Söyleşi

Jill Bullitt ile “Bir Resmin Yaşayan Yanı”

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin konuğu olan Amerikalı sanatçı ve aktivist Jill Bullitt’le soyut resim kavramı ve aktivizm sanat ilişkisine dair bir söyleşi.

Amerikalı sanatçı ve aktivist Jill Bullitt geçtiğimiz günlerde “Bir Resmin Yaşayan Yanı” (The Living Thing About A Painting) başlıklı kişisel sergisiyle Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeydi. Serginin bir uzantısı olarak resim çalışmaları üzerine Kıraathane’de bir konuşma da yapan Bullitt, soyut resim çalışmalarıyla biliniyor.

Pulitzer Ödüllü şair Carolyn Kizer’ın kızı olarak her zaman siyaset, akademi, edebiyat ve sanatla iç içe olan Jill Bullitt, üretimlerinde farklı disiplinleri kullanan, entelektüel çevresi ve birlikte çalıştığı isimlerle özel diyaloglar geliştiren bir ressam olarak değerlendirilebilir. Bir aktivist olarak birçok protesto gösterisinde bulunan ve politik öfkesini resimlerine de taşıyan sanatçı, üretimleriyle hayatını geliştirdiği imgeler ve resimlerindeki renklerle ifade etmeyi tercih ediyor.

Jill Bullitt ile “soyut resim” kavramı, kariyerinin gelişim aşamaları, entelektüel çevresi, eğitimi ve son olarak Kıraathane’deki “Bir Resmin Yaşayan Yanı” sergisi üzerine konuştuk.

Amerikalı bir sanatçı, akademisyen ve aktivistsiniz. Bu anlamda farklı kimlikleri bir araya getirdiğiniz söylenebilir. Sanat, akademi ve politik konularla aynı anda ilgilenmek sizi nasıl etkiliyor? Aktivistliğiniz resminize nasıl yansıyor?

Bir süredir akademiden uzağım, ders vermiyorum ancak resme ara vermeden devam ediyorum. Her gün stüdyoma gidip deli gibi resim yapıyorum, ancak sonra dünyanın gidişatı hakkında berbat hissediyorum. Ben böyle hissederken arada bir Bird Extinction serisinde olduğu gibi görüntüler ortaya çıkıyor. Kimi zamansa Ukrayna hakkında bazı çizimler yapıyorum. Son zamanlarda ise Amerika’dan giderek uzaklaşmamla ilgili bazı resimler yaptım. Bu yüzden bu konuda bilinçli hareket ettiğimi ve siyasetin benim işlerimde açıkça ön plana çıktığını söyleyebilirim. Yaptığım sanat nedeniyle bazen çalışmalarım ana odak noktası olarak bu tür devinimlere ihtiyaç duyuyorum.

Amerika, son yıllarda ciddi tartışmaların olduğu; ırkçılık, ekonomi, sosyal iklim gibi meselelerin sıkça tartışıldığı bir ülke. Amerika’daki sosyal, siyasal ve toplumsal durumlar sizi ve sanatınızı nasıl etkiliyor? Size neler düşündürüyor?

Bu beni oldukça etkileyen bir durum. Benim için üretim yapmayı daha önemli kılıyor çünkü benim işim cihazla, insan ruhuyla ve hayatta olmanın sevinciyle ilgili. Umarım diğer insanlara umut veriyordur, çünkü pek çok arkadaşım yoğun bir şekilde çeşitli siyasi faaliyetler yürütüyor ve bu durum çok yorucu. Sanatçı arkadaşlarım ve ben, kendine bakabilen, yaptığı edimlerden keyif alabilen bir toplum hayali kuruyoruz. Hayatın bir başka parçası olarak bu umudumuzu ayakta tutmaya ve onu yaşatmaya çalışıyoruz. Bu tür bir sanata inandığım için resimlerimde de bu durumu ete kemiğe büründürmek istiyorum. Biz sanal gerçeklik dünyasına daha fazla daldıkça bu tür çalışmalar üretimlerimizde bir tür temel ihtiyaç haline geliyor. Bence yalnızca “olması gerekenin sadece bir parçası olan” resimler üretiyoruz. İnsan ancak bu tür işler yaparak gerçekten önemli bir hâle geldiğini hissedebiliyor çünkü bir tabloya bakmak için bile durmanız ve yalnız onunla meşgul olmanız gerekiyor. Bu da telefonunuza bakmaktan çok farklı bir şey. Dolayısıyla böyle bir dünyada tüm gelişmeleri yakından takip etmeniz gerekir.

