Queer Sanat

Queer düşünce, beden ve performans: Leman Sevda Darıcıoğlu’nun sanatı

Queer Sanat yazı dizisi kapsamında Leman Sevda Darıcıoğlu’yla queer düşüncenin ve performansın dönüşümünü konuştuk.

White Roses, Pink Glitter, 6 October 2020, Haus der Statistik, Berlin. As part of “Glitter and Grief” organized by Solitsoli, Nawara, Gay Shame. With the curatorial support of Performistanbul. Photo by Esra Gültekin

İhtiyaç: Sen’deki Bir Güle Bakmak performansı, Queer Düş’ün kitap serisindeki çalışmaları, İstanbul Queer Art Collective ve Hayal Pavyonu… Son yıllarda Performistanbul bünyesinde gerçekleştirdiği performans çalışmalarıyla queer sanat alanında kendine özgü bir yol çizen Leman Sevda Darıcıoğlu aslında uzun yıllardır LGBTİ+ hareketinin içinde.

Queer Sanat yazı dizisi kapsamında konuştuğumuz Darıcıoğlu bize 2000’li yılların başındaki queer feminist hareketliliğin dönüşümünü, sanat dilini bulma serüvenini ve son dönem çalışmalarını anlattı. Darıcıoğlu’nun işaret ettiği tartışma başlıkları queer düşüncenin ve sanatın da dönüşümünü hatırlatıyor.  

Seni çoğunlukla 2014 yılı sonrası sanat çalışmalarından tanıyoruz. Ancak 2000’lerden bu yana aktivizmin içindesin. Lambdaistanbul’da, feminist örgütlerde çalışmalar yapmıştın. O dönemi biraz anlatır mısın? Nasıl bir aktivizm ve sanat ortamı vardı? Sen neler yapıyordun?

Evet, 2000’lerin sonlarına doğru hayallerin ve amaçların daha büyük olduğu, belki biraz da romantik bir dönemde önce antimilitaristler ve anarşistler ile ilişkilenmiştim. Erkeklik ve homo/trans-fobi mevzu edilen konulardan olsa da cis-hetero erkeklerin ağırlıkta olduğu bu dünyadaki bitmeyen ideolojik tartışmalardan sıkılmam bu ağırlıkla birleşince zamanla queer aktivizmle içli dışlı olmaya başladım.

Dahil olduğum dönemde feminist hareketle bolca ilişki kuran; hem siyasal alan hem gündelik hayatın politikalarını kendine dert edinen; nefret cinayetlerine karşı eylemler, homo/trans-fobik bir tutum göstermiş olan işletmelere protesto eylemleri, trans bedenlerin patolojikleştirilmesine karşı kampanyalar vb. örgütlemenin yanı sıra Türkiye politikasına dair aktif bir söz üreten bir LGBTİ+ hareketi vardı. Yoğun sokak eylemleri, basın açıklamaları programının yanı sıra bu, etik, estetik ve politika çerçevelerinde yoğun bir iç ajandası olan bir dönemdi. Sergiler, sanatsal üretimleri de içeren atölyeler ve film gösterimleri düzenlenir, queer bir estetik ve etik tartışılırdı.

2010’ların ilk yarısı trans/queer-feminist ruhun gitgide yükseldiği yıllardı. Taksim’in birçok sokağında kadın-trans sokak işgalleri gerçekleştirilir; şiir okumaları, danslar, spoken word performansları yapılır, queer palyaçolar olur, kadınlar ve translar olarak bir süre sokağın ruhunu estetik-politikle değiştirirdik. Zaman zaman yalnızca kadınlara ve translara açık partiler düzenlenir, buralarda kadın ve trans müzisyenler, DJ’ler sahne alırdı. Yanı sıra bir dönem mekânsal olarak aynı sokağı paylaşan Lambdaistanbul ve Amargi’nin sosyal merkez olarak işlediklerini, gündelik hayatın da komünite olarak beraber yaşandığını hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

2000’li yıllar sokak kadın-trans sokak işgallerinden, Leman Sevda Darıcıoğlu fotoğraf arşivi

2012 yılında Onur Haftası ekibi olarak birkaç yıldır düzenlenmeyen Onur Haftası sergilerini geri getirmeye karar verdiğimizde sevgili Osman Kavala’nın verdiği destekle Cezayir’de Baskı Haz Beden adlı sergiyi düzenledik. Bu sergi için ilk çağdaş sanat işim philia‘yı gerçekleştirerek çağdaş sanat üretmeye de esasen queer aktivizmin içinde başladım.

Kişisel internet sitene koyduğun en eski çalışman 2012 tarihli philia isimli bu video-performans. Sargı bezleriyle memelerin sarıldığı, düzleştirildiği bir çalışma. O dönem hem aktivizm hem sanat için de alımlanması zor bir çalışma olabilir. Bir yandan mahrem yönleri de var. philia adlı video-performans nasıl doğdu?

Transgender ve trans erkek yaşamların bir parçası olan memelerini bağlama eylemi bir mahremiyete ihtiyaç duyuyor. O dönem memelerini bağlayan biri olarak benim de ihtiyaç duyduğum bu kişisel mahremiyeti kolektifleştirmek istedim philia ile. Yanı sıra bedenin dışarıyla ilişkisinde vurulan, ezilen, çarpılan yerleri saran ve iyileştiren (ve zaten queer yaşantılarda var olan bir aksesuar olan) bandajın hem yara alabilir var oluşlarımıza hem bağlarımıza dair iyi bir referans olacağını düşündüm. İzlemek ve izlenmekle ilişkisi yoğun ve zaman zaman da şiddetli bir komünite olarak kamera önünde bu deneyimin gerçekleşmesini, kameranın bir engel teşkil etmeyeceği bir alan yaratabilmeyi de ayrıca önemsiyordum. Bu düşüncelerle trans ve kadın arkadaşlarıma yaptığım bir çağrı sonucu dört kişi bir araya geldik. Beden, çıplaklık ve bandajlanma üzerinden kurguladığım tekilden başlayan git gide kolektifleşen egzersizlerle sekiz saat geçirdik. Çekimi yaptığım son âna kadar benim de dahil olduğum bu süreç aramızda kolektif bir mahremiyet yaratmayı başardı. Çekim ânına geldiğimde kameranın artık dışarıdan bir göz olmak yerine, içeriye dahil olduğunu ve izleme/izlenmeye dair şiddetli ilişkinin dönüştüğünü gördüm.

philia, Leman Sevda Darıcıoğlu, Video, 2012

Sonrasında yine komüniteden arkadaşım, sevgili Kaan Karacehennem devreye girdi. Ona işin benim için anlamını, videonun hayalimdeki estetiğini, dilini anlatmamdan sonra Kaan muhteşem bir kurgu yaparak en başından beri hayal ettiğim dili yarattı ve philia‘nın son sihirli dokunuşlarını yaptı.

