Aslı Çavuşoğlu’nun İMALAT-HANE’de gerçekleşen “TunState” sergisi, tardigrad isimli mikroskobik organizmanın “tun” (saklı, gizli) hâlini merkezine alarak varoluşun sınırlarında dolaşan bir düşünsel zemin üzerine kurulu. “Su ayısı” olarak da bilinen bu canlı, zorlu çevresel koşullara karşı geliştirdiği olağanüstü direnç mekanizması sayesinde, yaşamını duraksatan ama sona erdirmeyen bir kriptobiyotik duruma -tunstate- girebiliyor. Tardigradın “tun’’ hâli yalnızca biyolojik bir fenomen olarak değil, Antroposen çağının yıkıcılığı altında şekillenen yeni varoluş biçimlerine ışık tutabilecek çarpıcı bir metafor.
Kapitalizmin yıkıcı büyüme ideolojisi, artık ekosistemin ve toplumsal düzlemin de taşıyamayacağı bir yük hâline geldi. Bu durumun yarattığı çoklu krizler -ekolojik çöküş, pandemiler, ekonomik istikrarsızlık ve toplumsal parçalanma- bizi kolektif bir “tun hâli’’ne sürüklüyor. Bu durum, kapitalist üretim rejiminin patolojik sınırlarını açığa çıkararak yeni bir sosyal ontolojiyi dayatıyor: Tıpkı Aslı Çavuşoğlu’nun sergisindeki tardigradlar gibi, metabolizmamızı yavaşlatarak hayatta kalmaya çalıştığımız bu limbo hâli, salt bir çözülme değil, aynı zamanda yeni bir varoluş biçiminin ara evresi olarak düşünülebiliriz.
Bu askıda varoluş, enkazın gözeneklerine sızan radikal bir yaşam direncini barındırıyor. Çavuşoğlu’nun tardigradları, tıpkı Anna Tsing’in bahsettiği radyoaktif enkazda filizlenen matsutake mantarları gibi, krizin askıya aldığı yaşamların sıra dışı taktiklerini cisimleştiriyor. Bu organizmaların stratejileri, salt biyolojik hayatta kalma mekanizmaları olmanın ötesinde, kapitalizmin yıkım çağında politik birer aktöre dönüşüyor. Matsutakelerin nükleer felaket sonrası topraklarda ağaç kökleriyle kurduğu ortak yaşamsal bağlar gibi, insan ve insan-olmayan aktörler de krizin dayattığı koşullarda beklenmedik birliktelikler geliştiriyor. Donna Haraway’in “yoldaş türler’’ olarak işaret ettiği bu zorunlu ittifaklar ağında, tardigradın “tun hâli’’ yalnızca metabolik bir duraksama değil, aynı zamanda şiddetin içinden geçerek biçim değiştiren bir direniş poetikası sunuyor. Çavuşoğlu’nun sergisi, tam da bu dönüşümün izlerini süren bir arkeoloji çalışmasına dönüşüyor.
14. İstanbul Bienali’nde sergilenen ve sonrasında MoMA koleksiyonuna giren Kırmızı/Kırmızı serisinde kırmız böceğinin bedeninden çıkan pigment, bir renk maddesi olmanın yanı sıra kolonyal şiddete tanıklık etmiş bir aktör. Çavuşoğlu, bu pigmentin izini sürerken insan-olmayan bir varlığın emeğini ve sömürü tarihindeki rolünü görünür kılıyor. Burada sanatçı pigmenti “hammadde’’ olarak değil, tarih yazımının ortak öznesi olarak konumlandırıyor.
Bunu sanatçının Meksika’da karşılaştığı bursera fagaroides ağacının el yapımı kâğıtlara dönüştürülmesinde de görebiliyoruz. Bu müdahale, ağacın ölümünü ve çözülüp dağılmasını inkâr etmek yerine, bu süreci yaratıcı ve dönüştürücü bir eyleme çeviriyor. Ağaç, maddesi ve dokusu aracılığıyla yeni anlatılara, yeni ifade biçimlerine ve yeni ilişkisel ağlara dahil oluyor.
yapılmış çift taraflı akordiyon kitap üzerine çizimler; her sayfa : 20 x 25 cm (toplam 10 sayfa)
Torino’daki Gran Balon bit pazarından toplanan deri ceketler, bedenlerden sıyrılıp tardigrad formlarına bürünürken insan-olmayan bir geçmişin izlerini taşıyor. Bu ceketler yalnızca eski sahiplerinin değil, aynı zamanda deriyi sağlayan hayvanların, işleyen işçilerin ve göçmen ekonomisinin çok katmanlı hikâyesini de anlatıyor. Çavuşoğlu’nun onları “tun’’ pozisyonuna sokması, bu kolektif hafızayı askıya almak yerine yeni bir varoluş biçimine davet ediyor.
Holy Stick işinde, Greta Thunberg’in iklim krizine dair uyarısı (“Evimiz yanıyor’’), palo santo ağacının odununa kazınıp yakılıyor. Bu radikal dönüşüm, sözün maddeselleşme sürecini gösterirken insan dilinin insan-olmayan bir maddeyle kurduğu simbiyotik ilişkiye işaret ediyor. Yanma eylemi, yıkımı romantize etmiyor; aksine küllerinden yeni bir etik inşa etmenin mümkün olduğunu fısıldıyor.
“Tunstate’’ Antroposen’in yıkıcılığına karşı bir manifesto değil, daha çok dünyanın kırılganlığını kucaklayan bir arkeoloji. Sergi, yıkım ve yeniden doğuş arasındaki o görünmez diyalektiği maddesel dönüşümlerin diline tercüme ediyor. Her eser, bir yok oluşun eşiğinde beliren yarıkların içinden sızan ışığı yakalıyor; ne tam bir çözülme ne de saf bir başlangıç ama ikisi arasında titreşen bir bilinç hâli.