Siz ailenin tek sanatçı kişiliği değilsiniz. Ailede birçok şair, sanatçı ve koleksiyoner de mevcut. Sanatla bu kadar iç içe bir aileden gelmek sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Annem 80’lerde Pulitzer Ödülü kazanan değerli bir şairdi. Ben de ilerleyen yıllarda onun öğrencilerinden biriyle evlendim, o da tam olarak böyle olduğumu düşündüğü için. 18 yıl boyunca iyi bir evliliğimiz oldu. Böylece şiir ve resim arasında harika bir çapraz eşleşme gerçekleşti. Annem aynı zamanda politik olarak da meşgul biriydi. The National Endowment for the Arts için çeşitli yazarlık programları geliştirildiğinde büyük siyahi şairlerden biri olan Lucille Cliffton’ı destekleyen majör bir figürdü. O yıllarda Cliffton’ı destekleyen öncü isim oydu. İnsanların bilmediği, gerçekten önemli olan şairleri bulup tanıtmayı severdi. Bunu da başardı. Bu tanıtım işinin Amerika’da nasıl başka bir şeye dönüştüğü üzerine sizinle zaten söyleşiden önce konuşmuştuk. Çağın en yetenekli sanatçısını bulma arzusunun işlevi, şu anda üzerinde durmayacağım ama kapitalizmle birlikte epey değişti. Bu yüzden siyasetle gerçekten meşgul olan bir anneye sahip olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta Vietnam Savaşı sırasında hapse dahi girmek istedi. Hapse girmek gibi bir derdi vardı ve tam da bu sırada ben bir gösteri sırasında tutuklandım. Bu, bir tür idealizm olarak da görülebileceği için ilginç bir deneyim oldu benim için.

Annem aynı zamanda feminist şiirler de yazdı. Tek başına erkek şair arkadaşlarıyla yemeğe giderdi ve onunla gurur duyardım. Diğer erkek şairler ve onların eşleriyle konuşurdu sürekli. O zamanlar annemin ne tür bir feminizm anlayışını benimsediğini de düşünür dururdum. Annem bu konuda bir şey söylemez veya onu anlama konusunda bana yardımcı olmazdı. Umarım soruna iyi bir cevap verebilmişimdir.

Kesinlikle. Anneniz Carolyn Kizer üzerine söylediğiniz tüm bu sözler çok önemli, çünkü kendisi alanında kendisini ispatlamış bir şair. Onun çağı ve sizin üzerinizdeki etkisini anlamak da bu açıdan dikkate değer. Ayrıca ailenin şiir ve resimle ilişkisini daha yakından anlamak (işin içerisine sizi de katarak) bu söyleşinin de kapsamına dâhil olması bakımından oldukça olumlu. Sanırım dedeniz de bir koleksiyonerdi?

Evet. Dedem savaştan sonra Şanghay’daki Birleşmiş Milletler Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi’nde çalışıyordu. O ve büyükannem gerçekten çok güzel bir Çin resim koleksiyonu topladılar bu süre zarfında. Ben de bu koleksiyonla birlikte büyüdüm. Dolayısıyla benim üzerimdeki Asya resmi ve etkisi temelde bir avukat olan dedem aracılığıyla oldu.

