Ali Kazma’nın Şubat 2026’ya kadar İstanbul Modern’de yer alacak “Aklın Manzaraları” başlıklı sergisi, mercek temelli işleriyle tanınan sanatçının kitaplar, yazma eylemi ve düşünce süreçlerine odaklanan yakın dönem çalışmalarını bir araya getiriyor. Sergi, temelinde sanatçının yazarın zihnini bir manzara gibi ele aldığı video yapıtlarının yanı sıra 2010’lardan bu yana ürettiği işleri ve geniş fotoğraf arşivinden bir seçkiyi izleyiciyle buluşturuyor.
Kazma’nın sergisinde yazma eylemini merkezine alan üç önemli video iş bulunuyor: Orhan Pamuk’un ev ve arşivine dair ayrıntıları yansıtan Mürekkep Evi ve Sentimental ile Alberto Manguel’in kütüphanesinin Portekiz’e taşınma sürecini ele alan Alberto Lizbon’da. Söz konusu bu işler, bir yazarın düşünme, üretme ve çalışma sürecinin ne derece çetrefilli ve farklı olabileceğini çeşitli örnekler üzerinden tartışmaya açarak kayıt altına alıyor. İstanbul Modern’in yeni binasındaki Fotoğraf Galerisi’ne ilk günden itibaren destek veren Burgan Bank’ın dijital bankacılık markası ON Dijital Bankacılık sponsorluğunda gerçekleşen “Aklın Manzaraları” sergisi vesilesiyle Ali Kazma ve Alberto Manguel ile kitaplara, edebiyata ve sanata dair konuştuk.
Hem bir “yazar” hem de bir “okur” olarak son derece üretken bir figür olduğunuz söylenebilir. Alberto Manguel, okuyan, yazan ve okudukları üzerine yazan bir entelektüel. Yazmak ve okumak sizin için tam olarak nerede kesişiyor? Okurun hayal gücü yazarınkiyle nerede buluşuyor?
Alberto Manguel: Her şeyden önce, dediğim gibi, ben yazan bir okuyucuyum. Evet. Yazmak benim için her zaman ikincil bir edim olarak görülebilir. Eğer bir gün artık yazamasam, bu benim için herhangi bir sorun teşkil etmezdi, zira okumaya devam ederdim. Ama okuyamaz hâle gelirsem… İşte bu trajik olurdu. Hayatım sona ermiş gibi hissederdim. Bu, neredeyse nefes almak gibi bir şey benim için.
Yazmak ve okumak sizin için herhangi bir noktada kesişip iç içe geçiyorlar mı? Okurun hayal gücü yazarınkiyle nerede örtüşür?
Manguel: Açıkçası, bence tam olarak kesişmiyorlar. Okur metni alır ve ona hayat verir. Edebiyatın özünde aktif taraf okurdur. Yazar ise belli ölçüde pasif bir konumdadır. Dante bile kendisinden hep bir “kâtip” olarak bahseder. Önce ilham, ardından metin gelir… Kuran’ın da “Oku!” diye başlaması bu anlamda bir tesadüf değildir.
Elbette yazar, yazmak için çaba göstermek zorundadır; kelimeleri bulmak, grameri yerli yerine oturtmak, dilin müziğini yakalamak ve metni ortaya çıkarmak gerekir. Ama bir kez metin yazıldığında, o metin âdeta askıya alınmış bir varlık gibi kalır —ta ki bir okur onu hayata döndürene dek. Ve bu gerçekleştiğinde o metin artık sadece yazara ait değildir.
Her okuma edimi kişiye özgüdür ve nerede nasıl hissedeceğine okur karar verir. Sözgelimi ben gelip sizin omzunuza tüneyip, “Bak bu satır çok komik, burada gülmelisin,” diyemem. Gerçi yazarlar bazen bunu yapmaya çalışır. Mesela eski tipografik sistemlerde ironi için özel bir işaret vardı -ki bu bence çok mantıklı. Tıpkı günümüzde bir şey söyledikten sonra yanına bir emoji koymak gibi. Söylersiniz ve ardından ne kastettiğinizi ima edersiniz. Yazarın okuyucunun okuma biçimini yönlendirmek için yapabileceği maksimum şey budur. Ondan sonrası tamamen okura aittir. Bence zaten bütün mesele bu. Ben kendi adıma hem yazabilen hem de iyi okuyabilen biriyim.
Bir önceki sorunun devamı olarak, bir obje olarak kitaplar ve bir bütün olarak kütüphaneleri sizin için bunca anlamlı/değerli kılan nedir?
Manguel: Benim durumum biraz farklı çünkü kitaplarla ilişkim sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda fiziksel varlıklarıyla da ilgili. Borges gibi pek çok büyük okur, kitabın nesnesine hiç ilgi duymazdı. Ama ben çocukluğumdan beri kitapları hem anlattıkları hikâyeler için hem de bir nesne olarak sevdim. Kitabın kendisini seviyorum. Bana göre insanlık tarihi boyunca icat ettiğimiz birkaç kusursuz nesne var: tekerlek, bıçak ve kitap.
Peki bu merak ve heyecan nasıl başladı?
Manguel: Çocukken dünyayla kurduğum ilk gerçek temas kitaplar aracılığıylaydı. Yalnız bir çocukluk geçirdim, ama iyi anlamda bir yalnızlıktı bu. Kitaplar bana dostluğu, aşkı, macerayı ve ölümü öğretti. O zamandan beri her deneyimimde, yaşadığım her şeyi kitaplardan bildim, biliyorum. Bu bende zaman içerisinde bir tür saplantıya dönüştü.
Ali de bilir, bazen herhangi bir konuda konuşuruz, anında zihnimde daha önce okuduğum yirmi yedi farklı metin bir araya gelir. Mesela biri “bal arısı” der, hemen “Bal arısı mı?” olurum ve zihnim o konuya dair okuduklarımla dolar. Bu belki sorunludur ama benim düşünme biçimim böyle işler.
Bir de metnin içeriğinden bağımsız olarak kitabın objesiyle ilişkim var. Elime kitap almayı seviyorum. Güzel kitapları, tipografiyi seviyorum. Eski, yıpranmış, yumuşamış ciltleri seviyorum.
Ve kokusunu unutmayalım.
Manguel: Kokusunu, dokusunu… Çünkü biz aslında kitapları tüm bedenimizle okuruz. Hâlâ bazı Kuran kurslarında ya da yeshivalarda öğrenciler ellerindeki kutsal metinleri bütün vücutlarıyla okurlar. Sallanırlar, ellerinde tutarlar, kelimeleri telaffuz ederler. Bütün beden işin içindedir. Şimdi elektronik mecralardaysa bedenin neredeyse hiçbir parçası sürece dâhil olmuyor. Ama benim sevdiğim bütün bedenin içerisinde olduğu o katılım ânıdır.
Ali Kazma: Tam temaslı sporlar mı diyorsunuz?
Manguel: Evet, tam temas. Gerçekten tam tamına temas. Okumak tam temaslı bir spordur. Gecemizin ortasına kadar süren bir şey bu. Evet.
Yine önceki sorudan alıp aslında şöyle devam etmek istiyorum: Kitapların fiziksel nesneler olarak ve kütüphanelerin bir bütün olarak sizin için bu kadar anlamlı ve değerli olmasının sebebi nedir?