Sel Yayıncılık bünyesinde çıkan Queer Düş’ün kitap serisine gelelim. Queer teoriyle ne zaman tanıştın? Daha önce de Metis Kitap’tan queer teori üzerine kitaplar çıkmıştı ancak bir seri olarak bence Queer Düş’ün serisi önemli bir yerde duruyor. Bu seri nasıl ortaya çıktı? Türkiye’deki queer düşünceye nasıl bir katkı sundu? Bugün baktığında nasıl görüyorsun bu seriyi? Akademiye nasıl bir katkısı oldu?

Queer teoriyle 2009’da Mimar Sinan Üniversitesi, sosyoloji yüksek lisansım sırasında sevgili Sibel Yardımcı’nın dersinde tanıştım. Yukarıda bahsettiğim trans-queer feminist hareket içerisinde birbirimizi bulduğumuz Ari P. Büyüktaş, Gülkan ‘Noir’ Ahıska ve Berfu Şeker’le bir queer teori serisi yapmanın hayalini kuruyorduk. Keza LGBTİ+ hareketi zaten queer bir politik kavrayışla hareket ediyordu lakin queer kaynakların çevirisinde çok geriden geliyorduk. Literatürün çevirisinin queer politika ve yaşayışı besleyeceği, gündelikten siyasala birçok tartışmada bize rehberlik edeceği düşüncesiyle Queer Düş’ün’ün yoluna çıktık, süreç içerisinde aramıza Amy Spangler dahil oldu. 2012’den 2019’a kadar seriden İngilizce ve Fransızca queer eserlerin Türkçe çevirilerini ve önemli queer teorisyenlerin Türkçeye çevirilerinden ve Türkçe yazılan yazılarından oluşan derlemeler yayınladık. Birçok kavramın Türkçeye çevirisini kazandırmak ve Türkiye LGBTİ+ komünitesindeki queer teorik altyapıyı beslemek açısından önemli olduğunu düşünüyorum Queer Düş’ün‘ün. Yanı sıra bir yayınevinde queer teoriye ayrılmış bir seriyi var etmenin kendisini bir başarı öyküsü olarak okuyorum, hele ki 2012 yılının Türkiye’sinde LGBTİ+ varoluşlar henüz bugünkü kadar görünür değil, toplumsal yaşamda bugünkü kadar varlık göstermezken bu serinin sembolik anlamı da büyüktü bizim için.  

Ne yazık ki, başlangıçta çıktığımız heyecanlı yolculuk yayıneviyle uzun süreli iletişimsizliklere varmasıyla arzu ettiğimiz programı tamamen yürütememiş olduk ve queer politikayla ilgilenen bizlerin tasvip etmesinin mümkün olmadığı, isimlerinin karıştığı birtakım ‘olaylar’ın ardından seriyi sonlandırmaya karar verdik[1]. Lakin Queer Düş’ün halen akademide derslerde okutulmaya, alanda yazılan makalelere referans olmaya ve komünite için kaynak olmaya devam ediyor.

İstanbul Queer Art Collective (Soldan sağa Leman Sevda Darıcıoğlu, Onur Gökhan Gökçek, Seda Ergül, Tuna Erdem), Kintsugi performansı öncesi, 2016 Fotoğraf Ateş Benek

2014 yılı senin için kritik sanırım. İstanbul Queer Art Collective’e dahil oluyorsun. Blok Art Space’te ilk canlı performansını yapıyorsun. Önce teorik olarak sorayım. İlk işin philia da performansa dayalı bir çalışma. Ancak bir konuşmamızda “ben bundan sonra performans yapacağım” kararı aldığından bahsetmiştin. Performans sanatıyla devam etme kararını nasıl aldın? Queer düşünce ve performans nasıl bir araya geldi senin için?

Evet, ben de bugün geldiğim yerden bakınca 2014’ün hayatımda bir dönüm noktası olduğunu görüyorum. Keza philia her ne kadar performansa dayalı olsa da hem bir video işi, hem de işin içerisinde ben kendi bedenimi kullanmıyorum. Hayatım boyu performans yapma kararı ise İstanbul Queer Art Collective’e dahil olmamdan sonra yaptığımız ilk canlı performansa dayanıyor. Öncesinde teorik olarak ilgilendiğim performans sanatının izleyiciyle iş arasına bir sınır koymamasını, o doğrudanlığın gücünü deneyimlemek bir başka sanat dalı aracılığıyla izleyiciyle buluşmaktan daha başka bir tatmin hissettirdi bana. Queer düşünce ve performansın birleşimi ise isminden de aşikâr İstanbul Queer Art Collective’e girmemin kendisiyle oldu. Zira İQAC zaten bu iki alanın birleşiminde yer alıyordu.

Sen kolektife nasıl dahil oldun? Kolektifle olan çalışmalarını ve o dönemi kısaca anlatır mısın?