Ayrıca kitaplarla ve müzikle dolu bir evde büyüdük. Her zaman için farklı fikirlere ve edebiyata karşı çok güçlü bir ilgi duyduk, bu yüzden bir şairle evlendim! Hatta evlendiğimizde birçok kitabımızın ortak olduğunu gördük ve bu durum bizim için çok eğlenceliydi.

Hâlâ dedenizin koleksiyonuna sahip misiniz?

Evet evet, koleksiyon hâlâ bizde.

Sizin eserlerinizde felsefe, edebiyat ve sanatın iç içe geçtiğini söylemek mümkün. Üretimlerinizin arka planında önemli bir düşünsel sürecin olduğu fark ediliyor. Bu farklı disiplin ve düşünceler sizde nasıl birleşti? Sanat düşüncenizin arka planında neler var?

Konuşmalarımda Maurice Merleau-Ponty’den sıkça bahseder ve ne yaptığımı onun üzerinden açıklamaya çalışırım. Ama bu biraz da benim işlerime kelimelere ihtiyaç duymayan bir yerden başlamam ve gerçekten bunları açıklamaya çalışan biri olmamdan kaynaklanıyor. Benim söylemeye çalıştıklarımı söyleyen birçok filozof var ve ben sırf bu yüzden kendi dilimi bulmak zorunda kalmak istemiyorum. Belki bir şekilde kendi çalışma alanımı koruyabilirim diye hissediyorum. Yani, ne yaptığınızı çok fazla düşünürseniz, en azından benim çalışma şeklimde, sürecin gerçekten önüne geçebilirsiniz. Bu yüzden onun üzerine ders almadan önceki kişiliğimle ilgili olarak büyük bir Maurice Merleau-Ponty hayranı olduğumu söyleyemem. Ama sözgelimi onu keşfettikten sonra olaylar farklı gelişti. Bu yüzden felsefenin ve onun gibi birtakım filozofların doğrudan benim üzerimde çok büyük bir etkisi olduğunu söyleyemem. Çünkü benim sanatta sahip olduğum gibi onların da kendi alanlarında kendilerine özgü bir dilleri var ve ben onları aracı olmadan, onlar üzerine eğitim almadan anlayamıyorum bile. Çok özel bir disiplin.

Okumayı ve entelektüel bir topluluğun bir parçası olmayı seviyorum ama böyle de gayet iyiyim. Aile üyeleri ve çevremi düşündüğümde bir entelektüel miyim emin değilim. Bilirsiniz, sadece bir ressamım. Çevremde şiir ve resim arasında bir çapraz eşleşme var ve bunu seviyorum. Ayrıca tüm bunlara bu kadar kolay ulaşmak da hoşuma gidiyor.

Sergiden görünüm.

Kıraathane’de sanatseverlerle buluşan işlerinizde “soyut resme” ağırlık veriyorsunuz. Bu teknik olarak da anlam olarak da çeşitli güçlükleri içerisinde barındıran bir konu. Sizi soyut resim yapmaya yönlendiren nedir?

“Soyut” çok ilginç bir kelime. Ben de sizin gibi bu kelimeyi seviyorum. Bana göre bu, bir şeyi merkeze yerleştirmek anlamına geliyor. Aynı zamanda bu sözcüğün “soğuk Latince bir kelime” olarak algılandığını ve açıkça “travmatik yanlış yorumlamalar”a ev sahipliği yaptığını düşünüyorum. Şu anda yaptığım ve dışarıdan oldukça soyut görünen iş hakkında söyleyeceğim şey ise şu: Soyut dışavurumculuğun arka sokaklarında dolanıyorum. Jackson Pollock, “Ben doğayım ve yapmaya çalıştığım türdeki resimlerin bir soyutlamanın ses aracılığıyla doğayla özdeşleşmek olduğunu düşünüyorum,” der. Ben de bir tür alıcı ya da gemiyim. Erkeklerin kendilerini asla gemi olarak gördüğünü sanmıyorum ama kadınlar böyle düşünüyor (☺) ve sanki evren içimden akıp gidiyor. Bu muhteşem bir ifade, ama ben bu sözlerle onun aynı zamanda bir uygulayıcı ve öğretmen olmasını da kastediyorum. Her gün içinizdeki evreni dışarı çıkarmaya çalışıyorsunuz ve sonra onu bedeninizle var ediyorsunuz. Sanırım boyalar üzerine çalışırken de tam olarak bu nedenle şaşkınlığımı gizleyemediğim zamanlar oldu.