Manguel: İşte tam da bunu anlatmaya çalışıyordum. Ben kitabın fiziksel yönünü seviyorum. Ali’nin de dediği gibi tüm duyuların işin içine girmesini. Ve evet, bu anlamda biraz fetişist olduğumu kabul ediyorum. Bir obje olarak kitapları seviyorum. Yani… Imelda Marcos nasıl ayakkabı biriktiriyorsa, Ali, siz, başkaları ne biriktiriyorsa artık -bilinmez nesneler, fotoğrafik öğeler falan- ben de kitap ve bir de arkadaş biriktiriyorum. Bu da çok güzel bir şey.
Ben de çeşitli ilk baskı ve Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kitaplar da topluyorum bu arada.
Manguel: A, öyle mi? Ömer Koç’un koleksiyonunu biliyorsunuzdur o zaman?
Evet, evet, elbette. Çok ilgimi çekiyor ama tabii büyük çoğunluğu göremedik.
Manguel: Ben de Ömer Bey’e sahip olmadığı bir kitabı hediye olarak götürmüştüm bir zamanlar. Türkiye’de seyahat etmiş bir kadın seyyahın kitabının ilk baskısı. Kadın küçük rütbeli bir konsolosun karısıymış. Ve kitap öyle komik ki! Gerçekten çok komik. Okusanız bayılırsınız.
Ona, “Bu kitap sende var mı?” diye sordum, “Yok,” dedi. Sonraki bir baskısını bulabileceğini söyledim ama o ilk baskısını istiyordu. Ben de dedim ki: “Tamam, onu sana getiriyorum.”
Kazma: Sende var mıydı?
Manguel: Evet, evet, vardı. Kendi kütüphanemdeydi.
Bu arada, Ömer Koç’un günlüklere de özel bir ilgisi var sanırım, özellikle kimi özel yazar ve sanatçıların. Sözgelimi önemli Türk yazarlardan biri olan Nahid Sırrı Örik’in kimi kişisel not, defter ve metinlerinin kendisinde olduğunu biliyoruz. Henüz bunlar paylaşılmadığı, yayımlanmadığı için tabii bizler okuyamadık. Özel bir ilgi alanı.
Manguel: Bu bana Oscar Wilde’ın The Importance of Being Earnest (Earnest Olmanın Önemi) adlı oyununu hatırlattı. Gwendolyn karakteri diyor ya: “Her zaman günlüğümü yanımda taşırım çünkü trende okumak için heyecan verici bir şey isterim.”
Kazma: Aynen öyle!
Manguel: Çok doğru.
Kazma: Belki de oraya bir ironi işareti koymak gerekir.
Manguel: Evet, evet. Aynen öyle!
Yakın geçmişte, kütüphaneniz Fransa’dan Portekiz’e taşındı. Bu, üzerinde durmaya ve konuşmaya değer bir konu. Bir kütüphaneyi taşımak, bir evi ya da bir ofisi taşımaktan nasıl farklı bir deneyim, ne tür bir duygulanım oldu sizin için? Fransa’dan Portekiz’e taşınma süreci nasıl gelişti?
Manguel: Azap! Taşınmaktan nefret ederim. Paketlemekten de.
Kim sever ki?
Manguel: Evet, gerçekten. Sözüm ona biz göçebe bir türüz ama… Bence Kabil, Tanrı tarafından sürgünle lanetlendiğinde bu lanetin ne demek olduğunu tam olarak anlayan ilk kişiydi. Ama belki de şansı vardı, çünkü Aden’den ayrılırken çok fazla eşya taşımak zorunda değildi.
Ama bir kütüphaneyi taşımak, bu çok başka bir şey… Gerçekten büyük bir emek söz konusu çünkü ancak kitapları kutularken tam olarak neye sahip olduğunuzu fark ediyorsunuz. Benim kütüphane hafızam çok iyidir, dolayısıyla “Aa, bende bu kitap da mı varmış?” gibi bir keşif duygusu hissetmem. Hepsini hatırlarım zaten. Daha çok, “Benim elimde bu konuda şu kadar, şu konuda bu kadar kitap varmış,” diye fark etmek aslında bende farkındalık uyandırır. Ve hepsini tek tek kutulara koymak… Bu sanki canlı bir şeyi hayattayken mezara koymak gibi bir his. Bir tür erken defin töreni.
Üstelik bu benim özel kütüphanemdi. Yani partnerimle ikimiz istediğimiz kitabı alıp başka bir yere koyabiliyorduk, raf dizilimlerine dair farklı fikirlerimiz vardı, ama her şey sadece bize aitti. Şimdiyse bu kitaplar Lizbon’da kamuya açık bir kütüphaneye kabul edildiğinde Portekiz kütüphane sistemine göre kataloglanmaları gerekiyor. Ve bu noktada kütüphanenin eski kimliğiyle yeni kimliği arasında bir denge kurmanız gerekiyor. Bu bence çok önemli bir konu.
Neyse ki bu konuda çok şanslıydım. Çalıştığımız kütüphaneciler, özellikle başkütüphaneci Fonseca bizim için harika bir çözüm yolu buldu. Tüm kitaplar Portekiz kütüphane sistemine göre kataloglanacak ve kütüphane içinde fiziksel olarak hangi alanı işgal ettiklerini gösteren bir işaret taşıyacaklar. Ama yerleşimleri benim kişisel kütüphanemde durdukları gibi olacak. Dün bu anekdotu anlatmış mıydım bilmiyorum ama mesela elimde 18. yüzyıldan Fransız tarihçi C.F. Volney’in Ruins of Empire (İmparatorluğun Yıkıntıları) adlı bir kitabı var. Avrupa’nın ve imparatorlukların 18. yüzyıla kadar olan çöküş süreçlerini işliyor. Ama bu kitap kütüphanemde tarih bölümünde değil, Mary Shelley’nin Frankenstein’ının yanına yerleştirilmiş durumda. Neden mi? Çünkü canavarın okumayı öğrendiği kitaplardan biri bu. O, Avrupa tarihine dair pek çok şeyi bu kitaptan öğreniyor. Benim için iki kitap arasındaki bu bağlantı bir anda büyük bir anlam ifade eder ve zihnimde ona göre kodların, kendisine özel bir alan inşa eder. Dolayısıyla söz konusu bu iki kitap benim için her zaman birbirleriyle ilişkilidir ve yan yana olmak durumundadır. Kütüphanemde de bu birlikteliği gösteririm. Dolayısıyla Fonseca ile birlikte bulduğumuz çözüm benim için çok anlamlı.
Başka bir örnek daha vereyim: Elimde çok önemli bir bilim insanına ait, Darwin’in arkadaşı olan, Aldous Huxley’nin büyükbabası tarafından yazılmış İbrani Antikaları adlı bir kitap var. Hem Darwin’in teorilerini desteklemiş hem de antik eserlere büyük ilgi duymuş biri. Kitabı Tevrat coğrafyasında seyahat ederek hazırlamış. Ben bu kitabı dedektif romanlarıyla birlikte “gizem” bölümüne koydum.
Neden?
