2020 yılı herkes gibi sanat dünyası açısından da alışkanlıkların beklenmedik bir şekilde değiştiği bir yıl oldu. Kimi sergiler ertelendi, bazıları dijitale taşındı. Açılabilen sergilerin birçoğu ise sosyal mesafelenme kaygısıyla yeterince izleyiciye ulaşamadı. Bu sıra dışı yılı geride bırakırken sanat yazarlarına sorduk: 2020 yılında gördüğünüz sergilerden sadece birini önermeniz gerekse bu hangisi olurdu? Klasik bir sıralama yapmaktansa onlar için kişisel olarak ayrı yerde duran o tek sergiyi duymak istedik.
Soruşturmamıza bu yıl bir değerlendirme yapabilecek kadar sergi görmediğini üzülerek belirtip katılmayanlar da oldu. Dijital sergilerden söz etmeyi seçenler ya da birbiriyle bağı olduğunu düşündükleri birden fazla sergiyi değerlendirenler de. 2020 güncel sanatına kişisel bir bakış içeren bu seçkiyi sizin de keyifle okumanızı dileriz.
Bu seçkide yer alsın almasın, zorlu zamanlarda üretmeye devam eden sanat dünyasının her kademesinden aktör için 2021 yılının daha az zorluk ve daha fazla yaratıcılık imkânı getirmesini diliyoruz.
Elif Dastarlı
Billboard İstanbul (115 farklı sanatçı)
@cevrimici40dakika / Arzu Arbak, Beyza Boynudelik, Işıl Güleçyüz, Ayşecan Kurtay, Füruzan Şimşek ve Nur Gürel
Eve Yürüyüş / Alisa Oleva
Stay LIVE at Home-Ev Performansları Serisi / Dila Yumurtacı
@myquarantinefriend / Meltem Şahin
Kuşkusuz bu soruya Marina Abramoviç’in SSM sergisi cevabını vermek çok kolay olurdu; ama vermeyeceğim. Çünkü hem bağımsız galeri-inisiyatiflerin sergileriyle bu çapta bir kurum sergisini kıyaslamanın doğru olmadığını düşünüyorum hem de aslında 2020’nin “en”ini seçecek kadar çok sergi görmedim bu sene. Pandemi koşullarında hepimizin hayatı hiç olmadığı kadar birbirine benzedi ama kişisel deneyimimden hareketle, önceliklerimin bir sergi gezmemi engelleyecek kadar değişmesi, bana hem sanatla ilişkimi gözden geçirme fırsatı verdi hem de nihayetinde günümüzde üretilen ve sunulan sanatın izleyici ile ilişkisini sorgulattı.
Özetle şunu söyleyebilirim… Ben çoğunlukla karantinada geçen 2020 yılı içinde online yapılabilen çalışmaların peşine düştüm. Elbette ilk zamanlar hepimiz online ziyarete açılan müzelerin-online konserlerin cazibesine kapıldık ama sonra çabucak sıkıldık. Peşine düşmekle kastettiğim, üç boyutlu ve nesne temelli bir sanatın sanal ortama taşınıp görünür olması değil. Tümüyle mekân-zaman olgusunun yeniden tanımlandığına şahit olduğumuz bir dönemde bunun farkında olan, belki önce mecburiyetten ama daha sonra özellikle sosyal medya ve sanal imkânların sınırsızlığının farkına varan, süreci önemseyen işleri kovaladım. Billboard İstanbul, Ekim ayı içinde, 115 sanatçı kadının birlikteliğiyle İstanbul’un farklı semtlerinde billboardlarda yer alan sanat çalışmalarından oluştu ve sokaktan geçeni sanat izleyicisi yapma amacındaki bu sergi somut mekânın ötesine geçti. İnternet sitesinde hâlâ izlenebilen çalışmaların farklı dijital yöntemlerle gerçekleşmesi sayesinde aslında online olarak devam eden bir sergi bu.