O dönem yakın arkadaşlarım olan sevgili Tuna Erdem, Seda Ergül ve Onur Gökhan Gökçek’in kurduğu İstanbul Queer Art Collective fluxus performanslarını queerleştirerek yeniden icra ediyordu. Yaptıklarıyla beni hem teorik hem sanatsal olarak büyülüyorlardı. Kolektife bu büyülenmeyle 2014 yılında Burak Serin ile beraber dahil oldum ve 2017’e kadar kolektif bünyesinde performanslar gerçekleştirdim. Esasen başlangıçta plan Burak’ın da benim de performansların fotoğraf ve video ile kaydını tutmamız idi. Derken Gezi Protestoları’nın yıl dönümü olan 31 Mayıs tarihinde bir video-performans gerçekleştirecekken bunun içinde olmalıyım dedim ve kayıttan performansçılar bölümüne ilk kez geçtim. Ağustos ayında Blok Art Space’te ise Kintsugi adlı performansımızda kolektifin bir üyesi olarak izleyici önünde ilk canlı performansımı yaptım.

İstanbul Queer Art Collective Türkiyeli queer sanatçıların kurduğu ve dünyanın kendisi gibi heteropatriyarkal olan sanat dünyasının içinde dünyayı queerleştiren işler üreten bir sanat kolektifi olarak çok önemli ve değerli. Yanı sıra kişisel olarak benim için Tuna, Seda ve Onur’la iş üretmek ve gerçekleştirdiğimiz birçok performansı Tuna ve Seda ile beraber tasarlamak sonsuz güzel ve besleyici idi.

Balloon: In Memoriam to Umut Sürel A.K.A Faciya von Tiss (2014, Istanbul Queer Art Collective) 
Videodan ekran görüntüsü: Burak Serin.

İQAC’ten sonra kendi performanslarını yapmaya nasıl başladın? Onur Haftası kapsamında yapılan Neredeeen Nereye sergilerine katılmıştın mesela. 2016’da İQAC’la beraber katıldığın festival senin için belirleyici sanırım. Sonraki süreç nasıl gelişti?

2014’te İQAC’ın içerisindeyken aynı zamanda kendi solo işlerimi üretmeye ihtiyaç duydum. 2012-2013’e kadar ağırlıklı olarak fotoğraf ve video çekiyordum. Kolektife girmemden önce tüm arşivim bir harici diskle beraber yok olmuştu. Ağır aksak fotoğrafla devam etmeye çalışıyordum ama dijital malzemenin birden yok olabilirliğinin deneyimi, tarihimi bir günde kaybetmek önce acı, sonra motivasyon kaybı vermişti. Performansı keşfetmemin heyecanı yeniden sanat yapabilir olmamı sağladı ve kendi tekil dilimi aramaya başladım. Bir yandan İQAC ile beraber yarattığımız queer estetik ve dil o kadar güçlüydü ki, kendi dilimi aramaya çıktığım zamanda kişisel güçlü bir imge dünyası yaratmak zorlayıcıydı. 2016’da İQAC ile katıldığımız Atina’daki Sound Acts festivalinde performanslarında iğneler, sidik gibi malzemeler kullanan Quimera Rosa ile tanıştım. Bu arkadaşlıkla iğne fobimin içerisinden geçtim ve performans pratiğimde tekil yolumu, kendi dilimi korku ile ilişki üzerinden bulmaya başlamış oldum. Bedeni bir korkular, sınırlar ve duygular laboratuvarı olarak algılayarak enjeksiyon iğneleri, cerrahi dikiş iğneleri, neşter gibi bedene kalıcı/geçici hasar veren, bütünlüğünü bozan materyalleri kullanan performanslar gerçekleştirdim. Bedene yönelik bu araştırmayı bir adım daha ilerletmek, limitlerini ve potansiyelini daha derinden ele almak için bir süre sonra zamanı bir malzeme olarak kullanmaya ve süreleri 4-5 saatten 1 aya uzanan performanslar yapmaya yöneldim. Kabaca bu şekilde özetleyebilirim bugüne geldiğim süreci.

Son yıllarımda ise bedensel araştırmamı daha derinleştirmek adına eylemin gitgide daha az yer kapladığı, kendimi tek bir bedensel hareketin içine bıraktığım performanslar gerçekleştiriyorum. Bedenimi daha sıkı kısıtlamalara sokuyor, bu kısıtlamaların beden üzerindeki duygusal ve fiziksel etkilerini araştırıyor ve yarattığım imgeyi üzerindeki kontrolümü kaybetmeye açıyorum.

Tüyap Kitap Fuarı’yla eş zamanlı yapılan Tüyap / Artist Sanat Fuarı’nda Hayal Pavyonu isimli sergiyi gerçekleştirmiştiniz. Buna nasıl karar verdiniz? Sanatçı listesi nasıl oluştu? Bir yandan da tüm radikalliğine rağmen fuar alanında benimsendiğini görmüştüm. Küçük bir alanda birçok kişinin işi vardı, küratoryal olarak nasıl bir sergileme metodu oluşturdunuz? Neden pavyon ismini koydunuz mesela?

2016’da Yekhan Pınarlıgil ve Murat Alat Tüyap / Artist Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’nda Ezgi Bakçay küratörlüğündeki Umulmadık Topraklar içinde bir queer sanat alanı yaratma arzusuyla benimle iletişime geçtiler. Queeri yerel bir şekilde ele alma düşüncesiyle pavyon estetiğini kullanmaya karar vermişler ve Hayal Pavyonu ismini halihazırda seçmişlerdi. Hayallerimizin yerel queer alanını yaratmak için Türkiye’de yaşayan kimisi çağdaş sanat alanında daha önce işini göstermemiş queer aktivistler ve sanatçılarla iletişime geçtik. Görsel sanatları, ses, sinema ve tasarımı da dahil ederek ele aldık. Bu şekilde hem farklı sanat disiplinlerini hem aktivizm ve sanatı bir araya getiren bir alan kurguladık. 

Kırmızı duvarlar, disko topu, koltukların üzerinde otrişlerle kurduğumuz, Ajda Pekkan, Nilüfer, Seyyal Taner gibi şarkıcıların eski dönem şarkılarını çaldığımız Hayal Pavyonu’nda 36 sanatçı/aktivist işlerini sergiledi; video sanatçıları var olan iki ekranı paylaştı, fotoğraf sanatçılarının çoğu bir defteri paylaştı, yerleştirme/obje/heykel, fotoğraf ve çizimler Pavyon‘un duvarlarını ve alanını doldurdu ve son olarak performans ve film gösterimi programıyla mekân kendi içinde sürekli canlı ve aktif bir yaşam oluşturdu.