Öte taraftan bütün gezegen şu anda büyük bir baskı altında. Öyle görünüyor ki pek çok insan kendi içindeki dünyaya bakamıyor ya da onu hissedemiyor, bu yüzden benim soyut resim anlayışım gerçekten doğa olmaya ve doğanın sesini duyurmaya çalışıyor.

Peki renk paletiniz? Üretimlerinizde farklı renk paletlerini kullandığınız ve dönemsel olarak geçişler yaptığınız şeklinde bir izlenimim oldu benim. 

Bu tür siyah beyaz resim serileri üzerinde çalışıyorum. Sadelik, form ve mekânın hareketiyle çok ilgiliyim. Bir okyanusun ortasında, uzayda bir yerde ya da dışarıda neler olabileceğini beklemenin evrensel ölçekte gerçekleşme ihtimaliyle ilgili işlere yoğunlaşıyorum. Ancak tüm bunların bir alandan/mekândan kaynaklandığı hissi, eğer bir izleyici doğrudan onlara bakarsa bir tür dışavurum olacağı için oldukça sert bir izlenime neden oluyor; çünkü izleyicinin içinde, belki de bu vakayla bu kurulum arasındaki ilişkinin güzelliğine bakan bir arzu vardır. 

Sergide aynı zamanda renkli çizimlerimin de yer aldığı küçük bir oda var, ama ben tamamen renksiz yapabileceğim işlerle, bunlardan daha büyük işlerle o kadar ilgiliyim ki… Son zamanlarda başıma gelen en güzel şeylerden biri üretimlerimde renkleri kullanma biçimim oldu. Sözgelimi balmumuyla yaptığım “9/11 Eylül” serisinde katmanların ne derece farklı şekillerde kullanılabileceğini göstermeye çalıştım. Buna karşılık balmumuyla çalışmak oldukça zor oldu. Üstelik işin içinde bir tür ölüm hissiyatı varsa bu da epey ürkütücüdür… Balmumuyla çalışmak için öncelikle onu iyice ısıtmanız gerekiyor ve bu ciğerlerinize kadar inen bir hava anlamına geliyor. Bu süreçte ciğeriniz fiziksel olarak o kadar soğuk bir yapıdadır ki havadaki her şey ciğerlerinizde sertleşebiliyor ve bu çok tehlikeli. Balmumu kokusundan kurtulmanın bir yolu yok, bu yüzden onun üzerinde çalışmayı bırakmak durumunda kaldım. Yine de bu durumun ne kadar devam edeceğini bilmiyorum çünkü balmumu oldukça heyecan veren bir madde. 

Kısacası sergideki işler ve yağ çubuğu olarak tanımlayabileceğim üretimlerim balmumunun bir çubuğa nasıl dönüşebileceğiyle ilgilenen eserler. Onlar aracılığıyla sevdiğim bir şeyin bir parçasına dahi olsa yaklaşmaya gayret ediyorum. Ardından tablonun büyük bir çoğunluğunu oluşturan siyah beyaz melekler, kemerler ve diğer unsurlar üzerine çalışıyorum. 

