2010 yılında bir sanatçı inisiyatifi olarak kurulup daha sonra birçok ulusal ve uluslararası fuara katılmış; küratörlü grup sergilerine ev sahipliği yapmış bir galeri olarak varlığını sürdüren SANATORIUM, 2022 yılında yeni bir yıllık programa başladığını duyurmuştu. “SANATORIUM Spring Call: Bağımsız Sanat Oluşumlarına Davet” başlığıyla başlattığı bu yeni programla Türkiye’den bağımsız sanat oluşumları ve inisiyatiflere, Juma binasındaki sergi alanını paylaşmak ve bir destek yapısı oluşturmak amacıyla çağrıda bulunuyordu. Bir sanat galerisi olmakla beraber yeni düşünme ve araştırma alanları açmayı da amaçlayan bir platform olarak SANATORIUM mekânını, deneyimini her yıl bu başvuruyla seçilecek bir bağımsız sanat oluşumuyla paylaşmakla kalmıyor; oluşumun Juma mekânında gerçekleştirecekleri sergi için finansal destek de sağlamayı hedefliyordu. Uzun yıllardır bağımsız bir oluşumu yöneten Protocinema Kurucu Direktör ve Küratörü Mari Spirito da SANATORIUM Spring Call açılış sergisi için nitelikli bir öneriyi seçmek ve seçilecek bağımsız sanat oluşumuna rehberlik etmek üzere jüri üyesi olarak görev alacaktı.
Geçen yıl yapılan çağrının sonucunda Ankara merkezli LGBTİ+ hakları derneği Kaos GL çatısı altında hayata geçirilen Ankara Queer Sanat Programı, Spring Call’un ilk yararlanıcısı oldu. Programın koordinasyonunu da yürüten Aylime Aslı Demir’in küratörlüğünde; programa katılan sanatçılar arasından seçilen Arda Asena, Yağız Gülseven, Erin Johnson, Dilan Onay ve Alex Turgeon’un çalışmalarını bir araya getiren ‘‘Arada ve Arasında’’ başlıklı sergi hayata geçirildi. Sergiyi 13 Mayıs tarihine kadar görmek mümkün.
Galerilerin mekânsal, finansal ve deneyime dayalı imkânlarını bağımsız sanat oluşumlarıyla, özellikle de İstanbul dışından inisiyatiflerle paylaşması fikri sanat dünyasında dayanışma pratiklerini geliştirmek açısından da önemli. SANATORIUM, bir sanatçı inisiyatifi şeklinde kurulmuş bir galeri olarak Spring Call çağrısıyla yeniden köklerine dönmeyi, dayanışmayı büyütmeyi hedefliyor.
İlk çağrıyla ortaya çıkan “Arada ve Arasında” sergisinin kavramsal çerçevesi, sergi için üretilen işler ve onların sergilenme biçimi bağlamında hem galeriyi hem de Ankara Queer Sanat ekibini oldukça heyecanlandırmış ve tatmin etmiş gibi görünüyor. Keza izleyicilerden aldıkları geri dönüşler de bunu destekler nitelikte.
SANATORIUM’dan Sergiler ve İletişim Sorumlusu Melih Aydemir ve Ankara Queer Sanat Programının direktörü Aylime Aslı Demir’le Spring Call çağrısının detaylarını, bu çağrının bağımsız oluşumlar için sağlayabileceği imkânları ve ilk çağrı sonucu gerçekleşen “Arada ve Arasında” sergisinin detaylarını konuştuk. Dilerim SANATORIUM’un hayata geçirdiği bu proje, Türkiye’de galerileri ve bağımsız sanat topluluklarını bir araya getirme, çeşitli ve sürdürülebilir destek projelerinin ortaya çıkması için bir ilham ve model olabilir.
İlk sorumu Melih, sana yöneltmek isterim. SANATORIUM’un Türkiye’deki bağımsız sanat oluşumlarının faydalanabileceği bir çağrı yapma fikri nasıl çıktı?
