Söyleşi

Medya sanatı, teknoloji devleri, formalizm tartışmaları ve eleştiriler: Refik Anadol’la konuştuk

Refik Anadol ve sanatı tartışılmaya devam edilecek gibi görünüyor. Muhtemelen önümüzdeki sergilerinde de yine kuyruklar oluşacak. Peki, kimdir Refik Anadol, neden işleri bu kadar merak ediliyor, yaptıkları sanat tarihinde nerede duracak?

Refik Anadol’un ilk kez bir işiyle (o zamanki adıyla) Yapı Kredi Kültür Merkezi binasında karşılaşmıştım. 2011 yılında 12. İstanbul Bienali’yle eş zamanlı gerçekleştirilen Aktif Strüktürler v1.1: Akustik Formasyon / İstiklal Caddesi isimli enstalasyonda caddenin sesleri 3 boyutlu hale getirilmişti. Anadol’un Alper Derinboğaz’la gerçekleştirdiği bu çalışmayı akşam saatlerinde heyecanlı bir kalabalıkla beraber izlemiş ancak itiraf etmek gerekirse pek de anlamlandıramamıştım.

SALT Galata’daki Arşiv Rüyası (2017) çalışmasının basın toplantısında da Anadol’la tanıştım. Yaptığı işi heyecanla anlatıyor, enerjisiyle neredeyse salondaki herkesi etkiliyordu. SALT Araştırma’nın devasa arşivini yeniden yorumladığı Arşiv Rüyası çalışmasını anlamak için art arda benzer soruları dolandırarak sormuştum.

Aradan geçen zamanda dünyada da dijital verileri görselleştirerek yapılan çalışmaların sayısı arttı. Anadol’un üretimlerini de Türkiye’de ve dünyada daha yoğun şekilde görmeye, duymaya başladık.

19 Mart günü Ömer Hayyam’dan Kurtuluş Son Durak’taki evime giderken bir yıldır tenha olan caddedeki kalabalığı gördüm. Anadol’un Pilevneli Galeri’de sergi açacağını, İstanbul Büyükşehir Belediyesi desteğinden de haberdardım ancak ilk günden bu ilgiyle karşılaştığını görünce afalladım. Ne olduğunu kavrayınca birkaç fotoğraf çekip Twitter’da paylaştım. O kadar çok etkileşim gelmeye başladı ki gelen yorumları takip edemez oldum.

Paylaşımımın ardından Anadol’la konuştuk ve sergiyi birlikte gezmeye ve röportaj yapmaya karar verdik. Ertesi gün sıra bekleyenlerin kötü bakışları altında galeriye girdik. Anadol sergiyi anlatmaya başladığı anda onlarca kişi etrafımızı sarıp konuşmamıza dahil oldu.

Birlikte fotoğraf çekilmek isteyenler, kataloğa imza isteyenler, UCLA’yi kazandığını ve Los Angeles’ta görüşmek istediğini söyleyenler… Gezi boyunca onlarca kez konuşmamız kesildi. Anadol her zaman, herkesle profesyonelce ve tatlı konuşuyor. İşlerini anlatırken bir yandan mütevazı, ancak o kadar büyük isimlerden ve kurumlardan bahsediyor ki alttan alta övünüyor mu diye düşünüyorsunuz. İnsan karar veremiyor. Karşımızda standart, seküler orta sınıf bir ailede büyümüş “mucize çocuk” mu var? Yeni İBB yönetiminin de parçası olmak istediği “sanat ve bilimi” bir araya getiren yepyeni Türkiye’nin aydınlık yüzü mü var? Yoksa “entertainment” ve “business” dahisi yeni nesil bir geek mi?

Bu röportajımızda işin teknolojik ve ekonomik boyutlarının yanında sanatsal ilhamlarını da konuşmuştuk. Malum Tweet hadisesi üzerine yeni sorular ekledik.

Anadol’un Makine Hatıraları: Uzay sergisi NASA JPL ile yürütülen işbirliği sonucu halka açık uzay verilerinden yola çıkıyor. Sanatçının diğer işlerinde gördüğümüz gibi verilerin makine öğrenimi algoritmalarla yapılan analizler sanatsal bir perspektifle işleniyor.

Sergiye galerinin bodrum katındaki “Veri Tüneli”yle başlayabiliriz. Bu bölümü işlerde kullanılan verilerin işlendiği bir temel olarak görebiliriz. Giriş katındaki “Hatıralar” başlıklı bölümde de ISS, Hubble ve MRO teleskopları tarafından kaydedilen uzay görevi arşivlerini pigmentlere dönüştürüyor. Bir üst kattaki “Düşler” bölümünde yer alan Makine Hatıraları v.2 işinde de Anadol meseleye sinematik ve deneyime dayalı bir estetik katıyor. “Makine Halüsinasyonları: Sentetik Manzaralar – Mars” bölümünde de MRO Mars teleskopunun Mars yüzeyi fotoğraflarından deneysel bir harita sunuyor. Serginin son katı olan “Makine Halüsinasyonları” başlıklı bölümde de yeni nesil kanvas denemeleri görüyoruz.