Ayrıca instagram üzerinde @cevrimici40dakika adıyla devam eden bir proje de heyecan verici. Arzu Arbak, Beyza Boynudelik, Işıl Güleçyüz, Ayşecan Kurtay, Füruzan Şimşek ve Nur Gürel’in projesi, “üretmek, düşünmek ve etkileşim yaratmak amacıyla diyalog üzerine tasarlanmış bir oyun/çalışma alanı” şeklinde tanımlanıyor ve sanatçıların birbirlerinin üretimlerine yine üretimle cevap vermesinden oluşuyor. Üçüncü olarak Performistanbul’un online performans serilerini takip etmek heyecan verici oldu. Alisa Oleva’nın izleyicileri katılımcı haline dönüştürmeyi amaçladığı Eve Yürüyüş performansı ile Dila Yumurtacı’nın youtube’da canlı yayınla sürdürdüğü Stay LIVE at Home-Ev Performansları Serisi’ni özellikle izledim. Son olarak Meltem Şahin’in yine instagram üzerinde gerçekleştirdiği @myquarantinefriend projesi, karantina sınırlılığına karşı yaratıcı bir cevap niteliğinde.
Tüm bu çalışmaların diyalog kurmak, kolektif üretim, birlikte düşünmek gibi tasarılar etrafında gerçekleşmesi, “sergi yapma”nın değişmesiyle birlikte sanatçı olmanın yeni formlarına dair de çok şey söylüyor bence.
Evrim Altuğ
Meydan / Deniz Gül
Ben tercihimi Deniz Gül’ün Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde sona eren Meydan sergisi üzerinden yaptım. Siz bana ve öteki katılımcılara tek bir seçenek soruyorsunuz.
Buna mukabil, zamanın, insanın ve mekânın ruhunu taşıyan ve kusan bir proje olarak bu sergiyi, aynı zamanda Arter’de izlediğimiz KP Brehmer: Büyük Resim ve süregiden Altan Gürman sergileri ile, Zilberman’da 18 Eylül-2 Aralık 2020 arası izleyip deneyimlediğimiz, sona eren Selçuk Artut, Duvarların Dili Olsa da Sussa projeleriyle ürettikleri doğaçlama dert ortaklığı sebebiyle de önemsiyorum.
Bu nedenle ilgili soruşturmaya yönelik olarak, okurlara Deniz’in sergisine dair eski yazımı ve ilgili iki serginin dijital referanslarını yukarıda sunuyor, sağlıklı, huzurlu ve güzel bir yeni yıl diliyorum.
Fisun Yalçınkaya
Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler / Sevil Tunaboylu
Sevil’in sergisi Yeldeğirmeni Mahallesi’ni, orada gördüğüm atölyelerin, o mahallede geçirdiğim yılların duygusunu taşıdı. Bu kadar kendimize has bir şeyin önemi var mı, bir sergiden kendine yolculuk etmeye değer biçilir mi, sanırım bu yıl bunu biliyorsak tekrar öğrendik, bilmiyorsak keşfettik ki var ve biçilir. Tesadüfi olanın etkileyiciliğini, sakin ama güçlü bir duygudan çokluğa giden seyir halini hatırlattı. Belki yeni gördüğüm için duygusu taze ama 2020’den bir şey hatırla deseler bunu hatırlarım.