Hayal Pavyonu, sergi görüntüsü, Hayal Kurucular: Leman Sevda Darıcıoğlu, Yekhan Pınarlıgil, Murat Alat, “Umulmadık Topraklar”, TÜYAP Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı, 2016
Eserler soldan sağa: Derin Cankaya, Deniz Erol, Zeynep Mar, MK Yurttaş, Şafak Şule Kemancı, Elif Keskinkılıç, Elif Domanic
Fotoğraf: Hayal Pavyonu arşivi

Klasik küratoryal yaklaşımdan uzaklaşma niyetimiz bizi bir seçici kurul gibi davranmak yerine ulaştığımız sanatçı/aktivistlere nasıl bir alan yaratmak istediğimizi anlatıp bu alana nasıl bir katkı sunmak isteyeceklerini sormaya yönlendirdi. Sonrasında sesimize karşılık gelen sesleri mekânda birbirlerinin alanını kapatmayacak fakat alanı paylaşacak şekilde yerleştirdik. Bu süreçte de kendimize küratör yerine Hayal Kurucular demeyi tercih ettik. İşin özeti, biz bir hayal kurduk ve kendi hayal dünyalarında bir karşılığı olan sanatçı ve aktivistlerle beraber bu hayali gerçekleştirdik. Böylece Beylikdüzü gibi İstanbul’un periferisinde, sanat mekanlarından uzak olan, muhafazakâr bir yerde Türkiye’den queer bir sesi yankılandırdık ve hem yoğun bir izleyici ilgisiyle hem de Hayal‘e giren izleyicilerin muhtemel ki pavyon estetiği ve şarkıların verdiği tanıdıklık, ‘kendindenlik’ hisleriyle dönüşmesiyle karşılaştık. İçeri kolları iki yanda açık giren kabadayıların, koltuklarda otriş taktığına şahit olduk.

Performistanbul’un gerçekleştirdiği İhtiyaç: Sen 672 saat canlı süreç kapsamında Bir güle bakmak adında bir performans yaptın. 2018 yılının başındaydı bu çalışma. Bir yandan ülke için zor bir dönem. Birçok terör saldırısı olmuştu, Onur Yürüyüşleri yasaklanmaya başlamıştı, seçimler çok zor geçiyordu. Böyle bir dönemde Bir güle bakmak nasıl bir anlam ifade ediyordu sence?

Bir güle bakmak tam olarak o günlerin üzerimize kapanan halinden, yaşadığımız rejimin git gide daha fazla totaliterleşmesinden, bunun yarattığı klostrofobiden ve çaresizlik hissinden çıktı. 28 gün boyunca kendimi 7 metrekare bir alana kapayarak izolasyonu araştırmaya açtım. Bu alan izleyici alanından filtreli bir cam ile ayrılıyordu, açık olduğunda izleyicinin içeriye tek tek girebildiği bir kapım vardı. İçeride benim dışımda biri var ise girmek isteyen kişinin beklemesi gerekiyordu. Zeminin kaplı olduğu topraktaki küçük gül ağaçlarımdan her gün gün doğumunda bir gülü keserek 28 gün boyunca tüm günü ona bakarak geçirdim, gün batımında ise koluma neşter ile zaman kesiği adını verdiğim bir kesik açtım ve gülü duvara astım. Böylece günler geçtikçe kolumdaki neşter izleri ve duvarlarda asılı güller birikti, izleyicinin okumasına açık tuttuğum günlük doldu ve bir ay dönümüne karşılık gelen 28 günü o odadan çıkmadan ve konuşmadan tamamladım.

Ülke politikalarının getirdiği kapanma ve sıkışma hislerinden kökenini alan bu performansta sözümü nereden kurduğuma dair bir işaret koymak için içeriye Queer Art & Culture adlı Phaidon yayınlarından çıkan kitabı koymuştum, kimi zaman bazı sayfaları açık, kimi zaman sadece kapağı gözüken bir şekilde içeride duran bu kitabı işimin bağlamına queer komünite referansını sağlayan bir çeşit heykel gibi düşündüm.

Bir güle bakmak, İhtiyaç: Sen, 672 saat canlı süreç, Simge Burhanoğlu küratörlüğünde, Performistanbul, İstanbul, 2018. Fotoğraflar: Gülbin Eriş, Kayhan Kaygusuz

Altın Kelebekler işine bakalım. Derya Bayraktaroğlu’nun küratörlüğünü yaptığı “yer yeksan, ittifak bahar” başlıklı sergide Badischer Kunstverein’de sergiledin. Altın Kelebekler’den ve sergiden genel olarak bahseder misin?

Altın Kelebekler 2014 yılında LGBTİ+ aktivistleri Şevval Kılıç ve Derin Cankaya’yla beraber Ülker Sokak’ta gerçekleştirdiğim bir kamusal anıttı; sokaktaki bir boş duvara altın rengi sprey ile 99 altın kelebek koymuş ve yanına “Ülker Sokak’ın altın çağını gören 99 altın kıza” yazmıştık. Ülker Sokak’ın 90lı yıllardaki trans gettosu olma halini hatırlayan, o hatıraya selam gönderen, sokağın bugünü içerisine trans geçmişini dahil etmeye soyunan bir kamusal müdahale işi olarak düşünebiliriz Altın Kelebekler‘i. Yaptığımız tarihten bir ay sonra Ülker Sokak’a gittiğimde kelebeklerin durup yazının üzerinin gri bir boya ile kapatılmasını görmek ise Türkiye’de queer yaşam üzerine epey bir şey söylemişti. Görünen o ki sokağın ahalisi kelebeklerin geldikleri yeri silerek sadece ‘ciciliklerini’ istemişti.