SANATORIUM bir sanatçı inisiyatifi olarak kuruluyor. Daha sonra bir galeriye dönüşüyor. Spring Call buradan yola çıkarak SANATORIUM’un köklerini düşünerek Türkiye’de şu an var olan sanat oluşumlarına nasıl destek olabiliriz ve onlara nasıl bir alan açabiliriz gibi bir düşünceyle, galeri direktörü olan Adnan Yerebakan’ın bir fikri olarak ortaya çıktı. Sonra programı ilk senesinde jüri üyesi olan Mari Spirito ile beraber programın başvuru koşullarını oluşturduk. Baktığımızda bu tarz açık çağrılar genelde ya sanatçılar için yapılıyor ya da kurumlar üzerinden gidiyor. Bağımsız inisiyatiflere alan açmak üzerine odaklanan bir program olsun istedik.
Genel olarak Spring Call’un ilk çağrısına ilgi nasıl oldu? Ne kadar başvuru geldi?
Açıkçası başvurular çok yüksek oranda değildi. Başvuru sürecinde bir Zoom yaparak, sanat oluşumlarını soru sormaları için davet ettik. Bu süreçte bulabildiğim oluşumlara kişisel olarak mail attım. Zoom sırasında aslında ilgi var gibi gözüküyordu, ama o dönem Kültür İçin Alan’ın da açık bir çağrısı vardı örneğin. Bağımsız oluşumların ve inisiyatiflerin direkt kendi mekânları için fon alabilecekleri başka fonlarla aynı zamana denk geldi. O yüzden ilk senemizde beklediğimiz kadar başvuru gelmedi diyebilirim. Ama yine de güzel başvurular aldık, zaten onlardan biri olan Ankara Queer Sanat Programı ile devam ettik.
İnternet sitenizdeki Spring Call duyurusunda, bu davet aracılığıyla bağımsız sanat oluşumlarının çalışmalarına erişimin İstanbul’un çağdaş sanat ortamında ve yurt dışında genişletilmesini amaçladığınızdan da söz ediyorsunuz. Özellikle yurtdışı bağlantıları konusunda belirlenmiş bir plan var mı yoksa buradaki işbirliği üzerinden gelişmesini beklediğiniz bir şey mi bu?
Aslında orada şunu demek istemiştik: Sanat anlamındaki fonlar daha çok yurtdışından geldiği için Spring Call’a başvurmanın hem oluşumlar için bir deneme hem de bir oyun alanı gibi olabileceğini düşündük. Bu başvuruyu yaparken diğer başvurularda da ne yapacaklarına dair bir fikir edinebilirlerdi. Bir de ilk sene Protocinema’dan Mari Spirito ile çalıştık, o da çok uzun zamandır bağımsız bir oluşumu yürütüyor aslında. Orada bir deneyim paylaşımı da olması amaçlanmıştı.
Peki, Mari Spirito’dan söz etmişken onun projedeki konumundan da bahseder misin? Nasıl bir jürilik yaptı, nasıl bir dahiliyeti oldu Mari’nin bu projede?
Mari Spirito projeyi, sergiyi yapacak oluşumu seçti diyebilirim. Mari ile beraber projeleri inceledik, nasıl işleyebilirler, hangisi gerçekten var olabilecek bir sergi gibi gözüküyor gibi sorular üzerinden. Sonra Ankara Queer Sanat Programı seçildikten sonraki süreçte de Mari, basın bülteni konusunda destek verdi, kurulum zamanında da buradaydı. Kutulum anlamına da çeşitli kararlarda destek oldu. Fiziksel olarak kurulumda bulunan sanatçılarla laptop/stüdyo ziyareti şeklinde görüşmeler yaptı.
Yine başvuru süreci üzerinden ilerlersek ikinize de yöneltmek istediğim bir soru bu. Benim de birçok bağımsız oluşumun bir parçası olarak, bu tarz çağrılarda gözlemlediğim bir şey var ki o da zaten kapasitesi çok kısıtlı olan bu oluşumların başvuru sürecinde çok uzun zamanlar ayırması gereken başvurularla karşılaşması. Siz galeri olarak başvuru formunu hazırlarken bunu gözeten bir yerde miydiniz? Ankara Queer Art Programı, sizin için başvuru süreci zorluk/kolaylık noktasında nasıl bir deneyimdi?
