Orhan Taylan 1941 Samsun doğumlu. 1965’te Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduktan sonra Türkiye’ye dönüyor ve hemen sonra Türkiye İşçi Partisi’ne katılıyor. Böylelikle solun görsel hafızasına unutulmaz çentikler atmaya başlıyor.
TİP’in, çeşitli sendikaların görsel işlerini üstleniyor ve ortaya uzun yıllar konuşulacak, kullanılacak işler çıkarıyor. Örneğin meşhur, avuç içinde tutulan dünya temsiliyle kullanılmaya başlanan 1 Mayıs afişi onun elinden çıkıyor. Yine 1 Mayıslar’da kullanılan eylem alanlarının duvarlarını süsleyen resimlerin çoğu Taylan’ın eseri. Ki bu alan resimleri günümüzde de kullanılıyor.
Taylan, Asmalı’daki ev-atölyesinde karşılıyor beni. Hemen yanında tanıdık bir isim var: Fersa Pulhan Acar. Taylan’ın ‘76 1 Mayıs afişi ise giriş kapısının hemen yanında. Hem kendi hikâyesini hem de solun görsel serüvenine tanıklık ettiği dönemi dinlemek, o dönem neler yapıp neler yapamadıklarını öğrenmek için Orhan Taylan’a bağlanıyoruz.
1965’te Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldunuz. Marksist düşünceyle nasıl tanıştınız ve akademiden sonra yaşamınız nasıl şekillendi, biraz anlatabilir misiniz?
Orhan Taylan: İtalya’ya gitmeden önce Marksizm’le herhangi bir ilişkim olmamıştı. İtalya’ya 1961’de gittim. Henüz savaş sonrası ortamı koşullarından çıkmamıştı İtalya. Hâlâ çok yaygın bir yoksulluk vardı. Roma’nın bizim Kasımpaşa gibi şehir merkezinde kalan ama oldukça yoksul bir mahallesinde ev kiraladım ve okula başladım. Gerek okulda, gerekse mahallede İtalyan Komünist Partisi çok popülerdi. Okul arkadaşlarım olsun, mahalleden tanıdıklarım olsun hepsi komünist partisine üyeydiler. Bir sürü insan vardı çevremde parti üyesi olan, çünkü savaş yıllarında Alman işgali sırasında Almanlara karşı en sıkı mücadeleyi İtalyan Komünist Partisi vermişti. O yüzden halk arasında çok seviliyordu. Hatta savaş sonrasında bir ya da iki yıl koalisyona da katılıyor ama sonra tabii ABD’nin baskısıyla koalisyondan çıkarılıyor; ama tabii çok popülerdi. 1 Mayıslarda kortejler yürürken en büyük grup Komünist Parti ve ona yakın sendika konfederasyonuydu. CGdl’ydi (Confederazione Generale del Lavoro) adı, bizim DİSK (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) gibi. Komünist olmanın kendisi popülerdi zaten o dönem. ‘68’in ayak sesleri de duyuluyordu. ‘65’te okul işgali düzenledik biz. 65’te başlamıştı hareketlilik, 68’te zirveye çıktı; ama Türkiye’de bir yıl sonra gerçekleşti bu eylemlikler.
O dönem pek çok sanatçıyla çalıştınız ve sendikaların, meslek örgütlerinin en görünür işleri sizlerin elinden çıktı. Kimlerle çalıştınız, neler yaptınız, hangi sendikalardı bunlar?
O.T.: Tabii DİSK, bir de özel olarak Maden-İş Sendikası. İşçi Partisi’nden edindiğim çok yakın arkadaşlarımdan biri Mehmet Ertürk’tü. Mehmet önce Maden-İş Sendikası’nın, sonra da DİSK’in genel sekreteri oldu. Mehmet’e “Ben size afiş yapayım,” dedim. Yap bakalım, dedi. Sonra baktılar tuttu bayağı ve popüler oldu bu iş, bütün sokaklar afişlenmeye başladı. Afiş işini Türkiye’ye biraz da ben getirdim diyebilirim, İtalya’da gördüğüm örneklerden de yola çıkarak tabii. Meşhur 1 Mayıs afişini bu esnada çıkardım örneğin.