Gizem Gedik
Gelecek Tezgâhları / Eda Sütunç
2020’de beni en çok etkileyen sergi, daha önce Mamut Art Project vesilesiyle tanıdığım ve performanslarıyla aklımda kalan Eda Sütunç’un Sanatorium’daki ilk kişisel sergisi Gelecek Tezgahları oldu. Son dönemlerde toplumsal cinsiyet ve yapay zeka gibi alanlara yoğunlaşan sergileri sıkça görsek de bu sergide kurulan dilin, aşina olduğumuz bazı kalıpları özellikle sergileme yöntemi ve hikâye anlatıcılığı açısından yıktığını düşünüyorum. Dualiteleri farklı okumamıza vesile olduğuna ve birey, cinsiyetsizlik, robotlaşan dünya ve bedenimiz, duyguların fiziksel yansımalarının üretimi, mekân algısı, kişisel sınırlarımız gibi konulara dair düşüncelerimizi çeşitlendirdiğine inandığım bu sergide bir gelecek tahayyülünün etkileyici ve çarpıcı yönlerine şahit oldum. Geleneksel olanla teknolojiyi oldukça özgün bir şekilde buluşturan, kültür ve insan etkileşimini hem rahatsız edici hem ilgi çekici şekilde sunan sergide, çeşitli yazarların katkılarının ve temanın yine akademik bir makaleye dayanmasının hem kavramsal yönüyle hem de işbirliği ve disiplinlerarasılık açısından çok önemli olduğunu da eklemek isterim.
İpek Yeğinsü
Bitkiler, Hayvanlar ve Binalar / Emin Mete Erdoğan
Emin Mete Erdoğan’ın x-ist’te gerçekleşen kişisel sergisi Bitkiler, Hayvanlar ve Binalar, benim için 2020’nin en özel ve etkileyici sergisi oldu. Sanatçının 2019’un güz döneminde küratörlüğünü üstlendiğim İntergalaktik grup sergisinde sinyallerini vermeye başladığı yeni tematik yönelimi, bu sergide karşımıza tüm olgunluğu ve olmuşluğuyla çıktı. Pandemiyle birlikte tüm insanlık, doğa ile kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmenin artık yalnızca bir grup yön vericinin değil, her birimizin sorumluluğu, hatta zorunluluğu olduğu gerçeğiyle yüzleşti. Emin Mete Erdoğan’ın baş döndürücü kompozisyonları, bana göre izleyicilerle bu anlamda çok doğru bir zamanda buluştu.
Serginin bende yarattığı bir diğer sarsıcı deneyim, insanlığın yok oluş ya da bu gezegeni terk ediş mitini betimleyen bir tür “Cappella Sistina” önünde durduğumu sezinlemek oldu. Uygarlığımızın pek bir övündüğü, göğün sonsuzluğuna yükselen betonarme binaların bitki ve hayvanlar tarafından işgali, aklıma 1960’ların işgal evleri kavramını getirdi. Kapitalist makinenin nefes alacak yer bırakmadığı homo sapiens bireyleri ile, yine aynı makinenin öğüttüğü tüm diğer türler, sömüren insanla sömürülen insanın olduğundan çok daha yakınlar aslında birbirlerine. Belki de bu yüzden binaları işgal eden tüylü yoldaşların alaycı bakışlarını hiç üzerime alınmadım. Ben de tüm alaycılığımla bu sitüasyonist karnavala katılmak ve kendimizi içine hapsettiğimiz bu anlamsız kısır döngüye onlarla beraber dil çıkarmak istedim.
Naz Kocadere
Kum Fırtınası / birbuçuk kolektif, Kerem Ozan Bayraktar, Sinem Dişli, Negar Farajiani, Ayat Najafi, Mahmoud Obaidi, Tehran Platform (Mehran Davari, Niloofar Najafi, Elmira Shirvani)
Bu yıl gördüğüm sergilerden en etkileyicisi Depo’daki Kum Fırtınası oldu. Bu tercihimin ana nedenleri arasında projenin çıktılarının hem disiplinler arası olması, hem de bahsi geçen ekolojik fenomenin, çevresel faktörlerinin yanı sıra insan ötesi aktörlerini de inceliyor olması var. Pandeminin ilk aylarını geçirdiğim Hollanda bağlamından sonra Türkiye’ye dönüşümde ihtiyaç duyduğum “hastalık-bulaşıcı-bağışıklık” gibi temaların tekrarına düşmeyen ve geniş bakış açısının burada sunulduğunu düşündüm. Yakın dönemdeki araştırmalarımda da yararlandığım Donna Haraway’in 2016 tarihli Staying with the Trouble (Belayla Kalma) kaynağının farklı bir bağlamda değerlendirildiğini görmek ufuk açıcı oldu. Özellikle Negar Farajiani’nin ve Ayat Najafi’nin eserlerini uzun uzun incelediğimi ve not aldığımı hatırlıyorum.