Melih Aydemir: Aylime’nin deneyimi farklı olabilir tabii ki ama ben galeri tarafında nasıl ilerlediğimizden söz edebilirim. Formu oluştururken özellikle “olası katılımcılar listesi” gibi ifadelere yer verdik. Başvurulara tamamen bitmiş ve tamamen kararlar verilmiş bir proje gibi bakmadık çünkü böyle projeler hazırlamak gerçekten zor oluyor. Proje bittiğinde tam olarak ilk öneriyi bekleyen birtakım fonlar oluyor elbette, özellikle bunun olmaması için süreci kolaylaştıracağına inandığım ifadeler eklemeye çalıştım. Onun dışında, sadece mekânı olan oluşumlara değil, fiziksel olarak bir mekânı olmamış ama çeşitli projeler yürütmüş oluşumların da başvurabileceği bir çağrı hazırladık. Çünkü çoğu bağımsız sanat oluşumu için mekân bulmak gibi bir sorun oluyor. Mesela, Ankara Queer Sanat Programı da mekânı olmayan bir yer ve bir sanatçı ikamet programı. Sonuçta sergi onların programa katılan sanatçılarından bir seçki gibi oldu. Bu sanatçıların seçilmesi noktasında da hep iletişime açıktık.
Aylime Aslı Demir: Melih’in bu bahsettiği “olası” ibaresi başvuruda inanılmaz rahatlatıcıydı benim açımdan. Zira senin de bahsettiğin gibi bazı projeler her aşaması yapılandırılmış bir başvuru bekliyor ve projenin sonunda da tam olarak orada yazanları görmek istiyor. Ama bir taraftan bu, bu işin doğasına aykırı bir hikâye. Örneğin başvuru formunda sözünü ettiğim olası sanatçılarla bu sergi fikrini detaylı bir şekilde paylaşmamışım o esnada, bu konuyla nasıl ilişkileneceklerini ve ne tür işler üreteceklerine dair bir fikrim yok aslında. Dolayısıyla “olası” ibaresi süreçte dönüşüme de olanak sağlayan ve bu değişiklikler konusunda güvende hissettiren bir kolaylaştırıcı işlevi gördü benim için. Spring Call başvuru formu; olası çalışma takvimi, bütçe, serginin kavramsal çerçevesi ve sanatçı listesinden oluşuyordu. Bu formlar yoğun ön hazırlık gerektirmediği için de başvuru süreci zorlayıcı olmadı benim için. Sanat mekânlarının sanatçılara ya sadece alan sağlamayı ya da görünürlük sağlamayı vaadettiği bir sanat ortamında Spring Call’ın yarattığı bütçeyle sanatçıların yeni üretim yapmasını teşvik etmesi, bu teşviği başvuru aşamasından sergi açılana kadar sürdürmesi oldukça önemliydi hepimiz için.
Spring Call çağrısını yaygınlaştırmak için nasıl bir yöntem izlediniz? Örneğin Türkiye’deki bağımsız sanat oluşumlarına, inisiyatiflere ulaşabilmeyi sağlayan bir veritabanı var mı?
M.A.: Aslında bu anlamdaki en önemli veri tabanı herhalde Bağımsızlar (bagimsizlar.org) diyebiliriz. Çok güncel değil ama Türkiye özelinde birçok bağımsız oluşuma oradan ulaşılabiliyor. Onun dışında, ben sanat sahnesine galeri dışında da takip ettiğim için kendi takip ettiğim oluşumlara da doğrudan ulaştım. Türkiye sanat sahnesini düşününce çok fazla oluşum yok bir taraftan. Muhtemelen güncel olarak devam eden ve kâr amacı gütmeyecek bir şekilde bağımsız olarak varlığını sürdüren mekân ya da topluluk sayısı 25’i geçmez. Spring Call için direkt bir küratörün ya da bir sanatçının kendi sergileri için başvurmasından daha çok kolektif yürütülen bir oluşumdan başvuru olsun istedik. Başvurular arasında sanatçı ve küratörler tarafından yapılan birkaç güzel başvuru vardı ama onları değerlendirmeye alamadık mesela. Spring Call’daki amaç, oluşumlar ve inisiyatifler için ve özellikle de İstanbul dışında olanlar için bir çağrı yapmaktı. İstanbul’dan oluşumlara da açıktık ama İstanbul dışında olup burada kendine alan bulmak isteyen kişilere öncelik sağlamak gibi bir düşüncemiz de vardı. Tabii bu biraz eleştirel bir yerden, İstanbul sahnesinde de ‘görünür’ olmanın önemli olduğu gibi bir çıkarıma da dönüşebilir ama buradaki amaç gerçekten mekânı paylaşmak, buradaki deneyimi paylaşmaktı. Galeri olarak senede birçok sergi yapıyoruz, birçok fuara katılıyoruz ve buradaki deneyimi paylaşmak da bu çağrının önemli bir yanıydı. Özellikle daha önce bir galeriyle çalışmamış, sergide yer alacak sanatçıların bir galerinin nasıl işlediğine dair fikir almaları açısından bu sürecin değerli olduğunu umuyorum.