Mehmet’i anmışken şöyle tatlı bir anıyı da eklemek isterim. Bir gün yanıma geldi ve “Kemal Türkler seninle görüşmek istiyor bir afiş için,” dedi Mehmet. Kalkıp gittim Maden-İş’e. Kemal Abi eline bir kâğıt aldı ve “Orhancığım şimdi bak,” dedi. Eline bir tükenmez kalem alıp çizmeye başladı. “Bir işçi olacak”, işçiyi çizdi. “Tabii tulum olacak üzerinde”, tulumu da çizdi. “Ayağının altında ejderhayla, yılan gibi bir şey olacak”, onu da çizdi. Yılanın üzerinde “Kapitalizm” yazacak dedi, onu da yazdı. Bir de bayrak olacak ve üstünde DİSK yazacak dedi. İşçinin eline bayrağı tutturdu ve DİSK yazdı. “Tamam Kemal Abi, alıyorum kâğıdı,” dedim. Yok, yok dedi. Sonra nedense yapmadık o afişi. Komple çizmişti halbuki. Çok hoşuma gitmişti.
Fersa Pulhan Acar: Ama ondan önce de o koca koca afişleri yapardın Orhan. Mitinglerde duvarlada görülen alan resimlerini ya da. Muazzam işlerdi onlar.
O. T.: Evet. ‘76 ve ‘77’deki alan resimlerini de ben yapmıştım.
Aynı zamanda TİP üyesisiniz o dönem. TİP’le tanışmanız nasıl oldu ya da TİP’te size cazip gelen neydi?
O.T.: Türkiye’ye döner dönmez gittim ve üye oldum İşçi Partisi’ne. Türkiye’deki tek legal sol partiydi TİP o zaman. Kapısını çaldım ve üye olmak istiyorum dedim, kimseyi tanımıyordum çünkü. Sanatçılara yapılan çağrıdan sonraydı tabii bu. Çünkü Yaşar Kemal, Dino, Çetin Altanlar falan üye olmuştu zaten ben gittiğimde. Henüz İtalya’daydım zaten sanatçılara çağrı yapıldığında.
Sol camia sizi belki de en çok, ünlü 1 Mayıs 1976 afişinizle tanıyor. Bu afişi tasarlama sürecinizden biraz bahseder misiniz? Böyle bir etki yaratacağını düşünüyor muydunuz?
O. T.: Evet; ama şöyle evet. Çok çarpıcı bir leke düzeni kullandığımı biliyorum. Beyaz zemin üzerine kırmızı leke; fakat etrafı siyahla koyultulmuş bir kırmızı leke. Düşündüğünüzde bu çok çarpıcı bir leke düzenidir. Ben de onu kullandım. Dünya, siyahla çizilmiş eller ve beyaz zemin. Tabii orijinalinde eller ve dünyanın arasından çiçekler saçılıyordu. 1 Mayıs İşçi Bayramı imajı için saçılan çiçekler yapmıştım. Sonra çeşitli baskılar yapıldı ve çiçekler giderek yok oldu. Çünkü çiçekleri koyduğunuz zaman üç, hatta dört renk basmak gerekiyordu: Sarı, kırmızı, mavi ve siyah. Bu da maliyet demekti. Bir zamanlar DİSK yöneticilerine danışman adı altında yardımcılar atanırdı. Farklı bir grup danışman geldiğinde benim imzam da silinmişti afişin üzerinden. Bir süre öyle basıldı. Sonra yine imzalı basıldı. Maceralı bir afiş olarak sürdü gitti, hâlâ kullanılıyor. Simge oldu. Yaparken keyifle yaptım tabii, gerisi benim dışımda gelişti. Ama keyif alıyorum hâlâ tabii kendi işimi gördüğüm için.