Manguel: Çünkü bu kitabın ilk denemesi Sâdık’ın Yöntemi adını taşıyor. Sâdık, Voltaire’in felsefi romanlarından birinde geçen bir karakter. Üstelik bir Türk. Birileri ona gelip, “Kaçan bir deve gördün mü?” diye soruyor. O da “Beyaz, dişi bir deve miydi? Görmedim ama…” diyor. Sonra Sherlock Holmes gibi nasıl tahmin yürüttüğünü anlatıyor. Poe’dan, Holmes’tan bile önce gelen bir çıkarımcı dedektif yani.
Ve Huxley bu yazısında şöyle diyor: “Sâdık’ın yöntemi, bilim insanının yöntemidir.” Arkeolog da, biyolog da aynı yöntemi kullanır: bir teori geliştirirsin, ipuçlarını ararsın, onlarla uyuşuyor mu diye bakarsın ve bir sonuca ulaşırsın. Dedektiflik yönteminin tam tanımı bu. Bu yüzden ben de bu kitabı dedektif kurgu rafına koydum. Yine bende böyle bir karşılığı olduğu için orada daha anlamlı olacağını düşündüm.
Kazma: Tabii ama bu klasik bir dedektif ve onun hikâyesi. Yeni kuşak dedektiflerde işler değişti. Artık dedektifler, aradıkları gerçeğin içine karışıyorlar. Gizemin kendisinin parçası hâline geliyorlar.
Evet, evet. Mesela Gallimard’ın ünlü dedektif serisi Série Noire’ın 100. kitabı Kral Oidipus. Çünkü orada suçlu, aynı zamanda dedektifin ta kendisi.
Kazma: Aynen öyle. Film noir’larda da sıkça olur bu. Dedektif aslında kendini arıyordur. Bu yüzden mesela Zodiac filmini çok ilginç buluyorum. Pek meşhur olamadı ama zamanla değer kazandı.
Tabii ki! Muhteşem bir film. Ama mesele hiçbir zaman çözülmez. Hep çözümün kıyısındasınız ama hiçbir zaman tam çözemezsiniz.
Manguel: Evet. Belki bir noktada çözülmüştür ama suçluyu kaçırmışsınızdır. Ve bir daha da düğüm çözülmez. Bu Borges’in bir öyküsünden, ya da en azından bir satırından ilhamla yapılmış.
Aaa, öyle mi?
Manguel: Evet. Troquar adlı öyküde Bioy Casares’le konuşurken şöyle diyor: “Bir dedektif romanı yazsak, olay çözülse ve… Son paragrafta da şu yazsa: ‘Herkes o iki adamın tesadüfen karşılaştığını sanmıştı.’” Ve okuyucu orada asıl çözümü fark eder. Ama öyle bir anlatılır ki siz emin olamazsınız. İşte Zodiac da böyle.
Kazma: Bu bence çok temel bir şeyi gösteriyor: Artık insanlar gerçeğe ulaşılabileceğine inanmıyor. Hakikat arayışı esnasında hakikatin bizden kaçtığına inanıyoruz. Zodiac’da da bu var.
Socrates’in dediği gibi. Biri ona adaletin ne olduğunu öğrenmek istediğini söylediğinde, “Eğer zaten bildiğini düşünüyorsan, o zaman konuşmanın anlamı yok,” der.
Manguel: Aynen öyle. Diyaloğun amacı hakikate ulaşmak değil, hakikati aramaktır. Zaten pek çok diyalog şöyle biter: “E, bilmiyoruz.” Ama bence işte bunu kaybediyoruz bugünlerde: Net bir sonuca varmadan tartışabilme ihtimali.
Artık herkes evet-hayır cevabı istiyor. Siyah mı beyaz mı? “Memnun değilsen çözümün ne?” diye soruyorlar. Oysa zihinsel bir yürüyüşe çıkıyoruz biz. Bırakalım yürüyelim, nereye varacağımızı yol göstersin, biz de görelim.
Ve herhangi bir “evet” ya da “hayır” cevabı, eninde sonunda bizi yanlışa çıkaracaktır. Mesela bu yüzden senin işlerini sevdiğimi söyleyebilirim. En çok sevdiğim şey belirsizlikleri. “Şu şu anlatılıyor,” diyemiyorsun, “konusu bu” diyemiyorsun. Görüntüler bir araya geliyor ama açıklanabilir sıralar hâlinde değil. Görüntüleri bile deşifre edemiyorsun.
Sözgelimi videolarını izlediğimde ben ne dediğimi biliyorum ama sen beni bir anda kesiyorsun. Ve bu çok güçlü bir şey, aksi hâlde sıradan olurdu. Söylenmeyen şey düşünmeye sevk ediyor. “Acaba neydi?” diyorsun. Seyircide bir tepki oluşturuyor. Hatta sana dün bile sordular: “Hangisini yapmadı?” diye. Bu arada gerçekten kimin yapmadığını söyleyecek misin?
Kazma: Kişisel olarak sana söyleyebilirim ama filmde söyleyemem çünkü fikir, seyircinin bunu bilememesi. “Acaba hangisi eksik?” diye düşünmesi. Aksi takdirde neden böyle bir video çekilsin? Herkesin pazar günü can sıkıntısıyla izlediği bir aile videosu olsun diye mi?
Manguel: Hayır. Bence bu, sanatçının stratejisidir. Çünkü sanatçı bile ne yaptığını tam olarak bilmez. Seyirci ise hiç bilmez.
Kazma: Peki sizce kadın neden çıplak Déjeuner sur l’herbe’de? Mükemmel bir resim ama neden çıplak? Neden?
Manguel: Aynen öyle işte, çıplak! Ama neden? Ben sanatçı ile yazar arasında bir ayrım yapmam. Bana göre… yazmak, ne söylemek istediğini bildiğin için yapılan bir şey değildir. Yazarsın çünkü bir gezintiye çıkmak istersin ve nereye varacağını merak edersin, değil mi?
Kazma: Aynen öyle. Yolda kaybolursun ama bir şeyle geri dönersin.
Manguel: Ya da dönemezsin. Ama genellikle bir şeyle dönersin. Mesela ben döndüğümü düşünürüm. Ama bazen de bir şeyleri geride bırakırsın.
Benim için gerçekten önemli olan kitaplara dönersek… İlahi Komedya’yı her gün okuyorum. Otuz yıldır. Detaylarını biliyorum, inceliklerine hâkimim. Ama her okuyuşumda daha önce fark etmediğim yeni bir şeyle karşılaşıyorum. Olağanüstü bir durum bu.
Öte taraftan dikkatsiz bir okuyucu olduğumu düşünmüyorum. Ama metin öyle zengin ki… Her şeyi bir kerede göremezsiniz. Tıpkı bir kaleydoskop gibi: Her bakışta başka bir şey sizin dikkatinizi çeker. Ya da içinde bin bir tat olan bir yemek gibi: Birkaç tadı fark edersin ama hepsini birden algılayamazsın. Ve bu harika bir şeydir.
İşte bu yüzden Ali tanrı değil. Çünkü ilahi olanın –teologlara göre– en belirgin özelliği tamlıktır. Eksiksizlik. Kur’an’da hiçbir şey eksik değildir ve çevrilemez bile. O neyse odur. Yahudi kutsal kitabı da öyle. Her hecesi, her kelimesi, her sesli harfi bir anlam taşır; bir sayı karşılığı vardır. Bu yüzden onu tamamen çözmek imkânsızdır.