Peki, Spring Call’un ilk çağrısında projeye kabul edilen Ankara Queer Sanat Programı’na gelelim. Önce henüz bilmeyenler için programdan bahseder misin? Program ne zaman, nasıl başladı ve nasıl gidiyor?
A.A.D.: Senin de bildiğin üzere 2015-2016’dan bu yana Türkiye’de LGBTİ+ aktivizmi yapmak her geçen gün zorlaştı. Şimdiye kadar üretmiş olduğumuz, bir aktivist neler yapar dediğimizde sıklıkla aklımıza gelen pek çok araç, yöntem, eylem yapılamaz hale geldi ve giderek kriminalleştirildi. Biz de bu süreçte hem KAOS GL olarak hem de LGBTİ+ aktivistler olarak eylem repertuarımızı çeşitlendirmeye, yeni yöntemler icat etmeye, keşfetmeye çalıştık. 2020 yılıyla birlikte Ankara Queer Sanat Programı da sanatı sadece aktivizmin bir aracı olarak değil tam da sanatla birlikte, sanatsal ifadenin kendine içkin imkân ve potansiyellerine odaklandığımız bir çalışma oldu. Program sanatçılara 2 aylık hem yaşama hem de çalışma alanı sağlamakta. Ayrıca kabul edilen sanatçıları yol, harcırah, üretim desteği gibi kalemlerle de desteklemekte. Bu programın doğrudan queeri bir kimlik olarak ele almak yerine queer sanata odaklanmasının da bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Sıklıkla bize soruyorlar, “Sadece kendini Queer olarak tanımlayanlar mı başvurabiliyor bu programa?” diye ve o zamanlarda da söylediğimiz gibi: Hayır, biz başvuranların cinsel yönelimlerini yahut cinsiyet kimliklerini sormuyoruz, bilmiyoruz. Buradaki tek seçim kriteri queer sanatla ilişkilenmeleri, onu nasıl kullandıkları. Türkiye’de sanatsal üretim süreçlerini destekleyen programlar oldukça kısıtlı; bu programın da bu süreçleri desteklemek için yola çıkmış olmasını, elbette oldukça kısa bir süre olmasına rağmen 2 ay süreyle bir sanatçıya odaklanabileceği güvenli bir alan sağlamasını önemli buluyorum. Programın sanatçılardan üretim, konuşma, sergi vb. gibi bir beklentisi yok; bu süreyi dilerlerse Ankara’daki sanat mekânlarıyla tanışıp aktivistlerle buluşarak geçirebilir ya da bambaşka şeyler yapabilirler. Şimdiye kadar üretmiş olduğu çalışmalar nedeniyle bu kişiler destekleniyor programda, üretmeyi vaat ettikleri şeyler üzerinden değil. Bu yönüyle de benzerlerinden bir miktar farklı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle her konuk sanatçının programı birbirinden farklı deneyimleme fırsatı oluyor. Katılması gereken zorunlu programlar, atölyeler, toplantılar yok. SANATORIUM’un şimdiye kadar başka galerinin desteklemediği bir biçimde bu çalışmayı hayata geçirmesindeki gibi üretim süreçlerini destekleme girişimi olarak görebiliriz ve umarım galeriler, konuk evleri arasında da çok daha fazla yaygınlaşır. Sadece sonucu göstermek, o ürünü sergilemek, izleyiciyle buluşturmak değil; o ürünü ortaya çıkarabilecek olan koşulların, sürecin de bir o kadar desteklenmesi gerekiyor. Bu program da aslında tam da bu süreci desteklemek üzerine çıktı diyebilirim.