Nazlı Pektaş
Varlığımın Garip Şarkısı / Nevhiz
Büyük! Kadın Sanatçılar kitabı etrafında tartışmalar başlamışken ve neden Türkiyeli kadın sanatçılar hakkında daha çok konuşmuyoruz, yazmıyoruz daha çok sergi açmıyoruz ya da daha doğru cümleler kurmuyoruz, kaynakları doğru araştırmalara ayırmıyoruz derken… Büyük sıfatının anlamları eşliğinde, kadın/erkek sınıflandırmasının, sanatçının konumunu hâlâ işaretliyor olması sanat çevrelerini alevlendirdi.
Tüm bunlar konuşulurken 26 Şubat–12 Nisan 2020 tarihleri arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılan Nevhiz Retrospektif Sergisi’ni hatırlamak gerekiyor. Çünkü Nevhiz kendi bedenine ve diğer bedenlere, içinden geçtiği dönemin gerçekliğinde eril bakışın diline doladığı yerden değil cinsiyetli olmanın arzusu eşliğinde ve gerçekliğinde sahip çıkan bir ressamdır. Desenleri, resimleri, renkleri, çizgileri, Nevhiz’in tanıklığıdır: Dışarıdaki şiddeti, ölümü, aşkı, kovalamacayı, mücadeleyi ve savaşı, arzu ve hazzı, erkekliği ve kadın oluşu, içerdeki “beni” girdaba sokarak savurur. Nevhiz’in resmi; sanattan edebiyata, sinemadan felsefeye ve siyasete cinsiyetçi belirlemelerin fışkırttığı kaskatı sözleri, büktüğü bir özgürlük alanıdır. Çizgiler ve onlara eşlik eden renkle Nevhiz; dışarıdakini içeride olan bitenle üst üste bindirdiği dışavurumcu bir üslupla büyük ve derin anlam alanları yaratır. İlla büyük sıfatının peşindeysek, toplumsal cinsiyet meselesinin büyük yara izlerine, adaletsiz kararların büyük yarıklarına ve kesintisiz devam eden geçmişin büyük ayak izlerine daha yakından bakmak gerekiyor. Nevhiz’in resmi, “büyük” olanı çizgileriyle takibe alır, büyük ve sarsıcı cümlelerle izleyene savurur.
Nergis Abıyeva
We Treasure Our Lucid Dreams: The Other East and Esoteric Knowledge, 1905-1969
2020’nin Mart ayında, pandemi sebebiyle aylarca eve kapanacağımızdan bihaber bir şekilde, Moskova Garage Çağdaş Sanat Müzesi’nde gördüğüm We Treasure Our Lucid Dreams: The Other East and Esoteric Knowledge, 1905-1969 sergisi, bu yıl ufkumu en çok açan sergi oldu. Bu sergi, “avangard” kavramını Rus sanat tarihi açısından tartışmaya açan, eleştirel bir söylem barındıran, bilgilendirici ve pek çok anlamda “yeni”ydi. Sanat tarihi yazımıyla, sanat tarihinde kanon meselesiyle ilgilendiğimiz, üzerine düşündüğümüz için, sergiyi birlikte gezdiğim Uras Kızıl’la birlikte bu sergiden çok etkilenmiştik.
Bildiğiniz gibi Rus Avangard’ları olarak nitelenegelmiş ve döneminin öne çıkan sanatçıları olan Kazimir Maleviç, Vladimir Mayakovski, Varvara Stepanova, Aleksandr Rodçenko, Vladimir Tatlin, Lyubov Popova gibi isimler, Bolşevik Devrimi’ni desteklemiş ve devrimden sonra kurulan yeni Sovyet hükümeti tarafından, Stalin Dönemi’ne kadar desteklenmişti. O dönem, dünya sanat tarihi açısından çok etkili ve yeni üretimlerin ortaya konulduğu bir zaman aralığıydı. Bu üretimler, beni ve daha pek çok sanat profesyonelini ya da izleyicisini heyecanlandırmaya devam ediyor.