Refik Anadol ve sanatı tartışılmaya devam edilecek. Yakın zamanda İstanbul’da işlerini görmeye devam edeceğiz ve muhtemelen yine kuyruklar oluşacak. Peki, kimdir Refik Anadol? Neden işleri bu kadar merak ediliyor? Yaptıkları sanat tarihinde nerede duracak? Anadol’un dünyada ve Türkiye’de yarattığı bu form sanat tarihini nasıl etkileyecek?

Öncelikle şunu sormak istiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve Kültür A.Ş.’nin bu sergiye katkısı nedir?

Yaklaşık bir yıl önce Pilevneli Galeri için bu sergiyi hayal etmeye başlamıştım. Pek tabii zaman geçtikçe sergi şekillendi ve gerekli teknik alt yapısı ortaya çıktı. Kavramsal çerçevesine ek olarak serginin diğer ülkelerde yaptıklarımdan bir farkı olmamasını içimden hep geçiriyordum. Sergideki kullanılan ekipmanların çok masraflı olması sebebiyle sponsor desteği olmadan ücretsiz gerçekleştirebilmemiz imkânsızdı. Hayalimizdeki sergiyi gerçekleştirmek için gereken 18 projeksiyon aletini bir ay kiralamak, altyapı için bilgisayarları kurmak, 100 metrekare LED ekran yerleştirmek gerçekten çok büyük masraflardı. Murat Pilevneli serginin ücretsiz olabilmesi için sponsorlarla görüştü ve sonunda İBB ve Kültür A.Ş. serginin ücretsiz olması için elinden geleni yaptılar.

Peki, İBB ekibiyle nasıl tanıştınız?

Sergiden önce direkt bir bağlantımız yoktu. Sergi desteği kapsamında bir araya gelme şansı elde ettik. Son derece mutlu olduğumu paylaşmak isterim. Birkaç ay öncesinde İstanbul Işık Festivali’ne dair bazı şahsi itirazlarım olmuştu. Küratoryal olarak kötü kararlar alındı bana kalırsa. Ben de bunu dile getirmiştim. Ekrem Bey ve ekibi de yazdıklarımı okumuşlar, değerlendirmişler ve Kültür A.Ş. Genel Müdürü Murat Abbas ile de görüşmüşler sanıyorum. Sergi aslında daha mütevazı da olabilecekken onlardan aldığımız “İstanbul güzelleşiyor, toparlanıyor, birlikte yapalım” desteğiyle çıtayı biraz daha yükseltmeye karar verdik. Bu çok kıymetli işbirliği sayesinde serginin bağlamı, deneyim çerçevesi genişledi ve en önemlisi herkese ücretsiz hale geldi. Bu noktada bir kez daha hatırlatmak gerekir ki benim bu kapsamda bir sergiyi Berlin, Stockholm, Miami, New York veya Washington’da ücretsiz yapma fırsatım olmamıştı.

Bu işin ekonomik yönünden devam edelim. Bu tarz deneyime yönelik sanat çalışmalarının dünyadaki ekonomisi büyüyor değil mi?

Pek tabii. Örneğin TeamLab tamamen böyle para kazanıyor. Asya’da, Tokyo ve Şangay’da kapıda bilet keserek bunu gelire dönüştürüyor. Benzerleri Artechouse ise Miami, Washington ve New York’ta yine benzer bir şekilde gelir elde ediyor. Meow Wolf ise Santa Fe, Las Vegas ve Denver lokasyonlarında yüz binlerce sanat severi ağırlıyor. Bu modelin olmasında pek tabii kompleks teknolojilerin etkisi çok büyük.

Bu sergide bilet kesilmiyor ancak bazı işler satışa açık. Hangileri satışa açık?

En üst kattaki yapay zekâ veri resimleri ve fiziksel veri heykeli satışa açık. İlk üç kattaki işleri sadece halka açık deneyimler olarak tasarladık, yani satışa açık değiller. NVIDIA’nın destek olduğu işler de kurumun koleksiyonuna ait zaten. Burada heyecan veren nokta NVIDIA’nın dünyada alanında en iyi yapay zekâ algoritmalarını bize hediye ediyor olması. Normal şartlarda bu algoritmalarla satılabilir iş yapmak kanunen mümkün değildir. Üzerine yeni bir şey söylemek, farklı ve yeni bir şekilde sunuyor olmak bizlere bu imkânı tanıdı. Bu noktada da sanat, teknoloji ve bilimin kesiştiği yerde yepyeni bir deneyim söz konusu. Bu bahsettiğim iş kendini asla tekrar etmeyen bir iş. Sonsuz.

Peki, deneyim işlerini koleksiyonerler alabiliyor mu?