Bu noktada Spring Call neticesinde açtığınız “Arada ve Arasında” sergisine katılacak sanatçıların seçilmesi süreci nasıl oldu? Ankara Queer Sanat Programı’na bugüne kadar katılan birçok sanatçı var ve siz onların arasından bir seçki yaptınız. Bu seçkiyi yaparken nasıl bir düşünceyle ilerlediniz. Yani kavramsal bir çerçevede bu işleri bir araya getirmek ya da benzer yöntemleri kullanan sanatçıları bir araya getirmek miydi amaç? Önce kavramsal çerçeve mi ortaya çıktı yoksa seçilen sanatçılar üzerinden mi sergi böyle bir çerçeveye oturtuldu?
A.A.D.: Aslında bir öncelik sıralamasından ziyade eş zamanlı gerçekleştiklerini söyleyebilirim. Tabii ki bunun ortaya çıkışında bazı yapısal belirleyenler de vardı. Örneğin sanatçıların işlerinin Türkiye’de sergilenebilmesi önemli bir belirleyen zira Ankara Queer Sanat Programı uluslararası bir program olduğu için Ekvator’dan da, Kanada’dan da, Avrupa’nın farklı yerlerinden ve ABD’den de sanatçıları var. Haliyle bu sanatçıların işinin getirilmesi, kurulması büyük bütçeler gerektiren şeyler. Projeye başvururken elbette kafamın arkasında mütemadiyen çalışan bu tür zorluklar da vardı. Bunları nasıl bertaraf edeceğimiz üzerine de düşünmemiz gerekti ama buradan “O zaman sadece halihazırda Türkiye’de yaşayan sanatçılarla bu temayı çalışalım” gibi bir fikre de savrulmadık. Bu süreçte ben programa katılan sanatçılardan geniş bir listeyle başvuru yapmıştım ve sonrasında hem bu kişilerin fiziksel uzaklıkları, yakınlıkları hem SANATORIUM’un mekânında kaç sanatçının işini rahatlıkla gösterebileceğimiz, kaç sanatçı için anlamlı olacağını serginin bağlamıyla birlikte düşünmemiz gerekti. Çünkü bir taraftan büyük bir kalabalık içerisinde işlerin birbirinin sözünü kestiği bir şey de ortaya çıkabilirdi. Haliyle, hem SANATORIUM mekânı hem kaç sanatçıyla birlikte serginin bağlamını birlikte çalışabileceğimiz karar almada önemli belirleyenlerdi.
Bu sanatçıların seçilmesi sürecinde sen daha büyük bir listeyle gittin ve seçim sürecinde anladığım kadarıyla jüri görevindeki Mari’nin de bir etkisi oldu. Birlikte karar verdiğiniz bir süreç miydi bu? Ve hatta galeri ne kadar dahil oldu bu karar verme süreçlerine onu da merak ediyorum.
M.A.:Aslında galeriden biri olarak benim önerim, İstanbul’da görünürlüğü olan bir sanatçı değil de başka birine alan açmak adına mı hareket etsek şeklindeydi. Daha henüz “Arada ve Arasında” teması ortaya çıkmamıştı. Örneğin Ankara Queer Sanat Programı’nda yer alan Şafak Şule Kemancı, bizim önceki bir sergimizde yer aldı. Tekrar onu sergileyelim mi yoksa başka bir sanatçıya mı öncelik versek diye düşündük. Görece SANATORIUM için de yeni olan sanatçıları gösterebilmek önemliydi ama tabii bu minik bir not gibiydi. Çünkü en önemlisi hangi sanatçıların kavramsal çerçeve açısından uygun olduğu konusunda küratörün seçimleri konusunda bir müdahalemiz olmadı. Mari de Aylime’nin seçtiği sanatçıların işleri arasından sergi bağlamında hangilerini göstermemiz daha iyi olacağı konusunda yorumlarda bulundu.
Projenin çıktısı olan sergiye dönecek olursak; “Arada ve Arasında” sergisi nasıl bir kavramsal zeminden yola çıkarak oluşturuldu birazcık ondan söz edebilir misin Aylime?