Garage’daki sergiyse, “Rus Avangardları”nın gerisine itilmiş, gölgesinde bırakılmış sanatçıları odağına alıyordu. Masonluk gibi gizli kuruluşların da üyesi olan Andrei Bely, Anna (Asya) Turgeneva, Margarita Sabashnikova, Mirela Faldey gibi sanatçılar, Rus “ezoterik sanatçıları”, iktidar tarafından en başından itibaren dışlanmış, inançlarını terk etmek zorunda bırakılmış, Stalin dönemine gelindiğindeyse baskılara kurban düşerek, bir kısmı idam edilirken, birçoğu da hapishanelere gönderilmişti. Sanat tarihi yazımında öne çıkarılan “bildiğimiz” Rus avangardlarını da etkilemelerine rağmen, onların gölgesinde bırakılarak unutturulmuştu.
Bu sergi, alanına hâkim, sanat tarihi konusunda bilgisi geniş, radarları açık ve yenilikçi küratörler ve geniş bir araştırma ekibi tarafından, sergilenmesinden, içeriğine müthiş bir titizlikle ortaya koyulmuştu. Garage, kurum olmanın tüm avantajlarını kullanarak, şahane bir iş çıkarmıştı. Uras Kızıl, Artam Dergisi’nin yaz sayısına “Kanonun Dışındakiler: Rus Ezoterikleri” başlıklı, serginin ereklerini derinleşerek açtığı bir eleştiri yazmıştı. İlgilenenlere bu yazıyı da tavsiye ederim, zira Türkçede Rus ezoteriklerine dair pek kaynak yok.
Sinan Eren Erk
Müstesna Kadavra / Ani Çelik Arevyan, Kerem Ozan Bayraktar, Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş, Ali Kazma, Ekin Saçlıoğlu, Hale Tenger, Nazif Topçuoğlu ve Nergiz Yeşil
Bu yıl gezdiğim sergiler içinde önerim, görülmesi gerektiğine inandığım bence güçlü bir sergi olan ve beni etkilemeyi başaran Galeri Nev İstanbul’daki Müstesna Kadavra‘dır.
Serginin henüz fikir aşamasından tamamlanmasına kadar geçen tüm sürece şahit oldum. Süreci izlemenin en olumlu yönlerinden biri de fikirlerin gelişimini takip edebilmek oluyor. Dolayısıyla serginin arkasındaki düşünceyi ve bu düşüncenin nasıl bir titizlikle aktarılmaya çalışıldığını kişisel olarak deneyimledim. Gizem Gedik’in sergi mekânındaki kurgusu ve sanatçıların sergiye içtenlikle verdikleri destek, ortaya bana göre gerçekten değerli, gözden kaçmaması gereken bir sergi çıkardı. Galerinin kendi temsiliyetindeki sanatçılarla birlikte farklı galerilerden sanatçıların işlerine de yer vermesi güzel bir çeşitliliğe yol açtı. Ancak bence serginin en büyük artısı, başlığında kadavra gibi günümüz tüketim alışkanlıklarında pek de tercih edilmeyen “tiksindirici” bir kelimeyi kullanmasına rağmen bunu sadece fiziksel olarak değil düşünsel olarak da sorgulatmayı başarmasıydı. Çünkü sergi görsel estetik açısından tiksindirici olmanın tam tersine geçiyor. Sanatçıların işleri de bu anlamda görsel açıdan bir yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlar nitelikte. İşlerin ardındaki fikirler de birbirine referans verebilen ve bu şekilde sergiyi anlam bakımından güçlendiren parçalara dönüşüyor.