Altın Kelebekler, Kamusal Anıt, 2014, Şevval Kılıç ve Derin Cankaya ile beraber, Fotoğraf: Burak Serin

Sevgili Derya Bayraktaroğlu yukarıda kısaca anlattığım 2010’ların queer/trans-feminist ruhunda buluştuğum arkadaşlarımdan biri. Bugün Türkiye queer hareketi içerisinde gündem olan birçok tartışmanın tohumlarını o dönemde bir çok arkadaş hep birlikte attığımızı, lakin söz konusu tartışmaları aktarmak, deneyimlediğimiz o çok da bilinmeyen tarihi görünür kılmak ve böylelikle deneyim paylaşmak anlamında çabaların yeterli olmadığını konuşuyorduk zaman zaman. Bir gün Derya Badischer Kunstverein (Karlsruhe, Almanya)’de gerçekleşecek; sanat, estetik ve queer feminist aktivizm kesişiminde bir sergi ve kamusal program hazırlamaya giriştiğini söyleyerek bana ulaştı.

Derya’nın emekleriyle Nur Koçak, Nil Yalter & Melis Tezkan, İstanbul Queer Art Collective (Tuna Erdem, Seda Ergül), Gökçe Yiğitel, Deniz Gül, Gülkan Noir, Gözde İlkin, Tümay Göktepe, Ugemfo ve benim katılımımla “yer yeksan, ittifak bahar” oluştu. Sanat ve aktivizm arasındaki çizginin bulanıklaştığı bir sahada, kutupsal düşünceye, normativiteye ve neoliberalizme karşı bir duruş gösteren estetik bir politika kuran ve/ya politik bir estetiği kullanan, ‘o biçim’ feminizmleri ortaya koyan bir sergi oldu.

Altın Kelebekler, Kamusal Anıt, 2014, Şevval Kılıç ve Derin Cankaya ile beraber, Fotoğraf: Burak Serin (Fotoğraf bir ay sonrasına ait)

Ben sergi için “kamusal alana yapılan bir işi bir müzenin içinde nasıl sergilemeli?” sorusunun izleğinde ve Derya ile çok değerli bir paylaşımın içinde Altın Kelebekler‘i yeniden ürettim. Müze mekânında, yapıldıktan sonra anıtın çekilen fotoğrafını ve 1 ay sonraki sansürlü halinin çok sayıda fotoğraf çıktısından oluşan bir yerleştirme şeklinde sundum ve izleyicinin Kelebekler‘i tekrar sokağa döndürmesi için işin yapıldığı halinin posterini duvarın kenarına bıraktım. Yanı sıra sergi için tasarladığımız internet sitesinde sokağın trans gettosu olduğu günlerde orada yaşamış olan sevgili Şevval’in bir trans kadın olarak kendi hayatını ve sokağın hikâyesini anlattığı ses kaydı ve izleyicinin aldığı posterleri sokağa asarsa yerlerini işaretleyebileceği bir çevrimiçi harita yer aldı. 

Leman Sevda Darıcıoğlu (in collaboration with Şevval Kılıç and Derin Cankaya)
A Public Monument; Golden Butterflies, 2014. Posters 32×49 cm, and a web-site
“unspeakable home, enchanting companions”, Badischer Kunstverein, 2019.
Photo: Stephan Baumann

Bedenini kullanarak kalıcı ya da geçici zarar veren maddelerle çalışıyorsun. Çoğunlukla da performansların zamana yayılıyor. Bedeninin fiziksel ve duygusal sınırlarını zorlayan çalışmalar yapıyorsun. Beden üzerine böyle deneyler yapmanın nasıl bir anlamı var senin için? Neyi arıyorsun ya da neyi bulmaya çalışıyorsun?

Yukarıda bahsettiğim gibi, benim için zarar/acı/müdahale içeren işlerim fiziksellikten çok, korku ve duygusal limitlere dair bir soruşturmadan başlamıştı. Özgürleşmek, sınırları genişletmek, potansiyelleri arttırmaktı başlangıçta aradığım. Bedenin kişisel ve sosyopolitik tarih(ler)in bir tortusu, bir izi olması üzerinden işlerimi kurguladım, kullandığım malzemeler ile korkuları, sınırları, duyguları kendi bedenim üzerinden araştırmaya yatırdım. Zamanı kullanmak bu araştırmayı taçlandıran dokunuş oldu; uzun süreli performanslar ile beden üzerindeki müdahaleyi zamanın kendisi yapmaya başladı. Bedenin bir zamanı almasının etkilerini, limitlerini ve olasılıklarını soruşturdum ve soruşturuyorum. Beden ve zaman arasındaki bu ilişki hayatta olmaya, yaşayan toplumsal bir organizma olmaya dair bir bilgi veriyor benim için. Bir bedene sahip olmanın, bir beden olarak yaşamanın ne anlama geldiğine yönelik merakımdan geliyor tüm bunlar. Bunu derken bedeni fiziksel, ruhsal/psikolojik ve enerjisel bir bütün olarak algıladığımı söylemeliyim.

Bu varmak istediğim bir noktanın olduğu bir araştırma değil, spesifik bir şeyi bulmaya çalışmıyorum. Keza bu belirleme tahayyül gücünü kapatacağı için bedenin olasılıklarını da kapatır. Yapmaya çalıştığım şey ilgilendiğim, dert ettiğim, sorgulamak, ondan yola çıkan bir soruyu yankılandırmak istediğim kavramları beden merkezli bir araştırmaya yatırmak. Ve bu şekilde izleyicinin bedeninin bir yerinde bir his bırakmak, dünyayı yavaşlamaya, beden ile, duygular ile derinden ve gerçek bir bağlantıya geçmeye çağırmak.

Beden üzerine çalışırken Giorgio Agamben’in ‘homo sacer’kavramını kullanıyorsun. Sanırım queer bedenlerin kamusal alanlardan silinmesi, temizlenmesi üzerinden okuyorsun bu kavramı. Homo sacer kavramı senin çalışmalarında nerede duruyor?