Ama neyse ki, insan eliyle yapılmış işler böyle değil. Onlar eksiktir. Bu da şu demektir: Senin işine ben bakmalıyım ki senin göremediğini ben göreyim. Sen de benim kitabıma bakıp “Aaa, bunu fark etmemiştim,” diyebilmelisin.
Kazma: Arthur C. Clarke’ın bu konuda bir hikâyesi vardı, hatırlar mısın?
Manguel: Amerikan ya da Avrupalı bilim insanları bir kabileye gidiyor, bir araştırma yapıyorlar. Amaçları Tanrı’nın tüm isimlerini bulmak. Yerel halk diyor ki, “Bu isimler Tibet’teki lamalarda saklı.” Orada bir sistem var, çark döndürüyorsunuz ve karşınıza tanrının bir adı çıkıyor. Ama bu öyle bir sistem ki belki o döndürme sırasında Tanrı’nın 90 bin ismi ortaya çıkacak.
Bilim insanları diyor ki, “Bu kolay. Size bir bilgisayar veririz, o da tanrının bütün isimlerini bulur.” Ardından halk onları uyandırır: “Tanrının tüm isimleri bulunduğunda dünya sona erecek.” Ardından bilim insanları bilgisayarı çalışıyor, isimleri tek tek çıkarmaya başlıyor. Sonra biri gökyüzüne bakıyor ve görüyor ki… Yıldızlar birer birer sönmeye başlıyor.
Evet, evet… tam da o an! Clarke’ın hikâyesi işte bu. Ben o hikâyeyi Fantastik Edebiyat Antolojime almıştım. Mükemmel bir öykü. Gerçekten olağanüstü.
Bende de var o antoloji ama şu an bir kutuda. Kütüphanemse bir depoda. Yaklaşık dokuz ay önce evlendim. Kitaplarımın çoğu ailemin evinde kaldı. Şimdi sadece birkaç raf kitabım benimle.
Manguel: İşte bu çok zor bir durum! Bu kitaplarla fiziksel bir obje olarak da bağ kuran insanlar için gerçekten ciddi bir mesele. Veya bu konunun bir başka boyutu kitap sevmeyen biriyle yaşamak. Öyle insanlar da var. Bir taraftan da kitap sevmeyen biriyle yaşamak ya da… Hani dedim ya, şeftali sevmeyen ya da Venedik’ten hoşlanmayan biriyle birlikte olamazsın. Böyle insanları hayatından çıkarman gerek.
Evet, kitaplara bir çözüm bulmak gerek!
Manguel: Borges gibi belki de… Ama bu yine de bir mazeret sayılmaz. Borges kitaplarını bağışlamış olabilir ama eşi bir kütüphane kurmak isteseydi ses çıkarmazdı. Zaten Borges maddi şeylere hiç önem vermezdi. Yemeğe, giyime, sofraya… ABD’de onu restorana götürenleri utandırırdı. “Borges, seni harika bir restorana götüreceğiz,” derlerdi. O da gider ve “Campbell’s çorbası alayım,” derdi.
Aa, gerçekten mi?
Manguel: Evet. O daha çok basit şeyleri severdi. Derdi ki: “Yemek sohbeti gölgelememeli.”
Kazma: Bu çok ilginç. O zaman bu yönleriyle senin tam zıttın gibi.
Manguel: Evet, hiç benzemeyiz. Ben zevki, sanatı, müziği, güzeli severim. Borges ise sadece kelimelerle ilgilenirdi.
Güzel konuşur muydu peki?
Manguel: Evet, çok güzel konuşurdu. Çok etkileyici şekilde konuşurdu. Ama kendini sıkça tekrar ederdi. Sürekli aynı şeyleri anlatırdı. Belki de zihinsel yapısını bu şekilde koruyordu. Konfor alanıydı o referanslar onun için.
Ve şimdi geldik kapanışa: Kütüphanenizin taşınması, Kazma’nın Alberto Lizbon’da adlı işinde kendisine sanatsal bir karşılık buldu. Bu işin yaratım süreci nasıl gelişti? Önce siz anlatın Manguel Bey, sonra Ali’den dinleyelim.
Manguel: Ben mi? Valla bu soruya hiç çalışmadım diyebilirim. Tüm işi Ali yaptı! (Gülüşmeler.)
Peki bu süreçte neler hissettiniz? Ne kadar sürdü?
Manguel: Ne kadar sürdüğünü bile hatırlamıyorum ama epey uzun sürdü. Çünkü bu projeye çok önce başlamıştı o. Ali’yle ilk kez bir galerinin isteğiyle çalışmaya başlamıştık. Galeri, Ali’nin bir işi için benden bir metin istemişti. Ali o süreci daha iyi anlatır.
Ben Ali’nin görsel işlerine büyük hayranlık duyuyordum. Gerçekten ilgimi çekmişti. Sonra sanırım Ali teklif etti. Fransa’daki evimizi ve ardından Lizbon’daki süreci filme alalım dedi. Ben de hemen kabul ettim.
Ama hiçbir zaman gözetleniyor gibi hissetmedim. Öyle reality show gibi değildi. Hani tuvaletteyken bile kameranın seni çektiği hissi yoktu. Biz evden çıkıp gitmek zorundaydık, Ali evde kalıyordu bu süre zarfında. Ne çektiğini bilmiyorduk. Tamamen ona bıraktık.
Sonra ilk kez Tuileries Bahçeleri’ndeki Jeu de Paume’da izledim filmi. Jeu de Paume muhteşem bir mekândır. Dünyanın en önemli sanatçıları orada sergi açar, işleri görülür. Ali adına büyük bir gurur duydum.
Bu süre zarfında biz Fransa’daki evi çoktan bırakmıştık. O video… Âdeta bir ağıttı… Ağladım. Çünkü o evi çok seviyorduk. Orası bizim için cennetti. Zaten hep derim: Cennet, terk ettiğin yerdir. İzlerken hatırladık, hatırlamaktan keyif aldık.
Ama bu sadece bir hatırlama veya bu türden bir duygulanma değildi elbette. Biri gelip o yerle ilgili duygunu, deneyimini, hayatının önemli bir anını anlamış ve bunu titiz ama merhametli bir bakışla kayda almıştı. Bu, daha önce hiç yaşamadığım bir şeydi.
Borges’in bir öyküsünde, imparator bir şairi sarayına götürür. Saray sonsuzdur, bahçelerle ve yapılarla doludur. Şaire der ki: “Burası hakkında bir şiir yaz.” Şair bir kelimelik bir şiir yazar. İmparator şöyle der: “Sarayımı çaldın.” Ben de öyle hissettim. Tabii iyi anlamda. Çünkü çok derin ve kişisel bir şeye saygı duyulduğunu hissettim.