Süreyyya Evren
İnsan tuhaf, ne hoyrat, ne şaheser ve nasıl ilkel hayret / Berkay Tuncay
Bu yıl gördüğüm sergiler arasından sadece birini önermem gerekse Berkay Tuncay’ın Sanatorium’da gerçekleşen İnsan tuhaf, ne hoyrat, ne şaheser ve nasıl ilkel hayret. (13 Mart–27 Haziran 2020) başlıklı sergisini öneririm. Yılın konseptine uygun olarak sergiyi online gördüm, Karaköy’e gitmedim, ama Sanatorium’un web sitesine gittim, sanal tur aldım. Sergi, hem online çok iyi görülebildiği için, hem açılır açılmaz pandemiye saplanan ve aylarca boş mekânlarda tek başına bekleyen sergilerin bende ayrı yeri olduğu için, hem de takip etmesi keyifli sanatçılarımızdan Tuncay kendi yaklaşımını bu sergiyle çok iyi işlere taşıdığı için.
Ulya Soley
Tabiatımız / Asya Leman, Berfin Alyeşil, Cansu Yıldıran, Emre Özfetiş (e.x.e.e.e.a.a.), Eşref Yıldırım, İbrahim Alam, Kadir Kayserilioğlu, Kristina Golubkova, Özge Özgün ve Yağız Gülseven
Diğer alışkanlıklarımız gibi sergi gezme deneyimimizin de değiştiği bir yıl oldu. Bu dönemde açılış etkinliği yapılamayan sergileri herkes kendi zamanında ve bireysel olarak gezdi. Benim için bu olumlu anlamda dönüştürücü bir değişikliğe yol açtı. Bu yıl daha dikkatli, özenli ve belki de daha yavaş deneyimlediğim sergiler arasında Transformative Art Project for Activists (TAPA)’nın düzenlediği Tabiatımız başlıklı sergiyi gerçekten çok etkileyici buldum. Sanatçılar Asya Leman, Berfin Alyeşil, Cansu Yıldıran, Emre Özfetiş (e.x.e.e.e.a.a.), Eşref Yıldırım, İbrahim Alam, Kadir Kayserilioğlu, Kristina Golubkova, Özge Özgün ve Yağız Gülseven’in kentten uzak, doğayla iç içe bir alanda birlikte yaşadıkları 45 günlük sanatçı programı sırasında ürettikleri işleri sergiledikleri Tabiatımız, işlerin her birinin farklı ve oldukça akılda kalıcı duyusal ve duygusal deneyimler sunduğu; üzerine düşünülecek, tartışılabilecek önemli konular açan ve sergileme açısından da alışılageldik kalıpların başarılı bir şekilde dışına çıkabilen bir projeydi. Evlere hapsolunan bu dönemde ziyaretçiyi bir ormanın derinliklerini veya zihnin yüzeye çıkamayan köşelerini keşfetmeye teşvik eden, buraları keşfederken de elinden tutan ve asla yalnız hissettirmeyen bir sergi.
M. Wenda Koyuncu
The Dance Of Broken Machine / Bengü Karaduman
Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler / Sevil Tunaboylu
The Sea Said Okay / Nilbar Güreş
Zaman, mekân ve yaşamla ilgili dramatik dönüşümler yaşıyoruz. Doğadan geldiğine inanılan bir olayın (salgın) tahakküm teknolojisine dönüşüp dönüşmeyeceğini kaygı ve merakla izliyoruz. Foucault’ca söylersek, söylem ve pratiklerle siyasal nesneleştirmeye tahakküme maruz bırakılanların benlik teknolojilerine dönme vaktidir. İktidarın dışsal yönelimlerinin yerine içsel olana, kimliği ve etiği oluşturan etkilerine yoğunlaşmak önem kazanıyor gibi. Yani başka bir ifadeyle bedenin dışından gelene değil içerden gelene bakmak gerekiyor. Nietzsche’ye uzanan bu etik ve sanatsal bir kavrayış içinde yaşamdan bir sanat çıkarma adına gözümüze ve zihnimize çarpan imgeleri kovalamanın da vaktidir. 2020’den sarkan, gezip görebildiklerimiz arasından, bu imgeleri veya kıvrımları hissettiren sergiler oldu. Bengü Karaduman’ın Martch Galeri’de, Nilbar Güreş’in Galerist’te ve Sevil Tunaboylu’nun Depo’daki sergileri bu ayak izlerini farklı biçimlerde ele alışlarını gösterdi.