Alamıyorlar; çünkü hepsi mekâna özgü işler. Bir deneyim işini çok isteyen bir koleksiyoner olursa eseri yerleştirmek istediği mekâna göre yeniden tasarlamak gerekiyor. Amerika ve Avrupa’da birçok koleksiyonerim kendi kişisel olarak tercih ettikleri mekânlara göre birçok işimi uyarlamamı istediler. İşlerim temelinde mimarinin kanvas olabilme ihtimalini sorguladığı için bu yönde talep çok oluyor. Mesela benzer çoklu projeksiyonlu bir enstalasyonu Seul’da Zaha Hadid’in DDP binası içerisine yerleştirme şansı elde ettim.

Refik Anadol. Fotoğraf: Efsun Erkılıç

Bazı işlerinde pigmentlerden, bazılarında seslerden yola çıkıyorsun. Forma nasıl karar veriyorsun?

Aslında bu soruya cevabım yaklaşık son 10 yıldır içerisinde olduğum yolculuk. Verinin görülemeyeni görünür kılabilme ihtimali ilham kaynağım. Benim için veri sadece matematiksel bir rakam kümesinden öte bir hatıra aslında. Bu hatırayı ise farklı algoritmalarla şiirsel bir ifade biçimiyle görünür kılmayı amaçlıyorum. Veri gibi değişken bir kavramı akışkanlar dinamiği veya gürültü algoritmaları ile pigmentleştiriyorum. Son yedi yıldır birçok farklı algoritmayı geliştirme fırsatı edindim. Özellikle hareketli bilgisayar grafikleri konusunda kendimi geliştirerek olabildiğince gerçekle zahiri arasındaki farkı kapatmaya çalışıyorum. Doku, gölge, patern ve gelişmiş ışık deneyimlerini devamlı geliştirerek yeni ifade biçimleri oluşturuyorum. Eğer yapay zekâ algoritmaları ile form arayışındaysam bunu da yine kendi yazdığım üç farklı yazılım ile ifade etmeye çalışıyorum. Bunlardan biri milyonlarca imgeye anlam kazandıran imaj tanımlama algoritmalarının çok boyutlu izlenimden 3 veya 6 boyuta indirerek ifade ediyorum. Mesela 4 milyon uzay verisini 6 boyutlu bir heykel olarak inceleyebiliyorum. X, y, z düzlemlerine kırmızı, yeşil ve mavi veri bilgisini de ekleyerek bir veri heykeli üretebiliyorum. Bir diğer algoritma ise GAN. Bu yaklaşık beş yıllık bir tutku. Eğer bir makine öğrenebiliyorsa, rüya görebilir mi sorusuna bir cevap arayışı. 2016 yılında Google’ın Yapay Zekâ ve Sanatçı programının davetiyle algoritmanın mucidi Ian Goodfellow ile keyifli bir sohbetim oldu. O sohbet sonrası son beş yıldır işlerimde GAN algoritmaları ile bir makinanın öğrendiklerinden ‘rüyalar’ veya ‘halüsinasyonlar’ üretebiliyorum. Bu çıktılar daha sonra farklı algoritmalarla ile mekânsallaşabiliyor veya pigmentleşebiliyor. Karar noktasında duygu ve bağlama uygun şiirsel bir yaklaşım ile derdim oluyor.

Az önce birlikte gezerken Nam Jun Paik’tan bahsetmiştin. Yeni medya meselesini açmak istiyorum. Sen kendini yeni medya sanatları içinde nerede görüyorsun?

Maalesef yeni kelimesine dair çok eleştiri mevcut. Dijital anlamda sanat üreten birçok sanatçı kendilerini medya sanatçısı olarak tanımlamayı tercih ediyor. Marshall McLuhan tanımladığı gibi ilk uyduyu yörüngeye yerleştirmemizle beraber başlayan evrimin parçası olan sanat akımı aslında. Mesela şu an Samsung ekibi ile Seul’deki müzeleri için bir iş üretiyorum; onlar da “medya sanatçısı”nı kullanmak istiyorlar. Hatırlarsanız ilk çıktığında Nam June Paik’i destekliyorlardı. Beni de o akımın bir parçası, yeni bir soluk olarak hayal ediyorlar. En azından küratoryal olarak böyle bir seçim yaptıklarını ifade ediyorum. LG ailesi için başka bir sanat projesi daha üretiyorum ve Kore’deki tüm duyurularında beni yeni Nam Jun Paik diye duyurmayı tercih ediyorlar. Kore kültüründe böyle okunuyor ve bu beni hakikaten çok gururlandırdı. Aynı zamanda en büyük ilham kaynaklarım James Turrell, Dan Flavin ve Robert Irwin gibi isimler “Işık ve Mekân” akımının öncüleridir. İşlerimi kimi zaman 1970’lerde Kaliforniya’da ilerlettikleri akımın da bir parçası, devamı olarak nitelendiriyorum.

Formalizm meselesine gelmek istiyorum. Yeni medya ilk çıktığında formalizm karşıtlığı önemli bir etkendi. Senin işlerini de formalist olarak okuyanlar var. Sen işlerini medya sanatında nerede konumlandırıyorsun?