Ali nihayetinde benim arkadaşım olabilir ama bahçede köpeğimle yürürken ne hissettiğimi, o duvarlara dokunmanın benim için ne anlama geldiğini bilemezdi. Ben kütüphanemi hiç bu kadar bütünlüklü toplamamıştım Fransa’ya gelene kadar. Ve gerçekten de oraya yerleştiğimde artık “Burada öleceğim,” demiştim. Her şeyi tek tek aldık ve büyük bir düzen içerisinde çalıştık. Craig bahçeyi yaptı, evin bize ait olmayan kısmını bile zamanla alıp alanımızı genişlettik. Her şey zaman içerisinde tamamlanmıştı. Sonraysa tüm bunları yitirdik. Ve Ali onu bize geri verdi.
Peki, senin bakış açını dinleyebilir miyiz?
Kazma: Evet, elbette… Benim zihnimde hep şöyle bir ev düşüncesi vardı: Kütüphane etrafında inşa edilen bir ev… Normal şartlarda bunu hayatta yapmam, çünkü böyle bir işe en başından başlamam gerekirdi. En azından o ölçekte. Ama her yaşadığım yerde önemli bir kütüphane oluşturdum.
Ama önce “Kitapları nereye koyacağım?” diye planlayıp hayatı onun etrafına inşa etme fikri beni çok etkiledi. Alberto’yu ve onun yazdıklarını tanıdıkça oraya olan ilgim arttı. Ben orayı; kusurlu dünyada kurulan bir cennet gibi gördüm, sanki korunan bir alan.
Onların evden ayrılacak olması ise hikâyeyi daha da ilginç kıldı. Arkadaşım Paul Erden’in dediği gibi: “Sen kayıplara tahammül edemezsin, bu yüzden o şeyleri kaybetmeden önce görüntüsünü kaydetmek istersin.” Yazarlar kelimelerle bunu yapabilir ama benim için görüntüler çok farklı bir güç taşıyor. Çünkü resim, fotoğraf ya da video, bir deneyimin özünü kelimeler gibi yansıtamaz.
Horatius’un dediği gibi resim ve şiir karşılaştırması bence yanlış bir edim olur. Kelimeler ne kadar metaforik ya da anlamsal boşluklara sahip olursa olsun belirli bir sınıra sahiptir; görüntü ise sınırsızdır. Bu yüzden bir metni görselleştirmek çoğu zaman onu zayıflatır. Ama görüntülerle bir kaybın, bir yasın kaydını tutmak o şeyi hayata geri döndürme çabasıdır. Kelimelerle yas tutmaksa bir mezar taşı gibidir çoğu zaman.
Daha önce bu şekilde düşünmemiştim ama şimdi düşündükçe, dile getirdiklerin üzerinde durdukça sana hak veriyorum. Ve gerçekten hayran kalıyorum. Çoğu insan “Bir gün yapacağım,” deyip geçer ve o şeyi yapmaz. Ama Alberto ve Craig bunu başardılar: Fransa’da bir yer buldular, satın aldılar, işlemlerini yürüttüler. Belki binanın bazı yasal güçlükleri vardı amca onlar tüm teknik zorluklarla dahi baş ettiler. Bu iş oldukça pahalıydı ve büyük bir çaba gerektiriyordu. Para bazen sorun olmayabilir ama bu iş pek çok unsurun bir araya gelmesini zorunlu kılan bir konu, bunun da altını çizmek gerek.
Aynı zamanda partnerinle bütün süreç boyunca sevgi dolu bir ilişki geliştirmen ve bunu sürdürmen gerek. Fikir ayrılıkları, uzlaşmalar derken bunlar kolay şeyler değil. Ayrıca 12. yüzyıldan kalma bir yapı üzerine çalışıyorsun; elektrik tesisatından su işlerine, restorasyona kadar… Bunu düşünmek bile zor ama onlar bütün bunları başardılar.
Bu yüzden bu tür şeyler nadir oluyor. Bunu başaran çok az kişi var. Milyarderler hariç, çünkü onlar başkalarına yaptırıyor. Ama gerçek anlamda bu işi yapmak için kendin yaşamalısın. Bunu başka birine yaptıramazsın.
Yani benim gözümde bu dayanılmaz derecede nadir bir deneyim. Ben bunu görmek, kayıt altına almak istiyorum ve bunu belli bir biçimde sabitlemek istiyorum. “Hayatımda bazı şeyler mümkündü,” demek için. Bunun gelecekte başkalarına ışık tutacağını biliyorum: “Eğer onlar başarabildiyse ben de yapabilirim.” Bu yüzden ben buna bir tür karşı-elegiya diyorum.
Manguel: Evet, tam da elegiyanın tam tersi bir durum söz konusu burada. Haklısın. Bu elegi değil. Denebilir ki: “Bu, dünya üzerinde gerçekten oldu, yaşandı.” Benim için kişisel bir şey bu; ben bunu senin için yapmıyorum. Ben bunu bilmekten büyük bir keyif alıyorum ki bu olasılık gerçek olsun. Nihayetinde oldu da. Diğer videolara baktığımda, Fransa’daki evimiz, Lizbon’daki hayatımız… Ali’nin Boğaz’daki çalışmaları, içinden çıktığı yaşlı kadın, etrafta gezinen kadının çalışmaları, mürekkep yapımı, hat sanatı, dövme… Kaybolan şeyleri yeniden ortaya çıkartmış. Ali sanki uzun bir ömür sürmenin iksirini bulmuş kadar canlı kılıyor. Edebiyat asla bunu yapmaz.
Kazma: Yani benim için bu ikinci iş, Alberto Lizbon’da, cennetten kovulduğunda başına neler geldiğini gösteriyor, anladın mı? Craig ve Alberto, o mükemmel hayatı kurmak için hakikaten inanılmaz şeyler yapmışlardı. Ama birden her şeylerini kaybettiler. Dolayısıyla bence bu iş ilkinden daha çok umutla ilgili. İkincisi evet, umut üzerine. Cennetten kovulabilirsin ama yine de yeniden bir şeyler inşa edebilirsin.
Ben bu süreci çekmek için kayıtlara başladım; başlangıçta hikâyeyi kütüphanenin taşınma süreci olarak planlamıştım. Ama sonunda Alberto’nun yeni bir cennet kurma sürecini, yeni bir şehirde kendi hayatını yaratışını kayıt altına aldım. Bağlantı unsuru kütüphane oldu; hayatındaki o değişmeyen unsur. Hayatını kurarken adımlarını büyük ölçüde o belirliyor gibiydi. Bu onu doğru kararlar almaya yönlendiriyor gibiydi.
Manguel: Evet, kesinlikle. Ali diyor ya, “Hayal kuran ama gerçekleştiremeyen insanlar var.” Benim sırrım yok belki ama biliyorum ki bir hayat istiyorsan -ne tür bir hayat olursa olsun- bir şeylerden vazgeçmek, strateji kurmak gerekiyor. Her şeyi bir anda yapamazsın. Ben aynı anda hem banker hem de şair olamam. Belki bazı insanlar oluyor ama bu temelinde iyi ve doğru bir strateji değil. Ama bir gün gerçekleşeceğine inanırsan mucizeler ortaya çıkabilir. Romanlarda olur ya, “ve sonra buldular birbirlerini…” der gibi. Sona gelindiğinde tüm bunlardan haberdar olsun hani. İşte benim hayatımda da öyle oldu.