Bir dönem Görsel Sanatçılar Derneği başkanıydınız. GSD’nin sergi çalışmaları SALT’ın dijital arşivinde mevcut ve görüyoruz ki döneminin hayli ilerisinde bu işler. Nasıl bir deneyimdi bu sizin için?
O. T.: Derneğe 1976’da üye oldum ve biz bir grup olarak genel kurulda yönetimi devraldık. Çünkü dernekçiliği iyi biliyorduk. Yönetimi devraldıktan sonra başkan oldum. Çok aktif bir kadromuz vardı. 1 Mayıslarda da pankartımızı açar yürürdük. Bir tane de sergi yaptık o dönem, ‘77 1 Mayısı için. Polisin saldırdığı 1 Mayıs’ta, Spor Sergi Sarayı’nın üst katında sergi hazırlıyorduk. Çok uzak değil tabii Taksim Meydanı’na. Sonra birileri geldi ve meydanda arbede çıktı dediler. Bıraktık koşarak meydana gittik; ama gittiğimizde saldırı bitmişti.
O dönem üretilen duvar resimleri, afiş, albüm ve kitap kapaklarında Sovyet etkisinin hissedildiği pek çok eser görüyoruz. Siz kendi işleriniz adına ne söylersiniz? Yol gösterici miydi Sovyet afişleri?
O. T.: Bu tür grafik işlerde çok kopya çekilir. O yüzden Rus afişleri çok tekrarlandı Türkiye’de; ama bizim ilham kaynağımız Paris ‘68 afişleri oldu. Onlar çünkü çok daha basit tekniklerle basılan; ama çok daha yalın, çarpıcı afişlerdi ve bize daha yakın gelmişti. Moskova’dakiler tabii resmi işler olduğu için matbaada basılıyordu ve çok renkli afişlerdi. Biz halbuki öyle gelişkin tekniklere sahip değildik. Örneğin fotoğraf kullanamıyorduk, doğrudan serigraf tezgâhının üzerine elimizle çizerdik. Daha hızlı sonuç alabilmek için. Yoksa daha gelişkin sistemlerde bu fotoğraf yoluyla yapılır. Büyük boy bir fotoğraf filmi hazırlanır, o fotoğraf emülsiyon sürerek ipeğin üzerine pozlandırılır ışıkla. Masraflı bir sistem. Onu da kullandık zaman zaman ama biz daha çok Tan’la (Oral) elimizle çizerdik. Serigrafide kullandığın sentetik boyanın bozmayacağı bir boyayla, selülozik boyayla çalışırdık. Çizimi ve yazıları yine elle yapar ve basardık.
Tan Oral’dan bahsettiniz. O dönem başka hangi sanatçılarla çalıştınız?
O. T.: Sadık ve Gülsün Karamustafa’yla tabii. Kuzgun’la da çok çalıştık. Gerçi Kuzgun afiş işlerine karışmazdı; fakat Lastik-İş Sendikası’nın bir kuruluş yıldönümü olmuştu. Bir tane lastik heykel yapmıştı. Lateksten bir lastik işçisi heykeli. Ben de bir afiş yapmıştım Lastik-İş Sendikası için, halay çeken insanlardan oluşan. Yine Sergi Sarayı’nda sergilenmişti. Lateks dediğimiz de beyaz, esnek bir malzeme. Gelen geçen makas alıyordu işçiden ve işçinin yanağı uzuyordu böylece. Ama güzel bir işti, insan boyundan daha büyük bir heykeldi.
F. P. A.: O daha çok grevlere heykeller yapıyordu. Sokak tiyatrolarında oynuyorduk bir de, o tür etkinlikler için maskeler yapıyordu.