Aynı şekilde bir kâğıt üzerine katmanlar hâlinde resimler de çizebilirsiniz, çünkü bu kâğıdın büyüsüne kapılmakla ilgili bir durum. Tüm bunlardan söz ederken resimlerimdeki renklerden bahsetmediğimi fark ettim! ☺ Ama balmumuyla çalışırken vista gerçekliğine ve onu katmanlamanın güzelliğine geri dönmenin bir yolunu bulduğuma inanıyorum. Bence zamanla renkler daha önemli bir hâle gelecek çünkü bu, resim yapmak için yapabileceğiniz şeylerin, tüm evreninin bir parçası. Sonuç olarak renkleri sevdiğimi söyleyebilirim. 

Resmetmeye ne zaman başladınız?

Annem tüm hayatım boyunca varlığını hissettiğim ünlü bir şairdi ancak harika bir anne olduğunu söyleyemem. Onun bana daha iyi davranmasını sağlamanın bir yolunun ilginç bir şekilde yaptığım resimler olduğunu erken denebilecek bir yaşta keşfettim. Onun çok sevdiği baykuşlar çizmeye başladım 8 yaşındayken. Bunun olun ilgisini çekeceğini düşündüm. Bu zamanla birtakım sorunlara da yol açtı, çünkü her zaman annenizin beğenisi için çaba göstermek istemezsiniz. Bu yüzden üniversiteye geçiş dönemimde büyük üniversitelerin resim bölümlerini araştırmaya koyuldum. İronik bir şekilde Stanford Üniversitesi gibi resim yapmak için harika olabilecek bir okula gitmeyi başardım. Sonra, beni annemin beğenilerinden sıyıracak özel hocalarla birlikte vakit geçirmeye başladım ve her şey böyle başladı.

Tüm bunlar olurken zamanla senin için neler değişti? Kariyeriniz nasıl şekillendi?

Soyut resmi keşfettim ve bu benim için büyük bir kurtuluş demekti. Bana beraberinde bir mezuniyet cübbesi ve evreni daha büyük bir ölçekte keşfetme arzusu getirdi. Birkaç yıl sonra, 80’lerde, Nicolas Caroni’yle çalışmaya başladım. Soyut resim konusunda birincil etki o değildi ama onun beni birçok sorundan kurtardığını söyleyebilirim. Aynı zamanda o, 90’lı yıllara kadar gerçekten üretken bir ressam olmayı başardı. New York’ta resim yapan arkadaşlarımın çoğu onunla çalışmış ya da bir şekilde ondan etkilenmişlerdi. Resimlerin düzlemi konusu üzerine çok çalıştı ve hep aradığı o “ses”i bilinçaltının derinliklerinden bulup çıkardı. Böyle bir ilişkiye sahip olmak yaptığı işlere bir tür tazelik getirmek olarak da görülebilir. O, böylelikle hem insan olmak hem de otantik olmakla ilgili şeyler sundu bize. Hâlâ üretimlerimiz sırasında aklın bir tür arıtıcı ateşinden geçiyoruz ve aklın bizim için en öncül mesele olduğunu söyleyebilirim.

Daha önceki diyaloglarımızda sıkça “saf” kelimesine bir atıf yaptınız. Bu kelimeye de belki ayrı bir parantez açabiliriz. Saf sizin için nasıl bir anlama geliyor?

Sanki bir tür masumiyet gibi. Doğrudan Batı kültürü çerçevesinde düşünmek istemiyorum ama konuştuğumuz gibi diğer kültürler hakkında yeterince bilgim yok. Ayrıca akademik kurumlarda bile her şey aşırı ve net bir şekilde birbirlerinden ayrıldı. Az önce şiir ile resim arasındaki çapraz eşleşmeden bahsediyordunuz. Ben bütün bunlar olmadan önce dahi saflığı arıyordum. Bu, duygularla, kırsalda yürümekle ve bakmakla, gerçekten bakmakla çok daha yakın bir ilişki demek. Harika olduğunu düşündüğüm bir tabloya baktığımda, bir Morandi ve hatta Rothko tablosuna baktığımda hissettiğim tam olarak budur. Bütün dünyanın karşımda olduğu bir ân var. Sanırım Kıraathane’de yaptığım konuşmada “resmin gözlerden ziyade mide yoluyla algılandığını düşündüğümü” söyledim. Gözler beyne çok yakın olduğu için bunu söylemiştim. Ama ben içinde olduğum için tepki başka bir yerden geliyor. Bu tam bir vücut deneyimi, sanırım saftan kastım da tam olarak bu.