Çocukluğumdan beri tekrar eden bir rüyam vardı ama bunu Ali’ye hiç anlatmamıştım: Rüyam iki bölümlüydü. Birincisinde düşüyordum. Korkuyordum. Ama devasa bir el çıkıp beni tutuyordu. İkincisindeyse bir çeşit şekil oyunu oynuyordum: boş delikleri olan bir tahtada parçaları nereye koyacağımı bilemez bir hâlde döneniyordum, ama birden her parça yerli yerine oturuyordu, yuvarlak buraya, kare şuraya, üçgen oraya.
Hayat da işte böyle; bir yandan düşersin ama bir el gelip sana yardımcı olur, her şeyi düzene sokar. Bir yandan da bilmeceyi/bulmacayı çözemezsin ama parçalar bir anda yerli yerine oturur. Paris’te açlıktan ölecekken Arjantin pasaportum nedeniyle hiçbir şey yapamıyordum. Sınır dışı edilmek üzereydim. Sonra bir şey oldu ve her şey değişti… Bu hayatımdaki hemen her dönemeçte oldu, yaşandı.
Kütüphanemi toplamak istediğimde Calgary’deydik; ev yok, kapora yok, hiçbir şey yoktu elde avuçta… Tam da o anda ajans beni aradı: A History of Reading kitabım aynı anda Fransa ve Almanya’da çok satmış. Bir anda 50.000 dolar geldi —her şey sıfırken, sıfırlamışken 50.000 Dolar çok büyük bir şeydir. Bu bize nefes aldırtacak, bize hareket alanı sunacak bir fırsattı, bize büyük bir imkân verdi.
Sonra imkânsız diyorduk ama Poitiers’ten bir kitap imzası için davet geldi. Gittik. O sıralar emlaklar, evler o kadar ucuzdu ki, “Burada bir şato alabilirsiniz, kaleler bile var,” dediler. Ben de şaka yollu şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Manastırınız da var mı?” Craig -o meşhur bakışıyla!- “Bizim ihtiyacımız var mı şimdi buna?” demişti. Emlakçı da, “Manastır yok ama papaz evi var, görmek ister misiniz?” demişti.
Ve bir ânda kendimizi orada bulduk. 12. yüzyıldan kalma bir kilise, büyük taş kapı. Kapı açıldı, güneş, tarihi bahçe, eski ağaçlar… Ardından “İşte bu!” dedim. Craig de, “Pazarlık yapmamız mümkün değil artık,” dedi. Ve işte her şey böyle oldu, bir ânda gerçekleşti.
Hayatım boyunca benim için her şey hep böyle oldu. Sonra yine ayrıldık Fransa’dan. Aynı anda Princeton’dan, Columbia’dan öğretim davetleri geldi. New York’a gittik. Kurslar tamamlandı. “Şimdi ne yapacağım?” derken Arjantin’den Ulusal Kütüphane direktörlüğü teklifi geldi. Sonra Lizbon. Ardından Lizbon’dan bir telefon daha geldi: “Kitaplarınızı bize bağışlamak ister misiniz? Size saray, kütüphaneci ekibi, her şeyi veririz.” Ardından biz de sonunda bu bağışı yapmaya karar verdik, tekliflerini kabul ettik.
İşte bu yüzden Lizbon’a yerleştik. Hayat, kötü bir roman gibi, çok fazla tesadüfle doludur. Japon dedektif romanlarındaki gibi; bir bakarsın biri “Eh!” der ve bir anda her şey çözüme kavuşur, nihayete erer. Ama hayat da biraz böyledir. Böyle bir roman yazsan kimse inanmaz ama gerçek hayatta böyle şeyler yaşanıyor işte. Benim için hikâye bundan ibaret.
Sergiyle devam etmek istiyorum. Burada da artık soruları biraz Ali Kazma’ya yönlendireceğim. Şimdi birincisi, serginin başlığı ve genel konseptiyle alakalı olarak zaten temel meselelerden birisi, yazarın zihnini bir manzara resmi gibi tahayyül etme ve onun üzerine düşünme. Az önce de aslında Alberto’yla bu konuya dair uzun bir giriş yaptık. Yani bu enteresan bir eşleşme çünkü bir zihni görmek, bir zihni görmeye çalışmak enteresan bir olay temelinde, farklı türden bir arzu. Bunu videoyla yapmak bence, işte görsel işlerle yapmak daha da zor bence, çetrefilli de bir iş. İlk olarak bu fikir, serginin merkezinde yer alan bu temel yaklaşım nasıl gelişti?
Kazma: Bu yaklaşık 15 yıldır üzerine düşündüğüm bir meseleydi. Birtakım işler üretmeye başladığımda insanın dünyayı kapsaması ve bu süreçte kendi hayatını inşa etmesiyle ilgili her şeyi kayda alma düşüncesiyle yola çıktım. Projeyi oldukça geniş tanımladım çünkü tüm bu alanlar ilgi alanımın içindeydi. Yaklaşık 25-30 yıl önce bu meseleler üzerine çalışmaya karar verdim. Hareketli görüntü ve film geçmişinden geliyorum; video üretiyorum. Bu mecra, değişim, dönüşüm ve hareket gibi unsurlarla en doğal şekilde ilişki kurabilen bir alan. Film, bu süreçleri yakından ya da uzaktan, yavaş ya da hızlı biçimde çok iyi kaydeder ve işlerinizde bunu gösterebilirsiniz.
Ben de bu yüzden ilk işlerimde maddenin dönüşümü, objelerin üretimi, bozulanın tamiri gibi maddesel süreçleri ele aldım. Zanaat, endüstri ve sanatın resim veya heykel gibi malzemeyle doğrudan ilişki kurduğu alanlarda pek çok video ürettim. Ancak tüm bunlarla birlikte insanın zihinsel üretim sürecine, özellikle de edebi olan yaratım biçimine ilgi duymam kaçınılmazdı. Bu baştan beri kapsamımda olan bir alandı.
Madde üzerine yaptığım işler biriktikçe ve belli bir külliyat oluşunca zihinsel süreci temsil etmenin yollarını aramaya başladım. Hareketli görüntüyle insanın zihnindekini görsel olarak temsil etmek oldukça zor. Alberto’yla yaptığım ilk video ve diğer sanatçıların stüdyolarını çektiğim videolar aracılığıyla sanatçıların etrafında biriken objeler, yazılar, kitaplar, sandalyeler gibi unsurlar üzerinden zihinsel dünyalarına dair ipuçları vermenin mümkün olabileceğini fark ettim.
Sarkis’in stüdyosunda gerçekleştirdiğim işte bunu çok net biçimde gördüm. Sarkis’in görsel sanatçı olması bunu kolaylaştırdı. Benzer biçimde Füsun Onur’un evinde yaptığım işte de onun topladığı objeler üzerinden bu zihinsel temsili kurmak mümkün oldu. Zamanla fark ettim ki yazarlar da yalnızca yazıyla çalışmıyor. Özellikle Alberto Manguel ve Orhan Pamuk gibi bazı yazarların görsel dünyaları da oldukça zengin. Çoğu, yazı yazarken kullandığı eliyle desenler de yapıyor. Alberto’da bunu açıkça görebilirsiniz.
Kesinlikle. Az önce de bahsettiğiniz gibi Orhan Pamuk da bunu sıklıkla yapıyor mesela.