Evet, Agamben’in ‘homo sacer’i, yani öldürülen fakat kurban edilemeyen insanı sosyopolitik toplumsal düzene bakmam için iktidarların toplumsal yaşamda nasıl kurulduğuna, güç ilişkilerinin nasıl işlediğine dair bir bakış sunuyor bana. Biyolojik yaşamın sürdüğü fakat toplumsal yaşamın, yani insan yaşamının anlamını bulduğu bağlamın sürdürülemez olduğu durumlardaki kişileri ifade ediyor bu kavram; başka bir deyişle varlığın yaşamının toplumsal algı nezdinde bir karşılığının olmadığı ve bu şekilde yaşamın bir arafta yaşandığı durumlar insanı bir “homo sacer” kılan unsurlar oluyor. Ben pratiğimde bu kavramı toplumsal ayrıcaklıklar dünyasında bu ayrıcaklı alanın dışında bırakılan mülteciler, LGBTİ+lar, göçmenler gibi grupların üzerinden ele alsam da yaşadığımız dünyada yer yer herkes bir “homo sacer” olabilir, oluyor. Toplumsal normlara ya da emir komuta zincirlerine uymayan her bir kişi “homo sacer” olma riskiyle karşı karşıya kalıyor esasen.  

Her bir işimde ele aldığım konular değişse de iktidarların yaşam üzerindeki tahakkümünü sorgulamak benim için önem taşıyor. Homo sacer de bu sorgunun içerisinde yönümü bulabilmek için yardımıma yetişen temel alet edevatlarımdan biri.

Ziyaret çalışmana gelelim. Murtaza Elgin’in mezarına gidip bakımını yaptırıyorsun, Murti Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin yeniden keşfedilen figürlerinden. Sence bugünden baktığımızda Murti’nin yaşamı nasıl bir anlam ifade ediyor bizim için?

Günümüz politik hareketlerine, politik düşüncelerine bakarsak bir süredir geçmişi yeniden ele almanın, egemen tarih yazımının dışında bırakılmış ve sessizliğe, görünmezliğe itilmiş öznelerin, grupların hikâyesini ya da egemen bakışın kendi düzeni içerisinde yorumladığı hikâyelerdeki olay/durum/kişilerin esasen neye tekabül ettiğini ortaya çıkarmanın önem kazandığını görüyoruz. Bu hem egemenin dışındaki varoluşları tarihselleştirmek hem egemenin nasıl egemen olduğunu anlamak anlamına geliyor. Tarihten “alacağımızı alıyoruz”, köklerimizi, dallarımızı buluyor, bugün işleyen düzenin nasıl bir sistemle kurulduğunu görüyoruz. Böylece bugün başka türlü bir toplumsallık tahayyülüne açılabiliyoruz.

Murtaza’nın hikâyesini son dönemde yeniden keşfetmemizi de bu şekilde yorumluyorum. Murtaza ile hem Türkiye’nin HİV/AİDS politikalarının başlangıcını hem popüler kültürün nasıl bir yapı olduğunu izliyoruz. Rızası dışında ifşa edilerek tüm özel hayatı kamu malı haline getirilen bir kişi Murtaza Elgin. İbrahim Tatlıses’in vokalistlerinden biri olmasıyla ünlüler dünyasının bir insanı. HİV+ olarak deşifre edilmesiyle beraber Sağlık Bakanlığı’nın kendisini bir dönem bir hastanenin Karantina Koğuşu’na koymasını da içeren, her yandan izolasyon, yalnızlaştırılma ve ayrımcılıkla karşılaştığımız bir hikâyesi var. Yanı sıra Murti’den bahsederken sadece bir kurban hikâyesinden konuşmamayı önemsiyorum. Sevgili Serdar Soydan’ın bu alandaki araştırmalarından öğrendiğim, HİV’in getirdiği bu garip ünü kendi avantajına kullanan manevralar yaptığını görmeyi; İzmir Enternasyonal Fuarı’nda verdiği, tüm biletleri tükenerek kapalı gişe yapan konserini ve “Allah Allah Taverna” adındaki kişisel albümünü çıkardığını hatırlamayı da önemli görüyorum. Keza bu iki manevrasıyla Murtaza her ne kadar adeta tüm yaşamı elinden alınmış olsa da maruz kaldıklarını kendi avantajına çeviren bir özne oluyor ve bize kurban retoriğine hapsedilemeyecek güçlü bir kişi olduğunu gösteriyor.

2019’da EUROPACH projesinin İstanbul sergi ayağında, sergi küratörlerinden sevgili Alper Turan’ın davetiyle HİV Hikayeleri: Yaşayan Politikalar sergisine dahil olduğumda Murti’nin mezarını bulmaya karar verdim. Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömüldüğü bilgisini cenazesi üzerine yapılmış gazete haberlerinden biliyordum. Mezarlıkta arşivden hangi adada yattığının bilgisini aldıktan sonra üç saate yakın bir süre mezarlığın o adasında mezarını aradım. Aile mezarlarının çokça yer aldığı bölümde onu ailelerin yanına gömmüş olamazlar, bir köşeye atmışlardır düşüncesiyle kenar ve köşelerden başlamam bu süreyi uzatan faktör oldu. Sonrasında mezarlıkta çalışan iki görevliyle beraber tüm mezar taşlarına bakarak arasak da uzunca bir süre bulamadık. Bulduğumuzda isim taşının kırılmış olduğunu ve mezarın yaban otlarıyla kaplanmış olduğunu gördük. Ardından kendimce yapılması gerekeni yaparak çalışanlardan birine mezarının temizlenmesi ve taşın yapıştırılması için ödeme yaptım. Adeta yok-mezara dönüşmüş mezarının yeniden var olmasıyla Murti’nin yeniden hayat içinde bir yer edindiğini düşünüyorum.

Ziyaret’i sergilediğim HİV Hikayeleri: Yaşayan Politikalar sergisi ise ne garip ki yüzyılın pandemisi içerisinde izleyiciyle buluştu ve birkaç gün içerisinde toplum sağlığı için alınan sosyal önlemler dolayısıyla kapatıldı.