A.A.D.: Ülkenin politik atmosferi her geçen gün daha da ağırlaşarak bizi öngörülemezliğin, belirsizliğin şiddetiyle sınıyor. Radikal bir belirsizlik içine düştüğümüz bu çağda devletin meşruluk zemininde değişen, görmemiz gereken bir “yeni” var: Belirsizlikle yönetme, belirsizlik rejimi. Bununla neyi kastettiğimi şöyle anlatabilirim; klasik siyaset felsefesinin siyasal iktidarın meşruluğunu sağlamak için en temelde şu iki şeyi birbirinden ayırdığını görürüz; bir yanda bireylerin kendi hallerine bırakıldıkları bir doğal durum vardır ve anarşik konumlanışa yol açar, diğer yanda sözleşmeden doğan medeni bir durum söz konusudur. Gerçek anlamıyla siyasal bağ da ancak ikinci durumda ortaya çıkacaktır ve bu siyasal bağın karşılıklı olduğunu söylemek gerekir; yetkilendirilen devlet aynı zamanda insanların kaos içinde kuralsız bir şekilde yaşarken karşılaştıkları sorunları bertaraf etmeli meşru iktidarının temellerini saptayacak toplumsal düzene ilişkin adil, evrensel bir çözüm getirmelidir. Hukuki bir varlık olarak bu modern devletlerin de kendi meşruluk zeminlerini şu ikilikler üzerinden kurduğunu biliyoruz; yasal ve yasadışı, meşru ve gayrimeşru, normal ve anormal vb. ancak içinde bulunduğumuz atmosfer devlet tarafından bu ikiliklerin bilinçli bir şekilde silikleştirildiğine tanıklık ediyoruz sözleşmenin karşı tarafında yer alan vatandaşlar aleyhine. Devletin kendini belirsizlik zemininde kurması, elbette vatandaşın hukuksal varlığını da belirsiz bir hale getiriyor. Hukuk değil sadece onun dayandığı mantığın askıya alınmasıyla birlikte artık biliyoruz ki hem bir terörist hem bir halk kahramanı hem de meczupa dönüşebilir, başınıza her an bir şey gelebilir, her an işinizden olabilir güvencesizlikle sınanabilirsiniz.
Toplumsal olarak maruz kaldığımız risklerle, sorunlarla baş etmek için bize sıklıkla iki yol sunuluyor: Belirsiz olana belirlenim kazandırarak: “Hayır ben o değilim, buyum!” ya da bireysel aksiyomlarla kendimiz için güvenlikli alanlar satın alarak, kurarak. Ne bu kurulan ikiliklerin varolanlara içkin olduğunu ne de dert kamusalken bireysel çözümler üretmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Ve bu sergide sanatçılarla birlikte hep negatif imalarla, anksiyeteyle, kaygıyla, bir şiddet olarak deneyimlediğimiz belirsizliği, queer teorinin ve siyasetin olanaklarıyla birlikte, “Arada ve Arasında” olma halini yaşamı olumlayan bir potansiyel olarak araştırmaya ve düşünmeye çalıştık.
Bu sözünü ettiğin belirsizlik, dolayısıyla güvencesizlik halinden en çok etkilenen gruplar queerler ve sanatçılar. Sergide işleriyle yer alan sanatçılar açısından bir güvence içinde olmak, işini üretebilmek için desteklenmek, eserlerini gösterebilmek; bunları yaparken maddi kaygılar ya da mekân kaygısı duymamak nasıl bir deneyimdi? En azından sizin gözlemleriniz nasıldı onu da merak ediyorum.
A.A.D.: Dünyanın her yerinde artan işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, savaşlar, iklim değişikliği bize küresel olarak “bildiğimiz dünya”nın sonunun geldiğini söylerken maalesef “bildiğimiz dünya”nın da herkes tarafından aynı şekilde deneyimlenmediğini; özellikle bu coğrafyanın LGBTİ+’ları, kadınları, alevileri, kürtleri, ötekileri olarak biliyoruz. Biliyoruz ki yoksulluğu bir trans ve natrans, güvencesizliği bir lezbiyen çift ve heteroseksüel çift farklı şekillerde deneyimliyor. Örneğin sergi hazırlık süreci esnasında Türkiye’de gerçekleşen depremlerin ardından görüşmelerimizde sanatçılar, “İnsanlar bunu yaşarken ben bu işi üretmeye mi devam ediyor olacağım?” diyordu. Muhtemelen deprem sonrasında işe gitmeye devam eden bir kasiyere neden çalışmaya devam ettiği sorulmamıştır ancak biliyoruz ki özellikle kültür-sanat alanında çalışan kişilerin üretimleri “lüks” görüldüğü için ilk iptal edilmesi gereken şeyler oluyor. Üreticiler suçlanıyor, üretmemesi bekleniyor. Peki ama burada önemli olan bir diğer unsur şu değil mi: Kimin “tembellik” yapma hakkı var? Kim çalışmadan özgürleşmiştir bu ülkede ve arzu ettiği zaman çalışmamaya karar verebilir? Yanıtını vereyim; LGBTİ+’ların pek çoğu değil, ailesinin seferber ettiği ayrıcalıklara sahip olmayan sanatçılar değil. Bütün bu şartlar bize sanatını icra etmeye devam edebilen kişilerin hangi sınıfsal konuma yahut kimliğe sahip olduğu ile ilgili de muazzam bir bilgi veriyor. SANATORIUM’un açtığı Spring Call’un Ankara Queer Sanat Programı’nın sanırım bu eşitsizliğe kendi perspektiflerinden verilen farklı yanıtlar olduğunu düşünüyorum.