Bengü Karaduman’ın The Dance Of Broken Machine adlı çoklu medya sergisi mekânın bellek ve iç sıkıntısı ile kesişim noktaları üzerine bütün bir varoluşun sorunsal yükünü işaret etti. Not defterlerinden, günlüklerden, çocukluktan kalma izlerin mekâna sıkışması. Blok halindeki belleğin devinimle, oluşlarla kopması, parçalara ayrılması sırasında akış (hayat, hareket, düşünce) sabit bir mekânın bütünü yutmasına, asimile etmesine ve buna verilen yaşamsal tepkinin kudretine yaslanıyor. Benjamin 19. yüzyıl Paris’ini betimlerken, iç mekânı özel bireyin evreni olarak tanımlamıştı, salonu da dünya sahnesine açılan bir loca olarak. Tabii o salon dünya fuarlarından kotarılmış nesnelerin sergilendiği bir prestij veya kimliklenme alanıydı aynı zamanda. Bengü Karaduman’ın salonu ise, aksine, bu kimliklenmenin parçalandığı nesnelerin birbirini ittiği bir gerilime sahne açıyor. Karaduman yeni bir yaşama duygusunun ifadesi veya bugünün imgesinin ne olacağının kararsızlık ve kırılma ânına teslim ediyor imgeyi. Nedir bu sıkışmanın imgesi? Bedenin kendisi mekânla bir uzlaşım arıyor ama bütün nesneler ve duvarlar bu uzlaşımın ayak çeldirici unsurları olarak kafa tutuyor imgeye. İç mekânın güveni ve tutsaklığı ile dış mekânın esrik, devinimsel ve tehditkâr halleri; kurmaya yeltendiğimiz içe kapanık hayalleri hangi duvarlardan sektirip hangi perdelerin tüllerini havalandırıp ruhlarımıza geri iade edebilir? İzlenimci bir beyazlık ve maviliğe açılıyor beden: Işık, gölge ve ölüm. İçeride sinsi bir şekilde tünemiş tahakkümden çıkmanın yolu, bir kaçış çizgisi yaratmanın imkânı: mekânı ve bedeni ölü bırakmak. Virüs canlı bedene tutunuyorsa, bir metafor olarak virüsü ayakta tutan bütün bu teknolojileri ölü bırakmanın, habitusları eşelemenin, yaşamdan bir sanat çıkarmanın sahici bir yolu olabilir…
Yakın bir varoluş salınımını kendi dilinde Sevil Tunaboylu’nun Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler adlı imge dizgesinde de görmek mümkün.