Aramızda Okyanuslar, canlı performans 2020, 7 saat, Apartment Project, Berlin, Performistanbul’un küratöryel desteği ile. Fotoğraf: Derin Cankaya

Bir süredir Berlin’de bir rezidans programındaydın, şimdi de Berlin’de devam ediyorsun. Berlin’deki queer hayatla ve sanatla Türkiye’dekini nasıl karşılaştırırsın?

Evet, Temmuzdan Aralık sonuna kadar Berlin Senatosu Kültür ve Avrupa departmanının desteklediği, nGbK, ZK/U ve DEPO İstanbul’un ortaklığında yürütülen İstanbul-Berlin sanatçı programına dahildim ve bu süreç içerisinde burada devam etmeye karar verdim. Berlin’e Mart başında özel bir sponsorla yürütülen bir queer sanat programı kapsamında bir aylığına gelmiştim. On aydır burada olsam ve bahar ve yaz aylarında vakaların düşmesiyle kısıtlamalar bir dönem için gevşeyebilmiş olsa da pandemi koşulları nedeniyle Berlin elbet bu on ayda her zamanki Berlin değil.  Bu nedenle burada bulunduğum zaman içerisinde ne sanat ne queer sosyallik açısından çok fazla ortama girebildiğimi, yeni insanlarla tanışabildiğimi söyleyebilirim. Fakat genel olarak politika ve sanat üretmenin her ikisi için de fonlara çok bağlı bir ortamla karşılaştım. Başvurulabilir fon kaynaklarının çokluğu sanatsal olarak elbette büyük bir avantaj, hele ki Türkiye’nin sanatsal destek açısından kuraklığı ile kıyaslarsak bir cenneti vadediyor görünüyor Berlin. Fakat tabii ki bu cennete girmek, sanatını gerçekleştirmek mütemadiyen proje yazma, başvurularda bulunma ve bunların sonucunu bekleme süreçlerini beraberinde getiriyor. Yanı sıra sanatçılar adeta Berlin nüfusunun bir kısmını oluşturduğu için ciddi bir rekabet mevcut sanat alanında. Yine de imkânların çok daha çeşitli olduğu, sansür veya otosansürün genel olarak var olmadığı bir alan Berlin’de sanat alanı. Fakat aynı zamanda bir takım sınır çizgileri, meşru olmayan yahut kaynak bulamayan söylemler, konular da var bu alanda. Galeri dünyası ve bağımsız sanat mekânları arasındaki ayrım ise çoğu zaman Türkiye’ye oranla çok daha keskin, birçok zaman galerilerde düzenlenen sergilerde ticari güdüleri daha fazla hissettim ben, ki bu Avrupa’da birçok şehir için geçerli esasen. Ama sanat fonlarının bolluğunun etkisiyle genel olarak bağımsız sanat alanları oldukça fazla.  

Queer komünitenin sanatsal alanda aktif olduğu bir şehir Berlin, bu tabii ki çok iyi hissettiriyor. Genel olarak ise her ne kadar dayanışma çokça telaffuz edilen bir kavram olsa da Türkiye’deki gibi bir dayanışma pratiği ve gerçek bir komünite hissiyle Berlin’de karşılaşmadığımı söylemeliyim. Bir bireyselciliğin içerisinde yürüyor gibi burada daha çok queer hayatlar ve bana en karışık hisler veren nokta ise birçok politika ve üretim yapma biçiminin de profesyonelleşmiş olması, radikal bir politik söylem içerisindeki birçok queer öznenin para almadan neredeyse hiç elini kaldırmaması oldu. Elbette insan hakları alanına ayrılan fonların çokluğu veriyor bu imkânı ve Türkiye’de bizlerin zaman zaman cebimizden para ayırarak yaptığımız şeyler için burada herkesin verdiği emeğe bir karşılık alması güzel. Ama yer yer bu işleyişin ancak neoliberal sistemin verdiği alanlar içerisinde bir queer söylem yarattığını görüyor ve politik olmanın ve üretmenin bu kadar profesyonelleşmesini garipsiyorum.

Yeni dönemde yer alacağın projelerden biraz bahsedebilir misin? Öldürülen Yunan drag sanatçısı ve HİV aktivisti Zak Kostopoulos üzerine bir performansın oldu sanırım. Başka neler planlıyorsun?

Evet, ekim ayında, iki yıl önce Atina’da öldürülen queer ve HİV aktivisti Zak Kostopoulos’u anma amacıyla, SoliTsoli, Nawara ve Gay Shame gruplarının düzenlediği “Glitter and Grief” adındaki bir etkinlikte Beyaz Güller, Pembe Simler adında 5 saatlik bir performans gerçekleştirdim. Nazi dönemini referans alan imgelerle günümüze işaret ederek çağdaş faşizm içerisindeki direnişin queerler tarafından gerçekleştirildiğini ifade etmek için Beyaz Güller, Pembe Simler‘de bedenimi baştan aşağı pembe sim ile kaplayarak bir masanın üzerinde uzanıp bir elimde üç beyaz gülü tutarak 5 saat boyunca durdum. 