O. T.: O grevlerinden birinde eğlenceli bir anım var. Grundig Grevi vardı, Barbaros Bulvarı üstünde, Dikilitaş’ın biraz yukarısındaki Grundig Fabrikası’nda. İşçi Partisi olarak dayanışma için fabrikaya gittik. Bir-iki kişi vardı tanıdığım, İşçi Partisi üyesiydi çünkü o işçiler de. “Aman iyi ki geldin abi, bir resim isteyeceğiz senden,” dediler. Ne resmi dedim, “Patronun resmi,” dediler. Binanın üstüne asar, bir de slogan yazarız altına diye eklediler. Dedim ben patronu tanımam; ama baktım bezi hazır edip yere sermişler. Kocaman da bir bez. Neyse bezin üzerine çıktım “Patron neye benziyor?” dedim. Başladılar “Ne domuzdur o, haindir!” Yahu tamam da, neye benziyor, oraya domuz resmi yapacak değilim. (Gülüyor) Ama başka tarif gelmiyor: “Vicdansızdır, para ödemez, çirkindir.” Baktım olmayacak, çizmeye başladım bir kafa. Bıyığı var mı? Var. Bir de badem bıyık koydum. “Hah tamam, tıpkı oldu,” diye alkışlamaya başladılar. Eminim ki hiç alakası yok. (Gülüyor) Onların coşkusuyla hain bir patron suratı çizmiştim kocaman.
F. P. A.: Bir grevden öbür greve koşulurdu zaten Orhan, hatırlamıyor musun? Bir günde iki-üç grev dolaşılırdı. Herkes işin bir ucundan tutuyordu.
İmkânlarınız kısıtlıydı ama istediğiniz işleri de ürettiniz değil mi bir yandan?
O. T.: Tabii. Neler yaptık ama… Ama diyeceğim çünkü ‘71’deki darbeden sonra polis ve askerlerden oluşan baskın timleri, evleri basıp kitapları yakmaya başlayınca biz de afişlerin hepsini yok ettik. Belge saklamanın önemini henüz kavrayamadığımız yıllardı demek ki, fotoğraflarını da çekip saklamadık. Yok ettik.
F. P. A.: Fotoğraflarını çekmek de başka bir işti ama. Makineyle çekeceksin, yıkatmaya yurt dışına yollayacaksın. O hengamede de kimsenin aklına gelecek bir şey değil ki. Bir yandan polisten kurtulmaya çalışıyorsun bir yandan onları saklıyorsun.
Dönemin işçi imgesi çoğu işte gördüğümüz üzere erkek işçilerden oluşuyor. 8 Mart afişleri dışında kadınların afişlerde çok da görünmemesine dair ne düşünüyorsunuz? Veya o dönem yürütülen bir tartışma var mıydı bununla ilgili?
O. T.: Hayır yoktu. Ya İngiliz anahtarı tutacak ya çekiç tutacak, “kadın eline yakışmıyor bunlar” algısı hâkimdi o dönem tabii ve dolayısıyla erkek işçi çizilirdi. Tartışıldığını da hatırlamıyorum açıkçası. Bu elbette bizim eksikliğimizdi.
Özellikle TİP’le görünür olan sanatsal yönü baskın çalışmalar ne zaman sönümlenmeye başladı?
O. T.: ‘71’de zaten kapatıldı TİP. Ondan sonra eskisi gibi üretim olmadı. Ki zaten askeri darbe süreci de hepimizi derinden etkiledi. TİP deyince ama şunu anmadan geçemeyeceğim. Unutamadığım bir afiş tasarlamıştım ben, hatta Behice Hanım’a da (Boran) göstermiştim: “İleride, ileride,” demişti o bana. Türk bayrağı yaptım, ortasında bir çekiç ve çekicin üzerine de yıldızı oturttum. Keşke en azından o dönem yaptığım bazı işlerim arşivimde kalabilseydi. Bu konuda tabii çok buruğum.