Ben Türkiye’deki ilk yeni medya sergilerinden olan Uncharted sergisinde çalışma fırsatına sahip oldum. Orada yer alan 300 adet işi kuran öğrencilerden biriyim. Orada bu alandaki birçok üretimle karşılaştım.

Peter Weibel mesela bu düşüncenin öncülerindendi. Kendisiyle tanışmak, uzun sohbet edebilmek muazzam bir deneyimdi. Ama ben onların yani Viyana aktivist akımı yerine Los Angeles’ta LACMA’da Maurice Tuchman’ın başlattığı sanat ve teknoloji akımına daha yakınım. Andy Warhol yağmur yağdıran bir makine hayal etmişti mesela ve Bell teknolojileri ile beraber bu hayalini gerçekleştirebilmişti. Ben bu akımdan ve sonrasında gelen dahiyane işlerden çok daha fazla ilham aldım. Los Angeles’ta başlayan bu akım bana kesinlikle daha çok ilham verdi. Sonrasında Ars Electronica ile devam eden medya sanatlarının hem kavramsal hem de teknik olarak incelendiği ve tartışıldığı birçok festival de işlerimin üretildiği mekânlar arasında. Bu arada Sonsuzluk Odası projem geçtiğimiz yıl ZKM Müzesi koleksiyonuna girdi. Sonrasında Peter Weibel ile çok kıymetli sohbetlerimiz oldu. Kendimi bu noktada konumlandırıyorum.

1958 yılında Brüksel’de düzenlenen EXPO’da Iannis Xenakis ve Le Corbusier, Philips pavyonunu tasarlarlamışlardı. Mimariyi ve görsel sanatları birleştiren bir dönemeçti ve önemli bir fark yaratmışlardı. Ama daha da önemlisi, disiplinlerarası sanat ve yeni medya üzerine düşünmemize önayak olan yeniliklerdi bunlar. Tam bu proje Gene Youngblood’ın Expanded Cinema kitabı ile karşıma 2012 yılında çıktı.

Ama şu an TeamLab gibi oluşumlar maalesef fikirlerden çok görsel şölenleri vurgulayan işlerle bu ruhu mahvediyor. Ticari amaç taşıyan bir görsellik getiriyorlar, Japon kültürünü ekliyorlar ve bilet kesiyorlar. Amaçları eğlence satmak. Ben o akımın parçası asla olmak istemiyorum ve kendimi olabildiğince o oluşumlardan uzak tutuyorum. Pace Galeri’nin temsil ettiği oluşum olsalar dahi üretim ve deneyim biçimleri maalesef son derece yüzeysel olduğu için haklı bir eleştiri alıyorlar. Ben son beş yılda yapay zeka çevresinde oluşturduğum tüm proje ve kavramları derini yüzeye çıkarma çabası ile farklılaştırmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum.

Ancak aynı “eğlence endüstrisi” eleştirisini senin eserlerin ve sergin üzerinden de yapabilirler. Sen bunun hakkında ne düşünüyorsun?

Evet ama yapmadılar. Hatta tam tersi çok kıymetli yorumlar geldi. Örneğin Alejandro Iñárritu Walt Disney Konser Salonu cephesinde enstelasyonumu deneyimledikten hemen sonra “ilk defa bir bilim kurguya dokunabiliyorum” dedi. Aynı hafta New York Times ve LA Times’da çıkan pozitif yorumlar benzer şekilde idi. Zannediyorum ki bunun sebebi eserlerim üzerine samimiyetle kafa yoran ve vizyonumu anlamaya çalışan seyircilerin asıl derdimin insanları renkli bir dünyanın içine sokarak eğlendirmek değil, insan-makine ilişkisi hakkında düşünmeye sevk edebilmek olduğunu görebilmesi. Bunu görmek istemek de gerekiyor. Aksi takdirde yüzeyde bir deneyim, parlak piksellerden ötesini göremeyen veya görmek istemeyenler için bu dert her zaman var olacaktır. Fakat bu limitli algı maalesef benim derdim değildir. Problem deneyimleyenindir.

Çalışmalarını Refik Anadol Studio altında gerçekleştiriyorsunuz. Nasıl bir ekipsiniz?

On dört dil konuşan 14 kişilik bir ekibiz ve 10 ülkeyi temsil ediyoruz. Yaş ortalamamız 28 ve hepimiz kendi alanlarımızda derinlemesine araştırmalar ve okumalar yapan genç uzmanlarız. Hayalim her yaş ve kültür için sanat yapabilmek. Çok uluslu bir ekip olmamızın bu hayale muazzam bir katkısı mevcut. Kimi zaman akademik kültürden de besleniyoruz. Bir çok farklı akademisyen ile heyecanlı araştırmalar da yapıyoruz. Sanatı bilim ve teknoloji ile birleştirmek adına canla başla düşünüyor ve üretiyoruz.

Bilgi Üniversitesi VCD (Görsel İletişim Tasarımı Programı) mezunusun. Bu yüzden önce şunu sormak istiyorum. Blade Runner’dan hep bahsediyorsun. Sinemanın senin üzerinde nasıl bir etkisi var?