Eğitiminiz sırasında birçok farklı kurum ve sanatçı/hocayla birlikte vakit geçirme, onların stüdyolarına devam etme şansınız oldu. Sanat eğitiminizi Stanford’da Nathan Oliveira ve Frank Lobdell, New York Studio School’da Nicolas Carone ile çalışarak; İtalya’nın Pietra Santa şehrinde Amerikalı heykeltraş Hilda Morris ile staj yaparak tamamladınız. Aynı zamanda University of North Carolina at Chapel Hill, University of Washington in Seattle ile Duke Üniversitesi dâhil çeşitli Amerikan üniversitelerinde dersler verdiniz. Bu isimlerin sanat anlayışınızın gelişmesinde size ne gibi katkıları oldu?

Sanırım Frank Lobdell benim için her zaman önemli özel bir kişilik oldu. Nathan Oliveira da harika bir ressamdır. Bahsettiğiniz tüm bu insanlar gerçekten beni etkiledi. Onlar hakkında çeşitli ipuçları da vereyim. Bence ikisi de hiç entelektüel kişiliklere sahip değillerdi. Aramızdaki sadece bir tür duygusal etkileşim söz konusuydu ve hepimiz duyusal tepkilere açık bir alana ulaşmaya çaba gösteriyorduk. Onların, özellikle Oliveira’nın çalışmaları bir bakıma Degas’a benzer. Çalışma ortamı çok güzel ve kendine özgü bir yapı içeriyor, ancak pek çok sanatçıdan daha düzensizdir. 

90’larda New York’taki the American Academy of Arts’a davet edildim ve bu büyük bir onurdu benim için. Bana oldukça iyi davrandılar. Bütün “9/11” serimi yaratmamda bana epey yardımcı oldular. Her neyse, Oliveira bana burada geçirdiğim zamanın faydası dokunduğunu söyledi. Bu sırada büyük ödül için benim ismimi önderdi. Ödülü bana vermediklerinde büyük bir tepki gösterip salondan dışarı fırlamıştı. Daha sonra bana bu tür bir ödülden çok daha fazlasına layık olduğuma dair bir mektup yazdı. Ona dair içimde büyük bir saygı beslediğimi söyleyebilirim. 

40 yıl sonra görüyorum ki 90’larda aslında benim yaptığım, yapmakta olduğum şeye inanmıyorlardı. Bu durum benim zaman içerisinde daha bağımsız bir kişiliğe sahip olmama ve annemin etkisinden uzaklaşmama da yardım etti. Çünkü bu tamamen “güzellik”le ilgili bir durumdu. Bir yerlere gitmem ve kendimi bulmam gerekti. Beni yanlış anlamayın, gerçekten şu anda güzel sözler söylediğimi hissediyorum ama çok daha fazlası da var. Sanırım çalışmalarımın kapsamını yeterince gördünüz ve burada birçok farklı değer söz konusu. Ben onların ete kemiğe yakın olduğu bir noktadayım, bu yüzden tüm bu isimlere değer veriyorum. Benim için çok kıymetliler. 

Lobdell’in kombinasyonları her zaman anlaşılabilecek türden bir soyutlamaydı. Ama onlara yalnızca bir noktadan yaklaşmak oldukça zor. Ayrıca mekân ve biçimin birbirleriyle nasıl bir tür etkileşime girdiğini, onların birbirlerinden farklı yönlerde hareket ettiğini ve düzlemin derinliklerinde farklı yollar izlediklerini, başka bir tür soyutlama içerdiklerini de ifade etmekte fayda var. Sanırım tüm bu düşünceler benim üzerimde etkili oldu. Sonsuza kadar onların bir öğrencisi olduğumu söyleyeceğim. 