Kazma: Orhan Pamuk zaten resimle çok ilgilenen, bu konuda eğitimi olan biri. Yazdıkları, çizdikleri, desenleri, mürekkepleri, evin içine yayılış biçimi, mekânı kullanma şekli, kütüphanelerini düzenleyiş biçimi… Bütün bunlar, zihinsel süreçlerine ışık tutan unsurlar. Bu açıdan, yazarların da zihinsel dünyalarının görselleştirilebileceğini fark ettim ve bunu denemeye başladım. İlk olarak Alberto ile yaptığım işte, House of Letters adlı projede bu yaklaşımı geliştirdim.
Daha sonra kitabın fiziksel yönleriyle ilgili projeler yaptım; baskı makineleri, dizgi, mürekkep gibi unsurları çektim. Orhan Pamuk ve Alberto ile yaptığım ikinci iş ve Orhan Pamuk’la gerçekleştirdiğim Mürekkep Evi projesi, bu yaklaşımı uygulamak için çok uygun bir zemin sağladı. Bu iki yazar, çevrelerinde bıraktıkları izlerle zihinsel dünyalarına dair çok şey anlatıyorlar. Yazdıkları, çizdikleri, yaşama biçimleri, kitapları, mutfak ilgileri, hatta yaptıkları kuklalar ve okudukları klasik metinlerle… Tüm bu yönler edebi yaratım süreçlerini görselleştirmeye olanak tanıdı.
Orhan Pamuk’un stüdyosunda 25 binden fazla sayfa el yazması var. Bu sayfaların içinde desenler, kendine verdiği nasihatler, arayışlar, ümitsizlikler, sabırsızlıklar, kıskançlıklar ve itiraflar bulunuyor. Katalogda yazdığım kısa bir yazıda da belirttiğim gibi, bu el yazmaları adeta bir vahşi doğa gibi. Her şey filtrelenmeden, olduğu haliyle ya da oluş anına çok yakın biçimde yer alıyor. Oysa kitap kamusal bir üründür; üzerinde çalışılır, yeniden yazılır, düzeltilir. El yazmaları ise zihnin iç işleyişine çok daha doğrudan bir pencere açar. Ben de bu fikir üzerinden ilerledim.
Şuradaki ayrımı nasıl görmeliyiz peki: Sanatçıların evlerini, stüdyolarını ziyaret etmek başka bir şey; yazarların ya da düşünürlerin mekânlarına girmek başka bir şey. Bütün bu insanların zihin yapıları arasında nasıl bir fark var? Yazarların zihinleri belli bir noktada mı ayrışıyor? Sanatçılar farklı bir merkeze mi odaklanıyor?
Kazma: Bu konu üzerine Orhan Pamuk’un yazdığı Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabından söz edilebilir. Kitapta Schiller’in bir makalesine atıfla yaratıcı süreçlerin iki tipe ayrıldığını anlatıyor. Birinci tip, hayatın içinden, doğal akış içinde üreten, tecrübelerini fazla didiklemeden eser ortaya koyan yaratıcılar. Orhan Bey’in kendini konumlandırdığı diğer taraf ise düşünsel olan: Devamlı kendinden şüphe eden, yazdığını tekrar tekrar sorgulayan, bozan ve yeniden yazan bir yapı. Bence bütün sanatçılar bu iki uç arasında gidip geliyor. Ben de kendimi o ilk tipe daha yakın hissediyorum ama işlerimde yoğun bir planlama, düşünme ve tekrar etme süreci var.
Sarkis’in yapıtıyla Füsun Onur’unkiler çok farklı. Hem insanlar olarak, hem düşünme biçimleri, hem de malzemeye yaklaşımları farklı. Hatta düşündüklerini kaydetme yöntemleri bile değişiyor. Sarkis’in stüdyosunda düzen ve arşivcilik çok baskınken, Füsun Onur’da süreç daha serbest. Beş sene önce yaptığı bir işi bitmiş sayıp bırakabiliyor. Bu tür farklar yaratım süreçlerine de yansıyor. Her biri farklı izler bırakıyor, farklı şeylere önem veriyor, farklı bir yaşam ritmi oluşturuyor. Bu insanların üretim süreçlerini gözlemlemek gerçekten heyecan verici.
Mesela Gülsün Karamustafa’nın bir işi var. 25 yılda tamamlamış. Kendisine “Sizi 25 yıl boyunca bu işi tamamlamaktan alıkoyan neydi?” diye sordum. Gülsün Hanım da şöyle dedi: “25 yıl boyunca aynı tuvalde çalışmadım. Zihnimde dolaşan imgeler ve daha birçok şey vardı. Ve sonunda o resmi yeni bir tuvale aktardım. Ancak öyle tamamlandı.” Bunun açıklaması her zaman rasyonel olmayabiliyor. Bazen tamamlanmamışlık hissi veya sadece zihinde dolaşan bir şey onu bitirmeye engel oluyor.
Kazma: Evet, ama o bir haftada ortaya çıkan işler bile aslında 10 yıl süren bir düşünce sürecinin ürünü olabiliyor. “Aklıma bir fikir geldi ve hemen yaptım,” türü sanatçılar da var tabii ama o tür bir üretim pratiğinden bahsetmiyoruz burada. Hızlıca ortaya çıkan işler bile aslında uzun süredir zihinde dolaşan bir fikrin dışavurumu.
Tabii, Picasso’nun dediği gibi: “40 yıl artı 5 dakika.” O son 5 dakika, 40 yılın birikimiyle mümkün. Sergide burada iki özel iş var ki bunlar benim de en sevdiklerimden. Bir yanda Orhan Pamuk, öbür yanda Alberto Manguel. İkisi de yazar ama çok farklı temellerden geliyorlar. Orhan Bey romancı ve kurgu yazarı; Manguel ise denemeler yazıyor, düşündükleri ve okudukları üzerine metinler kaleme alıyor. Kurguda biri, diğeri kurgu dışı metinlerde ilerliyor ama her ikisi de çok yönlü. Kütüphane tutkuları da çok farklı. Orhan Bey’in kütüphanesi şu an Pamuk Apartmanı’nda sergileniyor.
Kazma: Aslında kütüphanelerin kaderi biraz bu. Benim kitaplarım da şu anda kutularda. Herkesin başına geliyor. Bazı kitaplar maddi değeri olmayan ama manevi olarak önemli nesneler hâline geliyor. Obje olarak kitapla bağ kuran biriyim. İçeriği kadar fiziksel hali de ilgimi çekiyor. Manguel ile Pamuk’un kütüphaneleri de bu açıdan çok farklı.
Kendi kütüphane tecrübemi de katarsam, insan kütüphanesinin kendisinin bir uzantısı olmasını istiyor. Bazı yazarlar var ki kitaplarını kütüphanemde bulundurmak istemem; bazılarını ise tamamen orada görmek isterim. Alberto’nun kütüphanesi bu anlamda çok dikkat çekici. Hangi kitapların yan yana geldiği bile başlı başına anlamlı.