Yine Ekim ayında, üzerine nazar boncukları ile İBNE yazısını işlediğim basma kumaşı andıran bir buçuk metreye yetmiş beş santim oranındaki bir kumaşı Kreuzberg’de Oranienstrasse ve Mariannenstrasse köşesindeki Berlin’deki Türkiyeli diasporanın bir sembolü haline gelmiş olan Ayşe Erkmen’in Am Haus, namı diğer ‘-mişler, -muşlar binası’nın üzerine yerleştirdim. İBNE bölgenin Türkçe konuşan nüfusu tarafından sıklıkla ibneyi bir küfür olarak duymaktan ve semtte Batı-dışı queerler için güvenli alanlar yaratmış olan bölgenin Türkçe konuşan queer komünitesine bir selam verme istediğinden kaynağını buldu. Bir çeşit koruyucu totem gibi düşünerek nazar boncukları ile işlediğim ve bir kamusal müdahale olarak tasarladığım iş hızla kamusuna müdahale etti. Yerleştiği binanın altındaki barda çalışan bir cis-hetero erkeğin bölgede kimi insanların tetiklendiğini ve eğer işimi indirmezsem İBNE‘ye evini açan kişinin camının bir saldırıya maruz kalabileceğini, olanların sorumlusunun benim olacağımı söylemesiyle yerleştirdikten 36 saat sonra işimi indirmeyi tercih ettim. Sonrasında hem referanslarını ve niyetini hem yarattığı tartışmaları paylaştığım bir metin yazdım ve tasarımcı arkadaşım sevgili Ece Eldek ile çalışarak Kamusal müdahale işim İBNE’nin duyurusu başlıklı bir dijital kitapçığa çevirdim. Şu anda bu dijital kitapçığın bağlı olduğu QR kod Berlin’in birçok semtinde sokaklarda, metrolarda, panolarda yapışık durumda bulunuyor.

İBNE, Kamusal müdahale, Ayşe Erkmen “Am Haus” apartmanı üzerinde, Kotti, Kreuzberg, Berlin, 2020
Fotoğraf: Derin Cankaya

Bir süredir Yener Bayramoğlu ve benim küratörlüğünü üstlendiğimiz, Gizem Oruç (aka 6zm)’nin koordinasyonunu yürüttüğü Türkiyeli queerler olarak sahip olduğumuz miras üzerine Madi Ancestors adlı bir festival üzerine çalışıyoruz. Partnerschaft für Demoktatie in Friedrichshain-Kreuzberg’in ve Interflugs’un desteği ve GLADT E.V.’nin işbirliğiyle gerçekleştirdiğimiz festivalimiz, Seyfi Dursunoğlu’nu maalesef Ağustos ayında kaybettikten sonra Yener ile Türkiyeli queer ikonlarımız ve bıraktıkları miras ile ilişkilerimizi sorgulamalarımızdan doğdu.

Madi Ancestors Zeki Müren, Seyfi Dursunoğlu (aka Huysuz Virjin) ve Bülent Ersoy’un popüler kültür içerisindeki varlıklarının bize bir miras bıraktığını ve onlar LGBTİ+ komüniteyi sahiplenen bir yerde durmasalar ve bu mirası bize teslim eden bir tavırda olmamış olsalar dahi bunun bizim mirasımız olduğu düşünceleriyle başladığımız bir proje oldu. Esasen film/video gösterimleri, panel ve müzik performansları ile Berlin’de tek günlük bir festival yapma niyetindeydik lakin ikinci dalganın gelmesiyle beraber sosyal ve kültürel etkinliklerin durmuş olması ile projemizi bir çevrimiçi festival formatına soktuk. Şu anda tasarım aşamasının sonlarında olan websitemiz yakında açılacak. Programımızda üç queer idolümüzü anan film/videolar, Berlin’de yaşayan ve gece hayatı ve kültürel sahne içerisinde queerler için bir alan yaratmış farklı kuşaktan Türkiye kökenli queer göçmenlerle bir podcast serisi ve Türkiyeli göçmen queer müzisyenler olan İpek İpekçioğlu, Anthony Hüseyin ve Gizem Oruç’un üç idolümüzün şarkılarından yaptıkları bir seçki ile müzik bölümümüz yer alacak. Beyza Boyacioglu ve Jeff Soyk’un yönetmenliğini yaptığı Zeki Müren Hattı’nı da festivalimiz kapsamında paylaşacağız.

Ocak sonunda Osnabrück Üniversitesi çağdaş tiyatro pratikleri bölümünün düzenleyeceği “Unboxing Mascunalities” başlıklı performans sanatları festivalinde yeni bir işimi sergileyeceğim. Detaylarını şimdilik sürpriz tutmak istediğim bu iş erkeklik performansının bedensel olarak nasıl kurulduğundan yola çıkarak ikili cinsiyet sistemi kodlarını bir bozuma uğratmaya çalışan sekiz saatlik canlı bir performans olacak. Yanı sıra Berlin’de geçirdiğim ilk aylarımda tanıştığım Galeri Auslage’ı yürüten Alexandra Weltz-Rombach’la Galerie Auslage için bir enstalasyon ve bir uzun süreli performans üretmem için iletişim halindeyiz. Performistanbul ve Galerie Auslage’ın işbirliği ile gerçekleşecek olan bu projelerin biri galerinin “The Burdensome Richness of Feminist Artists in Berlin” programı kapsamında, diğeri ise Goethe Enstitüsü desteği ve Ferhan İstanbullu’nun eş yürütücülüğü ile hayata geçecek. Ticarete dayanan monokültürün baskısı, kentsel dönüşüm ve emlak spekülasyonu ile yok olan Berlin’in alternatif tarihinin peşine düşen, kendini DIY kültürü, geçicilik ve deneysellik prensipleriyle bağdaştıran küratöryel bir laboratuvar olan Galerie Auslage’da yaratacağım projelerde Berlinli feminist bir yönetmenin işlerinden ilham alıyor olacağım. Yakın tarihli bu projeler de şimdilik sürpriz olarak kalsınlar.

Bunlar dışında Berlin’de çeşitli sanat alanları ve kurumlar ile önümüzdeki dönem projeleri için de iletişim içindeyim. Tabii ki pandemi şartları dolayısıyla biraz sisli günler bunlar fakat bu süreçte 2017’den beri beni temsil eden ve gerçekleştirdiğim performanslarımda temel yardımcım olan, birçoğunun küratörlüğünü de üstlenen sevgili Performistanbul da bir Berlin ekibi kurarak beni destekliyor. İçinde olduğumuz halin belirsizliğine rağmen Performistanbul’un da desteği ile Berlin’de yeni heyecanlı projelerin ufukta olduğunu söyleyebilirim.


[1] Süreçte yaşadığımız sorunları ve bizi bu karara mecbur bırakan olayları açıklayan, Queer Düş’ün olarak dağılma kararımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

© 2020

Exit mobile version