Hilda Morris ise Santa’da tanıştığım ve birlikte çalıştığım tek kadın sanatçı oldu. Ama o çok büyük bir isme sahipti çünkü gerçekten iyi bir heykeltıraştı. Aslında onun çırağıyken bir dizi iş de yaptım ve stüdyoda sıkça ona alçı karışımları konusunda yardım ettim. Yaptığım işleri ne yazık ki daha sonra kaybetti. Sonrasında benim eserlerime sahip olmamasından derin bir üzüntü duyduğunu sıkça belirtmişti.

Jill Bullitt atölyesinde.

Bir resmi “yaşatmak” sizin için nasıl bir anlama geliyor? Bir resmi yaşatan nedir?

Bu konuya şuradan giriş yapabilirim. Her zaman New York’taki the Museum of Modern Art’ın 40’lı yıllarda meydana getirdiği koleksiyona biçim veren elin/yöneticinin harika bir kişiliğe sahip olduğunu düşünmüşümdür. Müzenin merkezinde Matisse’in işleriyle dolu bir oda var ve ben orada bulunurken her zaman New York’un kalbindeymişim gibi hissederim. O odaya girdiğinizde o tablolar sanki tüm şehri içerisine alıyor gibi sizi karşılar. Oda her şeyin merkezindedir ve bu bana her zaman orada canlı olan bir şeylerin varlığını hissettirir. Her şey kendi kendine ürüyor ve ortada bir tür retrospektif hâli var gibidir. Bende bu tür bir etkiye neden olduğundan bahsedebilirim. Bu yüzden resmi canlı tutmanın bir parçası, izleyicileri de bu konuda ikna etmek olarak görülebilir. Bu nedenle ABD’deki en soyut ressamlardan biri olarak benim durumumda da benzer bir davranışın söz konusu olduğunu söyleyebilirim. Ben de Kıraathane’de büyük tablolarımdan bir kısmını görece daha küçük odalara asarak onların yarattığı etkiyi daha farklı kılmak istedim. Resimlerin her biri birbirinden türedi ve bu benim için oldukça heyecan vericiydi.

Türkiye’de olmanın en güzel yanlarından biri, insanların benim sergime gelmeleri ve başka tür anlayışlara sahip bir sanatçıyı ziyaret etmelerini görmek. Burada bana ait bir tablonun önüne geçiyorsanız ve bir şekilde onun etrafında dolanıyorsanız bu çok kıymetli bir şey. Bir müzeye gidebilir ve orada yüzlerce tablo görebilirsiniz. Ama insanlar benim işlerimi görmeye geliyor.

Bir müzeye gittiğinde eğer zeki biriyseniz tüm eserlere tek tek bakmaya çalışmazsınız. Bu ziyaretçileri çok yoran bir şeydir. Ama bir şekilde müzeyi taramak için de buna ihtiyaç vardır. Hızla müzenin odalarına göz atarken özellikle dikkatinizi çeken bir şey olur ve ona yaklaşırsanız salt onun künyesini okumak sizi yormaz. Böylece farklı ve daha verimli bir gezi yapma imkânınız da olur. Benim kişisel deneyimim ve söylemek istediğim de biraz bununla alakalı. O ân orada dikkatinizi çeken bir şey varsa, orada yaşayan şey de tam olarak odur. Bu, canlı bir deneyime işaret eder. 