Sergideki işlerden söz eder misiniz biraz? Örneğin sergideki işler bu proje kapsamında yeni mi üretildi?
A.A.D.: İşlerin tamamının Türkiye’de ilk kez gösterildiğini ve pek çoğunun bu sergi için üretildiğini söyleyerek söze başlayabilirim.Yaklaşık 6 ay süren sergi hazırlık aşamasının uzunca bir kısmı “belirsizlik”, “öngörülemezlik”, “arada” gibi kavramlar etrafında sohbet ettiğimiz buluşmalardan oluştu.Ve bu sohbetler ile birlikte aslında her sanatçının bu fikirlerle bambaşka imgeleri, biçimleri, yöntemi birlikte düşündüğünü görmek oldukça heyecan vericiydi. Yağız Gülseven’in parçalara ayırdığı desenlerle çok boyutlu bir orman oluşturan çalışması, ‘‘Arada ve Arasında’’ sergisinde izleyicileri karşılayan ilk iş. Bir felaket olarak çağımızı ve çağın felaketlerini nasıl düşünmeye başlayabiliriz? Sadece şimdiki ve gelecek zamanla değil, aynı zamanda geçmişle bağlarımızın koptuğu bu anda Yağız’ın Orman’ına da ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak bir post apokaliptik cennet kurgusunu da anımsatan Orman, insanın en başından beri dünya ile kurduğu ilişkinin merkezinde yer alan öngörülemezliği de bizlere yeniden anımsatabilen bir iş. Erin Johnson,”To be Sound is to be Solid” başıklı video yerleştirmesinde belirsizliklerle dolu iki farklı konuyu, koleksiyoner Mary-Leigh Smart ve sanatçı Beverly Hallam tarafından tasarlanıp inşa edilen modernist bir ev ve bu çiftin hikâyesini, başarısızlıkla sonuçlanan okyanus tabanlarını haritalandırma girişimleri aracılığıyla inceliyor. Alex Turgeon, toplumsal normlarla yapılandırılmış mekânlar ile dilin yapım süreçlerini queer düşünceyle sorgulayan bir sanatçı. Sergideki “Metropolis Musings” başlıklı mekâna özgü çalışması, galerinin bir duvarını A4 boyutunda kâğıt üzerine basılı şiirlerle kapladı. İşi farklı yakınlık mesafelerinden izlediğimizde metropole, junk space’lere yönelik oldukça etkileyici perspektifleri deneyimleyebiliyoruz. Medyumlar arasında ve arada formlarla çalışmalar üreten Arda Asena da bedenlerin tekil ve kolektif kudretlerinin belirsiz var oluşuna odaklanan, dokuma ve sulu boyanın birbirine karışıp ilham olduğu çalışmalarıyla yer aldı. Sanatçılarımızdan Dilan Onay ise sıklıkla insan merkezli normatif formlarına aşina olduğumuz haz ve arzu kavrayışına karşı arzunun kolektif yapısını ortaya çıkaran bir performans gerçekleştirdi.