Aslında üretim ve düşünce biçimi olarak sinema her zaman ilham kaynağım. Sadece bilim kurgu alanında duayen işler değil aynı zamanda üretim biçimi de çok heyecanlı. Gerçek olmayan bir fikri veya hikâyeyi, gerçek gibi hissedene kadar ortaya çıkan yolculuk bana her zaman ilham olmuştur. Philip K. Dick ve William Gibson işlerinden en çok heyecan ve ilham aldığım yazarlardır. Son dönemde ise Alex Garland’ın işleri çok ilgimi çekiyor. Çoklu dünyalar teorisini işlediği Devs mesela başlı başına muazzam bir deneyim. Kuantum teorisi üzerine kanımca en başarılı bilim kurgu örneği.

Bilgi VCD’ye dönelim. Senin okuduğun dönemler en parlak yılları. O dönemi anlatır mısın? Ve şunu merak ediyorum. Sen bu basamakları çok hızlı aldın. Senin yaşında ve kariyerinde bu kadar insan yok. Bu nasıl oldu?

Bilgi VCD kültürü, yaratıcılığı ve topluluk olarak ülkemizin en uç noktasında yer alan çok kıymetli bir bölümdür. Hâlâ üstüne benzer başarı ve inovasyon sunan bir bölüm göremiyorum. 2005 – 2011 yılları arasında benim için bu anlamda çok kıymetli. Prof. Dr. İhsan Derman’ın değerli mentorluğunda hakkını ödeyemeyeceğim bir eğitim dönemi geçirdim. Çalışan burslu öğrenci grubunun da liderliğini yaptığım son iki yılım özellikle klişe ve yıpratıcı deneyimlerle bilinen ‘piyasa’ kültüründen beni ve bir çok meslektaşımı koruyabildi. Bu noktada hayallerimde ilerleme kaydetme fırsatı elde ettim. Esen Karol, Atıf Akın ve daha pek çok kıymetli akademisyen ile üretmek ve düşünmek yepyeni ufuklara açılmama imkân tanımış oldu. 2011 yılında Yapı Kredi Kültür Sanat binası cephesinde Tülay Güngen’in davetiyle İstiklal Caddesi’nin 72 saatlik kayıt edilmiş ses verisini mimar Alper Derinboğaz’la devasa bir veri heykeline dönüştürdük. Bu, alanında hem ülkemizde hem de dünyada mimari ölçekte bir ilkti.

Medya mimarisi alanında en büyük desteği ve ilgiyi bu sayede edindim. Hata bu projenin açılış günü UCLA’de ikinci yüksek lisansımı yaptığım Tasarım ve Medya Sanatları bölüm başkanı Christian Moeller ve mimar Greg Lynn de o caddede deneyimledi bu işi. O gün orada tanıştık ve işin arka planını konuştuk. Projeyi üç haftada tamamladığımızı ifade ettim. Özellikle böyle ölçekte bir iş için izinleri nasıl aldığımı sordular, Amerika’daki gibi benzer bir izin almadığımı söyledim. Buradaki hızlı üretim kültürünü anlamadılar tabii. Orada hareketlendi her şey diyebilirim. “Los Angeles’a gelirsen bu alanda eğitim alabilirsin” dediler. Hayalim de tam buydu zaten. Üç haftada ortaya çıkardığım bir fikri nasıl derinleştirebileceğimi bu alanda uzman kişilerle kafa kafaya verip konuşabilmek. Alanında öncü, kamusal alanda sanat üreten, yaratıcı kod ile sanat akımını başlatan, izleyici çevreleyen enstalasyonların öncüleri ile hayal kurabilmek ve üretebilmekti niyetim.

Los Angeles’ta yüksek lisans yaptığım dönemde en büyük destek Bill Gates’in de içinde olduğu Microsoft Research jürisinden geldi. 2013 yılıydı. Sahnede tek başıma, üzerimde beyaz bir şort ile sunum yapmıştım. Hayalim Frank Gehry’nin Walt Disney Konser Salonu üzerinden bir binanın hatırlayabilmesi ve rüya görebilmesiydi. Mimari, yapay zekâ ve sinir-bilimin kesiştiği düzlemde var olabilecek kamusal alanda sanat deneyimi idi. “Ben bir sanatçıyım, akıllı telefonlar için uygulamalar yapmak gibi fikirlerim yok. Sıkıcı bir yazılım fikrim de yok. Benim hayalim bir binanın öğrenebilmesini, hatırlayabilmesini ve sonunda rüya görebilmesini sağlamak,” demiştim. Sonrasında ise hem büyük bir akademik ödül ile hem de Bill Gates mentorluğu ve koleksiyonunda da yer almama varan bir yolculuk ortaya çıktı. Google, Nvidia, Intel ve IBM’in de çalışmalarına destek vermesinin arkasında Bill Gates’in öncü olduğu bu durumun olduğunu düşünüyorum.