Gördüğünüz her künyeyi okumayın. Sergimde de izleyicilerin dikkatini çekmek için bu tür bir hareketlilik sağlamaya çalıştım. Nihayetinde kendimi o ânda tutmak için çıktığım bu yol, esasen izleyicilerimin de sergiyi yaşamasına olanak tanıdı. Bunu söylemekten nefret ettiğimi biliyorsunuz ama Amerika’da bu tür bir sanat politikası ve bundan kaynaklanan bir karmaşa var. Bu sanırım yeterince açıktır. Sanırım annem de bunu yapmaya çalıştı, biliyorsunuz bu politik yaşam bilincinin doğasında olan bir durum. Tüm bunlar da sergiyi ve yerleştirmeyi etkiledi.

Hayat, kültürel çevre, çevrenizdeki insanlar gibi birçok şeyin sizin üzerinizdeki etkisinden sıkça bahsettik. Bu anlamda İstanbul ve Türkiye’de olmak da belki sizi besleyen iki değerli konu olur. Kıraathane’de İstanbul’da, Türkiye’de olmak sizi nasıl etkiliyor? İstanbul’u da üretimlerinize dâhil eder misiniz bir gün?

Aslında İstanbul benim işlerimde ben buraya gelmeden önce de vardı. Bu işler daha çok bir “keder” duygusuyla ilgiliydi. Boşandıktan sonra her gün stüdyoya gittim ama bu dönemde yaptığım işlerden nefret ediyordum. Bir keresinde sanki bir tür beyin sarsıntısı hissettim. Bir şeyler üretiyordum ancak herhangi bir tepki almıyordum.

Her gün resmetmeye devam edebilir misiniz? Yani bu süre zarfında da birkaç yıl resim yaptım ve bu kendiliğinden gelişti. Öte yandan hâlâ resmetmeye devam ediyorum ama ne yazık ki yavaş yavaş bu düzenin ötesine geçmeye çabalıyorum. Boşanmanın üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra yeniden üretmeye başladım. 2017’den bugüne yaptığım tablolar arasındaki aralıktan bu süreçte nasıl bir çalışma sıklığı gösterdiğimi anlayabilirsiniz. Ardından buradaki sergi haberini aldığımda çok heyecanlandım. Benim konuşmamdan önce sergi açıldı ve ben buraya gelene kadar 2 ay boyunca insanlar benim işlerim üzerine konuştu. Kıraathane’deki konuşmam sırasında karşılaştığım kalabalık da benim için ilginin düzeyini açıkça gösteriyordu. Benim için çok zengin ve dolu dolu bir deneyim oldu. Belki ilerleyen zamanlarda çeşitli işler için buraya geri dönme şansım olur. 

Son olarak İstanbul’da geçirdiğiniz zaman diliminde işlerini görme şansına sahip olduğunuz sanatçı ve galeriler oldu mu?

Burada Amerika’da sahip olduğumuz kültüre göre daha rafine bir kültürle karşı karşıyayım. Bu da kimi zaman oldukça zor, zira buradaki birçok galeriye henüz gitme fırsatım olmadı. Bu yüzden çağdaş sanatçılar konusunda ne tür bir yanıt vereceğimi henüz bilmiyorum ama bu, tüm bu farklı kültürlerin bir tür pota içerisinde erimesi dolayısıyla ortaya zengin bir durum çıkarıyor. İstanbul’un birçok açıdan entelektüel bir merkez olması, edebiyat ve siyasetle iç içe geçmesi ortaya benim için ideal bir ortam çıkarıyor. Burada iletişim kurduğum arkadaşım Victoria da bana benzer şeyler söyledi. New York’tan çok daha büyük olmasına karşın insanlar burada birbirlerini bulma konusunda daha şanslılar. Sanatçılar ve yazarlar birbirini bulabilir ve görüşebilir. Burada işleyen bir toplum var ve bu bana umut veriyor.

İlginizi Çekebilir

Gündem

Argonotlar ekibi olarak yıl boyunca yayınladığımız yazılardan bir seçkiyle karşınızdayız.

Kütüphane

Esra Özdoğan'ın Galeri Nev İstanbul'da gerçekleşen "Makinedeki Hayalet" sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

© 2020

Exit mobile version