanlar Yayıncılık, 2013), s. 60.
[17] Ataöv, “Halkımızın Ressamı Jak İhmalyan”, s. 67.
Bu yazı ilk olarak Dirimart Yayınları’ndan çıkan Jak İhmalyan kitabında yayımlanmıştır. (Yayına hazırlayan: Levent Özmen, İstanbul: Dirimart Yayınları, 2025, ss. 21–30.)