Tam sayısını bilemiyorum ama kütüphanesinde yaklaşık 50 bin kitap var. İngiliz edebiyatı çok güçlü bir şekilde temsil ediliyor. Dante üzerine yazılmış neredeyse bütün kitaplara sahip. Borges, Melville gibi yazarlar üzerine derinlikli koleksiyonları var. Bazı yazarlarla dostlukları da olmuş; Doris Lessing ve Margaret Atwood gibi isimlerin kitaplarını bilhassa özenle sakladığını tahmin ediyorum. Manguel’in kurduğu kütüphane aslında onun kendisi. Salman Rüşdi bir defasında onun için “yürüyen kütüphane” demişti.
Orhan Pamuk’un kütüphanesi de çok büyük, yanlış hatırlamıyorsam 20 bin kitap civarında. Orada çok fazla roman var ama ansiklopediler, kostüm kitapları, haritalar gibi farklı kaynaklara da yer veriyor. Orhan Bey, bir romana çalışırken o döneme ait her şeyi topluyor. Kütüphanelerde araştırma yapıyor, neredeyse bir tez yazarı titizliğiyle konularına eğiliyor. Yazdığı her kitapla birlikte kütüphanesi değişiyor, zenginleşiyor.
İki yazar için de kitabın fiziksel formu çok kıymetli. Bu yüzden bu kadar fazla kitapları var ve bu kitaplar hayatlarının bir parçası hâline gelmiş durumda. Sürekli bir sirkülasyon içinde yaşıyorlar: bir yerden alınıp başka bir yere konuyorlar, masaların üzeri kitaplarla dolu. Sayfaları açık halde çalışıyorlar. Bu da o anda zihinden geçenlerle doğrudan ilişkili.
Peki bu serginin oluşum sürecinde, mürekkep, yayıncılık, matbaa gibi unsurlar merkeze yerleşiyor. Ama aynı zamanda dijital unsurlar da var. Tüm bu imgeler sizin sanat pratiğinizi nasıl etkiledi?
Kazma: 1997’den beri işler üretiyorum. Videoya 1995’te başladım. Fotoğrafla daha da eskiye gider. Video pratiğim 1997’ye dayanıyor. Yani 28 yıl olmuş. Bu süre zarfında 70 ila 75 arasında video işim oldu. Bu işlerde insanın yaşadığı tarihe ve dünyaya dair çok çeşitli temaları işledim: Otomobil fabrikası, taksidermi, kasap, saat tamiri, beyin cerrahisi, dansçılar, tiyatro grupları, aktörler, yazarlar, ressamlar, ağır sanayi, çelik sanayi, cam işçiliği…
Tüm bu işlerin ortak bir özelliği var: hepsini ben çektim, kamerayı ben kullandım ve montajı ben yaptım. Tek bir gözle, sübjektif bir bakışla ortaya çıkan işler bunlar. Bu da onların birbirleriyle diyalog kurmasına olanak tanıyor. Ritimleri, birbirlerine açtıkları alanlar, mekânsal düzenlemeleri bu tek bakış sayesinde anlamlı hâle geliyor. Tüm bu 75 parçayı modüler öğeler gibi düşünürsek, büyük ölçekli sergilerde farklı kombinasyonlarla yeni diyaloglar kurabiliyorum.
Bu sergide beni uzun süredir ilgilendiren bir düşünceyi görselleştirmeye çalıştım. Altı video gösteriyorum ama başka işlerim de var: Lozan’da büyük bir matbaada yaptığım Press, Paris’teki en eski litografi stüdyolarından biriyle gerçekleştirdiğim bir çalışma, Wooster Group’un Hamlet performansıyla ilgili bir iş, yere kanvas serip üzerinden geçen bir ressamla ilgili video… Bunlar burada gösterilmiyor ama aynı tematik çerçeve içinde düşünülebilir.
Londra’da skarifikasyon yapan gençlerle ilgili bir çalışmam da var, kelimeleri bedenlerine kazıyorlar. Bu da yazının bedenselleşmiş bir hali. Bu sergide, tüm bu fikirlerin daha sade ama yoğun bir mekânsal temsili üzerinde durdum.
Bu serginin mekânı yaklaşık 250-300 metrekare civarında. Bu ölçekte, bu boyutta ve bu tür objelerle birlikte düşündüğümde, bu işlerin bir arada iyi bir diyalog kurabileceğini hissettim. Düşünmenin, yaratmanın, düşünceyi kâğıda dökmenin; dökülen düşüncenin ise kuklalara, boyalara ya da başka nesnelere dönüşerek dünyaya yeniden aktarılmasının temsilini bu sergide kurmak istedim. Bu gidip gelmeli süreci –zihinle dünya arasında gidip gelen üretim döngüsünü– bu mekânda, bu sergiyle görünür kılmaya çalıştım.
Bu sergide daha önce hiç yapmadığım bir şeyi de yaptım: Objeler gösterdim. Genelde sergilerimde elektrik kesilirse hiçbir şey kalmaz. Projeksiyonlar kapanır, mekân adeta boşalır. Ancak burada mekânın içinde fiziksel objeler de var. Bunlar sadece izleyiciyi tutmak için değil, aynı zamanda düşünsel ve görsel içeriğin devamı olarak yerleştirildi.
Ben İmalathane’deki serginizi de görmüştüm, Bursa’da. Oradaki işleriniz de çok etkileyiciydi. Ayrıca, yanlış hatırlamıyorsam SAHA’da ya da başka bir yerde, deniz fenerleriyle ilgili bir konuşma ve işlerinizi de görmüştüm.
Kazma: Evet, olabilir. Deniz fenerleri üzerine olan proje biraz daha eskiydi. İmalathane’den daha önceydi. Sanırım 2017’de yapmıştım o işi. İmalathane ise 2019 ya da 2020 yılına denk geliyor.
Yani bu sergide hem önceki sergilerle fikrî devamlılık taşıyan unsurlar var hem de yeni açılımlar. Özellikle objelerle birlikte bunu görmek mümkün.
Kazma: Evet, bu sergide ilk kez kendi defterlerimi göstermenin yanı sıra bazı özel objelere de yer verdim. Örneğin, kaligraf Ömer Faruk Dere’nin çizdiği “elif” harfini videoda görebilirsiniz. Sekiz tane elif çiziyor, hiçbirinden memnun kalmıyor. Son çizdiğini beğeniyor ve onu bana hediye ediyor. O çalışmayı çerçeveletip sergiye astık.
Yine aynı şekilde Alberto Manguel’in Narmanlı Han’ı çizdiği küçük bir çizimi de sergide yer alıyor. Bu çizim hem sergide bir obje olarak yer alıyor hem de videoda görünüyor. Bu tür küçük ama etkili detaylarla edebi olanla görsel olanın, maddesel olanla düşünsel olanın nasıl iç içe geçtiğini göstermek istedim. Bu sergi, bu açıdan benim pratiğimde farklı ve yeni bir yönü temsil ediyor.
Benim için de öyle. Zaten edebiyat kökenliyim; edebiyat mezunuyum ve doktoramı da edebiyat üzerine yapıyorum. Bu nedenle bu söyleşiyi özellikle yapmak istedim. Edebiyatla sanatı birleştiren, Manguel gibi bir ismi bu sürece dahil eden bir sergi olması çok anlamlı. Bence bu sergide çok doğru kesişimler yakalanmış. Umarım devamı da gelir!