Şimdi de Venedik Mimarlık Bienali için çalışıyorum. Aynı zamanda MIT Mimarlık Fakültesi dekanı olan küratör Hashim Sarkis’le birlikte bienale tasarladığım iş üzerine epey konuşma şansım oldu. İşlerimle ilgili “ilk defa bir sanatçının mekânsal hayallerinin fonksiyonel, strüktürel ve yaratıcı olabileceğini hissediyorum,” dedi. Ben pek tabii ne mimarım, ne de mühendisim. Ancak işlerimi çok ilginç bir yerden okudu. Bu bana ve ekibime büyük bir moral oldu.

Google gibi teknoloji devleriyle çalışıyorsun. Ki senin sanatına yönelik kritik eleştirilerden biri de bu olabilir. Çalışmalarında teknoloji devleriyle yazılım ve mühendislik alanında ortaklıklar geliştiriyorsun? İşbirliklerini nasıl kuruyorsun?

Teknoloji devleriyle işbirliği yaparken bize sağladıkları teknolojileri olduğu gibi kullanmak yerine onları değiştirip geliştirmeye odaklanıyoruz. Ve bu devlerin bünyesinde çalışan mühendisler de beraberinde uykusuz geceler getiren bu çabamıza bizzat şahit olup bize saygı duyuyorlar. Dolayısıyla hazıra konmaktansa var olan sistemleri, donanım ve yazılımları daha ileri bir noktaya sanatsal düşünceyle birleştirip başkalaştırıyoruz. Kimi zaman insanlığa faydalı çokça yazılım da geliştiriyoruz. Bunların hiçbiri konvansiyonel sanatçıların derdi değildir. Olması da beklenmez. Fakat benim insanlığa faydalı olabilmek gibi bir derdim var. Bu noktada gelecekten ilham alan biri olarak bu hayal gücüme güç katan deneyimler sayesinde yakın geleceğe dair çok daha sağlam bakabiliyorum. Sadece negatif, distopik ve korkularla bakmak maalesef bir 10 yıl öncesinin düşünce biçimi. Zamanın bu sistem, donanım ve yazılımlarla başka ne yapabiliriz sorusunun hızlıca sorulup üretim yapılması gereken dönemindeyiz. Sadece konuşmamalıyız. Üretmeliyiz. Denemeliyiz. Yanılmalıyız. Ben buna inanıyorum ve uyguluyorum.

Google’ın yapay zekâ sanatçı programının ürettiğimiz kodları ve potansiyellerini görmesi stüdyomuz için bir rönesans deneyimi oldu diyebilirim. Nasıl ki Orta Çağ’da kilise bir pigmenti, fırçayı sanatçıya veriyorsa, dijital çağın ‘kiliseleri’ de o pigmenti bize verdi bir nevi. Bunun öncüsü olmak ve liderliğini üstlenmekten hem mutluyum hem de sorumluluğunun bilinci ile üretmeye devam ediyorum.

Bu serginin dışında bir konu. Ancak NFT meselesiyle ilgili düşüncelerini merak ediyorum. Ben henüz anlamaya çalışıyorum. Sen ne düşünüyorsun?

Blockchain dünyası merkeziyetsiz bir şekilde yani kimsenin patron hissiyatı olmadan, hiçbir şey gizli kalmadan açık bir şekilde bu dünyada ortaya çıkıyor ve bu çok ilham verici. Arkasındaki akıllı kontratlar sayesinde değişime uyum sağlama potansiyeli olan, yenilikçi bir duruşu var. Ben şu an Nifty Gateway ve SuperRare platformları ile çalışıyorum NFT droplarım için. Nifty Gateway içerisinde bir pazar yeri var ve bu mekânı aynen bir dijital galeri gibi düşünebilirsiniz. NFT deneyiminin diğer dijital alternatiflerden tek ve en büyük farkı ise her şeyin şeffaf olması. Dijital bir dünyada var olan sanat eserleri, onlarla ilgili akıllı kontrat adresleri, tokenların nereden nereye gittiğini ve onlara kimin sahip olduğunu, bu eserin nasıl bir geçmişi olduğunu görebiliyorsunuz.

İçindeyim, tam ortasındayım. Hatta birkaç saate işim açık artırmaya çıkıyor. Beeple çok yakın arkadaşım. “Poster boy” olmasına şahidim. Açıkçası benzer teklif gelmiş olsa da ben o poster boy’lardan biri olmak istemedim. Çünkü emin olmadığım şeyler var NFT’ye dair. Balinalar ve köpekbalıkları var bu ekosistemde. İnsanlığın benzer hataları yapmasından hep endişe ederim. Bir kısım insan grubu ellerindeki dijital para değerini maalesef değerlendiremediler. Çünkü dünya onların varlığını resmen reddetti. Ve insanlar şu an NFT ile bunu bir harekete dönüştürdü.