Serginin “Arada ve Arasında” teması, sergi metnini okumak, o güvencesizliğe dair bir kere daha düşünmek açısından bana da iyi geldi. Bu dayatılan ikilik halini aşmak, muğlak alanlarda salınmak, üretebilmek ve sergileyebilmek için bazı dayanışma pratiklerine ne kadar ihtiyacımız olduğunu görmek için de önemli buluyorum bu projeyi. Spring Call sizce iş birliğine, alternatif destek mekanizmaları yaratmaya dair ne söylüyor? Hem SANATORIUM tarafında hem de Ankara Queer Sanat Programı açısından bu birliktelik size ne kattı?
M.A.: Benim için hem galeri çalışanı olan hem güncel sanat takip eden biri olarak queer odaklı bir sergiye ev sahipliği yapmak keyifli bir süreçti. Galeride queer konulara dokunan sergiler yapıyoruz ama böyle direkt olarak şu an Türkiye’de LGBTİ+’lar ve queerlerin yaşadığı durumlara dokunan aynı zamanda bunu kavramsal bir çerçeve içinde yapabilen bir sergiye ev sahipliği yaptığımız için mutluyumm. Hem Aylime ile beraber çalışmak, hem serginin tüm süreçlerine destek olmak güzel bir deneyimdi. Galerilerin çalışma biçimi genel olarak temsil ettiği sanatçılar ve onun dışında davet ettikleri belki daha kabul görmüş küratörler üzerinden ilerleyen bir süreç oluyor. Onun dışında farklı bakış açılarını galeri programına dahil edebilmek güzel oldu bence. İzleyiciler tarafından da iyi karşılandı. Ankara Queer Sanat Programı’nın bir residency programı olması sanırım birçok izleyinin böyle bir seçki göreceği bir yaklaşımla sergiye gelmesine neden olmuştu. Ama ortaya çıkan serginin kavramsal çerçevede bir araya gelmiş işlerin yer aldığı güçlü bir sergi olduğunu düşünüyorum.
A.A.D.: Bu süreç benim için epey keyifli ve öğretici geçti. Bence bunun nedeni SANATORIUM’un da biraz “arada ve arasında” olan bir galeri olmasıyla alakalı olabilir. Sıklıkla galeri mantığının beraberinde getirdiği sadece satışa yönelik eser ya da küratöryal projelere yer vermek yerine bir sanat inisiyatifi gibi güncel sosyo-politik mevzuları da çalışmalarına dahil etmesini önemli buluyorum. Umarım Spring Call çağrıları uzun yıllar boyunca gerçekleşir ve bu imkandan çok sayıda inisiyatif yararlanır. Umarım bu tür çalışmalar aynı zamanda Türkiye’deki başka galerilere de ilham olur. Ankara Queer Sanat Programı’nın, bu programda yer alan sanatçıların ve onların eserlerinin İstanbul’daki izleyicilerle buluşmasının oldukça önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum hepimiz açısından. Umarım bu karşılaşmalar başka bir aradalıklara da vesile olur.
M.A.: Evet, bütün süreçte galeri ekibi ve programının katılımcılarının aynı düzlemde bulunduğu iletişime açık bir yapı oluşturmaya çalıştık. Galerinin beklentileri doğrultusunda proje yönlendirilmedi. Gelecek Spring Call’a başvuracak adaylarlar için bunu bilmek önemli olabilir. Özellikle üretim desteği konusunda galeri ekibinin detaylı çalıştığını söyleyebilirim. Üretimlerin bütçesini karşılamak dışında galeri ekibi süreci takip etti, üretimleri yapabilecek kişileri buldu ve kararlar konusunda hem küratör hem de sanatçılarla iletişim halindeydi. Bence projede galerinin en olumlu katkılarından biri bu. Özellikle yurt dışından bir sanatçı olan Alex Turgeon’un işi, bir duvar kâğıdı gibi görünen yüzlerce A4’ten oluşmuş bir iş. Hem galeri ekibi hem yerleşimi yapan ustalar bu yapıt için gerekli emek ve zamanı ayırdı. Muhtemelen birçok galeri için çok zorlayıcı bir süreç olabilirdi. Satış olasılığının düşük olabileceği bir çalışmaya kâr amacı güden galeriler bütçe ve zaman ayırmaya çekinebiliyorlar. SANATORIUM böyle sanatsal üretimlere açık bir galeri olduğu için Spring Call aracılığıyla da farklı sanatçıların üretimlerine katkı sağlamak ve alan ayırmak çok keyifliydi.