İç mekânla dış mekân arasında sıkışan insanlık halleri bir varoluş biçimi somutlaşmaya başlarken bedenin ruhun bir semptomu olduğu değil de ruhun bedenin bir semptomu olduğunu görmekteyiz. Dış mekânın özgürlük ve tehdit, iç mekânın güvenlik ve tutsaklıkla çelişik şekilde iç içe geçtiği algı pekişiyor. Pekişiyor diyorum, çünkü zaten mekâna dair ideoloji, zihinde ve duyguda bunu çoktan var etmişti. Tunaboylu; fotoğraf, resim ve heykel teknikleri ile mekâna alınmamış olanın kırılgan, yalnızlaştırılmış ancak, bir tür bilinçdışı imgelerden biyografik bir yol haritasını gösteriyor. Masalara ve duvarlara yayılan çalışmalar E. A. Poe’nun cinayet öykülerinde kanıt olabilecek nesneleri de çağrıştırıyor. Dedektiflik hikâyelerinin burjuva mekânında oluştuğunu akılda tutalım. İç mekân bir suç mahali. Modern zamanlarda yaratıcısının ölümünden sonra arta kalan üretimler, şeyler, nesneler sanat eseri olarak kabul edilirken Antik Çağ’da yaşamın kendisi bir sanat eseri olarak değerlendiriliyordu. Ölümlü olanın bir sanata dönüşmesi fikri hâkimdi. Somut olarak Sokrates’te cisim bulan yaşamı sanata çevirme ediminin bugünkü manada life style’la alakası yoktu. Antik Yunan kültüründe ölüm sonrası hayat değil hayatın kendisine değer katma önem kazanıyordu. Yaşamın kendisi bilgi ve sanat nesnesi olarak varolmalıydı. Dolayısyla özne hali bir tür varoluş estetiği olarak ahlak denilen mefhumu yani “kişinin kendini tanıma ve yaşamına biçim kazandırma çabası”ydı. Hıristiyanlıkla beraber bu yaşama yönelik kendilik halleri teolojik bir sapmaya uğrayacaktı. Tunaboylu’ya dönersek, onun göstermiş olduğu sanat eserleri, eser olmaktan ziyade yaşamın değeri ve değersizliği üzerine kendisine katılan nesneler olarak görülebilir. Sanatçının hayatla kurduğu ilişkinin gösterme üzerine şekillenen nesneler olmayıp böyle de yaşanabilirin semptomları olarak okunmalıdır. Tunaboylu’nun parmak izini taşıyan nesneler üzerine şüpheye düştüğümüz ama kanıt olarak görmek istemediğimiz bir nesneler atlası olarak görülebilir.
Projeksiyonu Nilbar Güreş’in Galerist’teki The Sea Said Okay çalışmasına çevirdiğimizde bu sefer standart plastik bir dilin bütün yerleşik özne konumunu yıkıma uğratan fovistçe bir neşe görüyoruz. Sanki Karaduman ve Tunaboylu’nun içeriden yaptığını Güreş alıp toz gibi dünyaya savuruyor. Mekânın kimliğini kaybettiği, uzamdaki bütün var olanların yersiz yurtsuzlaştığı şeylerin birbirleri ile yeniden diyalog kurdukları queer bir anlatının içine doğu çekiyor bizi. Kendisiyle uğraşan varlıklar görüyoruz Güreş’in imgelerinde. Hıristiyanlık inanışında kendisiyle uğraşmak tanrıyla çelişkiye düşmek demekti. Antik düşüncenin tersine Hıristiyanlıkta kendinden vazgeçmek asıl telostu. Figürlerin neşesi ve çocuksu varoluş biçimi kendiyle ve çevreleyen dünyayla daha önce oluşmamış bir dilin varlığına çağırıyor. Her varlık, verili söylemlerden ve pratiklerden soyunmuş biçimde hareket halinde ve dünyada imkânların tükenmediği eşit bir düzlemde buluşuyor. Birbirine sürekli sunan ve yaşatan bir duygu eşlik ediyor bu dilin varlığına. Dünyaya fırlatılmış varlık, uygar olmanın cazibesine kapılmadan yeni potansiyelleri işaret ediyor. Dolayısıyla kendilik teknolojileri burada bir ayırdına varma eşiğine dayanıyor ve imgeler yaşamdan bir sanat çıkarmanın mümkünlüğünü bütün sertliğiyle dışarı atıyor.
“Bugün kafamızı dağıtacak; düşünce ve duygularımızı havalandıracak bir hayal dünyası mümkün müdür?” sorusu bize bu çalışmalar üzerinden bir düşünme imkânı yaratabilir.
Bu sergilerin dışında görme imkânı bulamadığım başka sergiler de oldu, misal Ekin Kano’nun Öktem Aykut’taki Damp Earth sergisi. Kaçırdığıma üzüldüğüm bir sergiydi o.