2018 yılı yazında bir koleksiyonerim aldığı işi “smart contract”la etherium’a koydu. İlk o zaman öğrendim ne olduğunu. Hemen her NFT platformunda hesabım var ve sık sık koleksiyonerlerle görüşüyorum. Böylesine hızlı ve samimi ilerleyen koleksiyoner – sanatçı ilişkileri birçok sanatçı arkadaşımın da ifade ettiği gibi pek görmeye alışık olmadığımız yeni bir sosyal düzenin tanımlanmasına izin veriyor.

Bir anda her şey şeffaflaştı. “Middle man” kavramı kayboldu. Tabii ki insanlar yavaş yavaş öğrenecek ve bu zaman alacak. Eminim o koleksiyonerler arasında “Şu işe niye 100 bin dolar verdim” diye pişman olacaklar vardır.

Peki NFT satışları için yeni işler mi üretiyorsun, yoksa işlerinin versiyonlarını mı satıyorsun?

Bazen yeni işler üretiyorum. Mesela bitcoinin ekolojik boyutlarına dair sorunlar var. Bu konuya dikkat çekip platformları değişime davet edebilmek için Beeple’la birer işimizi Open Earth Foundation’a hediye ettik. Problemin parçası olmaktansa çözüme katkıda bulunalım dedik. Platformların karbon emisyonlarını bir mektup ile deklare ettik. Özellikle panedemi sürecinde sanatın her alanı finansal açıdan epey darbe aldı, bu bir gerçek. Ama bunca zorluk içinde dahi mesele sadece nakit para kazanmak olmamalı. NFT platformları uzun süre hayatımızda olacak gibi görünüyor. Biz de onları hem lehimize çevirmek hem de özellikle ekolojik dengelere ve etik sorunlara daha duyarlı platformlara dönüştürmek için çabalıyoruz.

Peki yakın zamanda İstanbul’a dair başka planların var mı?

Yakın zamanda biri İstanbul’dan toplayacağım verileri, diğeri de Türk sineması arşivlerini baz alan iki projem olacak. Detaylar netleştiğinde paylaşacağım herkesle. Heyecanla tüm yaz üzerlerinde çalışıyor olacağım. Yeni okuma ve sorma biçimleri getirecek bu iki farklı sergi için çok heyecanlıyım!

Kişisel olarak çok merak ediyorum. Atatürk Kültür Merkezi için bir çalışman olacak mı?

Murat Tabanlıoğlu’yla ara ara görüşüyoruz. Üzerinde çok düşündüğüm bir enstalasyon hayalim var. AKM’nin kendi arşivlerinden çıkan rüyalarını görebilmeyi ve İstanbul’a gösterebilmeyi çok isterim. Fakat proje nasıl ilerler, ne olur hiçbir fikrim yok. Fakat AKM gibi İstanbul’un belleğinin en kıymetli temsillerinden biri olan bu harika yapıya dair bir şey üretebilmekten onur duyarım.

İşlerinin alımlanmasına gelelim. Serginin açılış gününde Pilevneli Galeri’nin önünden geçtim. Yakınında oturuyorum. Her ne kadar serginden haberdar olsam da afalladım. Bu kalabalık ne diye bakındım bir süre. Durumu anlayınca hemen Twitter’da paylaştım. Birçok yorum geldi. “Instagram’a fotoğraf atmak için oraya geliyor”lardan “Nihayet sanatın kıymeti anlaşıldı”ya kadar farklı yorumlar. Şunu sormak istiyorum. İşlerin sence neden seviliyor? Neden bu kadar ilgi çekiyor?

Çok anlamlı bir soru. Bunu ben de çok derin düşünüyorum. Özellikle Sonsuzluk Odası ile başlayan sonrasında Arşiv Rüyası, Eriyen Hatıralar, Boğaziçi ve son olarak Makine Hatıraları: Uzay. Bu saydığım her bir sergi deneyimi katlanarak artan bir izleyici kitlesine ulaştı. Birçok kültür ve yaştan işlerimi deneyimleyen kişiler oldu. Ve en önemlisi zamanla aramda izleyicimle bir bağ oluştu. Bu bağ kuvvetlendi. Özellikle genç arkadaşlar, eğitimlerinde yenilik arayan, ilham arayan arkadaşlarla elimden geldiğince cömertçe deneyimlerimi ve bildiklerimi paylaşmaktan asla çekinmedim. Bu zamanla birikti ve kuvvetli bir izleyici kitlesi oluşturduğumu düşünüyorum. İnanın her gün yüzlerce, binlerce kıymetli pozitif, anlamlı ve kişisel mesaj almak bu durumu bambaşka bir yere taşıyor. Travmalar, mutluluklar, ayrılıklar, meditasyon veya kişisel herhangi bir deneyimini paylaşan binlerce sanatsever düşünün lütfen. Bu noktada yaptığım işin kesinlikle anlaşıldığını hissediyorum. En azından beklentim her zaman sanatın her yaş ve kültür için olabilmesi ihtimali idi. Sanıyorum bu tam olarak bu noktada gerçekleşmiş oluyor. Benim için başarının tanımı hayalimin gerçeğe dönebilme ihtimalidir. Bunun da başarı kavramıyla korelasyon içerisinde olduğunu ispatlayabilirim.

…….

Bu noktada Refik Anadol’a ayrıca sorular sorma ihtiyacı hissettim. Çünkü bu röportajı hazırlarken Anadol’un sonradan sildiği ve muhtemelen bu röportajı okuyan herkesin gördüğü ya da haberdar olduğu Tweet’i gündeme düştü.

Ben ilk şunu düşündüm. Şu ana kadarki konuşmalarında aslında hep politik olarak doğru ve kibar konuştuğunu görmüştük. Neden böyle bir Tweet paylaştın?

O Tweet’te yanlış üslup ve kelime seçimimden dolayı asıl demek istediğimi net olarak ifade edemedim maalesef. Sonuç olarak her okuyanın başka şekilde anlayıp yorumlayabileceği, ya da tek bir kelimenin onlarca çağrışımından birini seçip eleştirebileceği bir sosyal medya ortamı yaratmış oldum istemeden. O sabah uyandığımda sosyal medya hesaplarımda sergi ya da tek tek eserlerle ilgili değil ama sırada bekleyen seyircileri aşağılayan nitelikte bazı özel mesajlarla karşılaştım ve buna sinirlendim. Bazı köklü okullarımızdaki derslerde akademisyenler resmen alay edercesine öğrencileriyle serginin izleyici başarısı ve bağlamı üzerinden hakaret seviyesinde paylaşımda bulunmuşlar.

Tabii ki herkesin her deneyimi eleştirme ve beğenmeme ve bunu istediği mecrada dile getirme hakkı var; ama kendisinin deneyimlemediği bir sergiyi basmakalıp ve çoktan tedavülden kalkmış argümanlarla küçümseyipbir yaratıcılık ürünü ile anlamlı bir bağlantı kurmaya niyet etmiş binlerce insana ‘siz ne anlarsınız zaten’ demesi bana doğru gelmiyor. Dediğim gibi, kelime seçimimin hatalı olmasından dolayı sözlerim, bana gelen eleştirilere tahammülüm yokmuş ya da kibirden yapılma bir tahtta oturuyormuşum izlenimi verdi ama inanın önünde beklenen sergi benim değil de başka bir sanatçının sergisi olsaydı da benzer şekilde üzülür ve sinirlenirdim. Bunca insan bir şeyi beğeniyorsa veya görmeyi iple çekiyorsa bir bildikleri vardır demek de istemiyorum bu arada, insanların – motivasyonları ne olursa olsun – duyularını harekete geçiren deneyimler yaşamaya açık olmaları saygıyı hak ediyor bence.

Senin işlerine ve sergine olan ilgiye yönelik benim de katılmadığım yorumlar oldu. Ancak akademisyenler üzerinde çok büyük bir baskı var Türkiye’de. Belki bu Tweet’le yorum yaptığın akademisyenler de diken üzerinde. Hiç de öyle fildişi kulelerinde değiller. Çoğunu tanıyorum. Belki onların senin serginle ve sergine gelenlerle ilgili yaptıkları da acımasızdı. Ancak senin Tweet’in daha da acımasız değil miydi?

Dediğim gibi, asıl hedefim beni rahatsız eden ve hatta linç etmeye yönelik girişimleri olan birkaç kişi iken sanki bütün akademisyenlere ya da bütün eleştirmenlere mesaj gönderiyormuşum gibi algılandı. Özellikle akademisyenlerin baskı altında olduğu bu zor süreçte daha dikkatli ve net olmam gerekirdi ifademde, sana katılıyorum. Tekrar belirtmek isterim ki olumlu veya olumsuz bütün eleştirileri ilgiyle okuyorum ve beni takip edenlerin bildiği üzere yorumlara, sorulara, hatta meydan okumalara tek tek cevap vermeye çalışıyorum. İnsanların hangi meslekten ya da arka plandan gelirse gelsinler eserlerim hakkında konuşması, düşünmesi beni çok motive ediyor. Ama mesleği, konumu, yaşı ne olursa olsun linç kültürüne destek veren kişilere tepki göstermek zorunda hissediyorum kendimi. Tabii bundan sonra daha net bir dil ve üslupla.

İlginizi Çekebilir

Gündem

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür alanındaki beş yıllık politika, strateji ve çalışmalarını, açılan müzeler ve düzenlenen etkinlikler aracılığıyla Emre Erbirer kapsamlı olarak ele aldı.

Söyleşi

Noise_Media Art’ı hayata geçiren sanatçı Hande Şekerciler ve Arda Yalkın’la konuştuk ve seçkinin küratörü Dominique Moulon’un Türkiye’ye dair izlenimlerini dinledik.

Gündem

Argonotlar ekibi olarak yıl boyunca yayınladığımız yazılardan bir seçkiyle karşınızdayız.

Gündem

Argonotlar ekibi olarak yıl içinde gördüğümüz, dikkatimizi çeken sergilerden bir seçkiyi bir araya getirdik.

© 2020

Exit mobile version